Çin'in Yakın Hedefi: Tayvan'ı Topraklarına Katmak Olabilir
1949 öncesindeki Çin başkanı Çiang Kay-şek, Çin’i güçlü yapabilmek için Batı uygarlığını incelemenin gerekliliğine inanmış bir politikacıydı.
1949 öncesindeki Çin başkanı Çiang Kay-şek, Çin’i güçlü yapabilmek için Batı uygarlığını incelemenin gerekliliğine inanmış bir politikacıydı. Yine de bir çeşit Konfüçyüs’e ve eski Çin toplumunun geleneklerine dönme isteğiyle, muhafazakâr milliyetçiliğe sarılmaktan kendine alamamıştır. Öte yandan, radikal bir şekilde modernizme yönelen ve geleneksel Çin toplum düzenini değiştirmek isteğiyle hareket eden Mao Zedong liderliğindeki Komünistler, onlarca yıl süren iç savaşın sonunda, iktidarı ele geçirerek, Çiang Kay-şek ve partisinin mensuplarını Formaza’ya (bugünkü Tayvan’a) sürmüştür.
Bunun bir sonucu olarak, aynı ulus kökeninden gelen, birbirinin anti-tezi diyebileceğimiz iki farklı ‘Çin’ devleti tarih sahnesine çıkmıştır. Birincisi, komünizmle yönetilen devasa büyüklükteki Mao’nun kurduğu Çin Halk Cumhuriyeti ya da daha yaygın adıyla Çin’dir. Diğeri ise, çoğunlukla Tayvan diye bilinen, Çiang Kay-şek’in kurduğu milliyetçi Çin Cumhuriyeti’dir. Çin, Tayvan’ı hiçbir zaman tanımamış, bu ülkeyi her zaman kendi toprağı olarak görmüştür. Bir bakıma Çin-Tayvan ‘iç’ savaşı henüz bitmemiştir.
Tarihsel Arka Plan
Çin, 19. yüzyılda dışa kapalı bir devletti. Avrupalılar, uzun yıllar bu ülkeye girmek, zengin kaynaklarını sömürmek için uğraş vermiştir. Afyon Savaşlarının ve Boxer ayaklanmalarının bir sonucu olarak, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, İngilizlerin ve Fransızların öncülüğündeki Avrupalı güçler, Çin’i tam bir sömürge toprağı haline getirmiştir.
Batı’nın Çin coğrafyasına girmesi, birçok sömürge ülkesinde olduğu üzere, bu topraklarda da milliyetçi akımların ortaya çıkışını tetiklemiştir. Sömürge yönetimlerine bir tepki olarak gelişen Çin milliyetçiliği, Batı değerleriyle eğitilmiş orta sınıf ve Çinli öğrenciler arasında kendisine gelişme fırsatı bulmuştur. Bu dönemde, Mançu hanedanı tarafından yönetilen Çin, milliyetçilik akımlarından beslenen geniş kesimler tarafından ‘yabancı’ olarak görülmeye başlanmıştır. Emperyalistlerle mücadele vasıtalarından yoksun olan Mançu hanedanı, içerde de devamlı bir başkaldırı durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Neticede, sömürgecilerin himayesi altında Çin’i yöneten bu hanedanlık yerine, Batı’yı bilen ve emperyalizmle mücadele edebilecek Çin milliyetçiliğinin Sun Yat-sen liderliğinde iktidara gelmesi, temel hedef haline gelmiştir.
Böylece, uzun yıllar süren sömürgecilere karşı milliyetçilerin sürdürdüğü mücadele başarıyla sonuçlanmıştır. Neticede, Çin’de binlerce yıl süren hanedanlık kaldırılarak, yerine 1912’de Çin cumhuriyeti kurulmuştur. Sun Yat-sen yönetimindeki Çin; bağımsız bir ülke haline gelmişti ancak, ülkede milliyetçilerin beklediği ulusal bir düzen tam manasıyla kurulamamıştı. Ülke içindeki savaş ağalarının hakimiyeti, merkezi yönetimin zayıf kalmasına ve sömürgeci ülkelerin geleneksel nüfuzunun dolaylı yollardan bir süre daha devam etmesine neden olmuştur.
1927 yılında, Kuzey Seferi sonrasında, Çiang Kay-şek liderliğindeki Çin Milliyetçi Partisi, Çin’in geneline hâkim olan bir hükümet kurmayı nihayetinde başarmıştır. Yeni Çin devleti; Vestfalya dünya düzenine göre ve küresel ekonomik sisteme eklemlenmesini sağlayacak bir anlayışla kurulmuştu. Bu arada parti içinde bölünmeler yaşanmış, Çiang Kay-şek, partiyi oluşturan ittifakın başlangıçta bir parçası olan komünistleri, partisinden ihraç etme yoluna gitmiştir.
Çiang Kay-şek liderliğindeki merkezi hükümet sistemi, aynı anda hem modern hem geleneksel bir Çin’i inşa etme amacıyla hareket etmiştir. Hükümet, iki dünya savaşı arasındaki karmaşa içinde olan istikrarsız uluslararası sistemde, kendisine yer bulmaya çalışmıştır. Milliyetçiler, tam manasıyla ülke genelinde sağlam bir yönetim sistemini oturtamadan, Çin; kendisinden yarım yüzyıl kadar önce modernleşme sürecine giren Japonya’nın saldırılarına maruz kalmıştır. 1931’de Mançurya’yı ve 1937’de orta ve doğu Çin topraklarını işgal eden Japonya, Çin’de milliyetçi hükümetin konumunu pekiştirmesini engellemiştir. Hükümet otoritesinin zayıfladığı ve ülkenin Japon istilasına maruz kaldığı bu dönemde, komünistler; ülke içinde güç toplama, ihtilal için elverişli ortama kavuşma fırsatı bulmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’nı galip devletler arasında tamamlayan Çin; bir anda, tüm düzeni ve ülkenin kadim mirasını zorlayan bir iç savaşla ve devrimci çalkantıyla paramparça olmuştur.
Çin Halk Cumhuriyeti (Çin)
Çin Milliyetçi Partisi (Kuomintang) yönetimindeki milliyetçi Çin hükümet güçleri ile Çin Komünist Partisi güçleri arasında çıkan iç savaşta, Mao Zedong liderliğindeki komünistler, Çin ana kıtasında yönetimini ele geçirmeyi başarmıştır. Şu anki Çin (Hainan Adası dahil) topraklarında, Pekin’in Tienanmen Meydanı’nda, 1 Ekim 1949 tarihinde Mao Zedong, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri tarafından hemen tanınmıştır. Ancak Batı dünyası, Çin Halk Cumhuriyeti’ni önceleri tanımaya istekli bir tutum sergilememiştir.
Mao Zedong, başlangıçta hızlı bir sanayileşme sürecini halkına dayatmak istemiş ancak yeterince başarılı olamamıştır. Mao ve ekibi, Sovyetlerdeki ‘bürokratik komünizm’ anlayışının Çin’in ilerlemesine engel teşkil ettiğini düşünerek, bu yapıdan kurtulmak için 1966’da Kültür Devrimi’ni (on yıl sürmüştür) başlatmıştır. Bu dönemde bütün okullar ve üniversiteler, kırsal kesimler, radikal bir şekilde komünizm savunucusu Kızıl Muhafızlar aracılığıyla, Mao’nun ideolojik seferberliğinin bir parçası haline getirilmiş, partideki tasfiyelerle birlikte ordudaki muhalifler temizlenmiştir. Bu süreçte hem ABD hem Sovyetler Birliği’yle ‘çekişme’ içinde olan Çin; ideolojik farklılıklar nedeniyle 1969 yılında Sovyetlerle çatışmanın eşiğine kadar gelmiştir. Bu krizi atlatan Mao, Çin’i yalnızlıktan kurtarmak için çareyi ABD’ye açılım yaparak ve tüm Batı dünyasının Çin’le temas kurmasını sağlamak istemiştir. Böylece, Batı dünyasının kendisine kapılarının açmasının bir sonucu olarak, Çin; kısa bir süre içerisinde uluslararası sistemin bir parçası haline gelmiştir.
Mao’nun ölümüyle birlikte 1978’de yönetimi devralan Deng Şiaoping, Çin’in “eşsiz bir devlet” ve hiyerarşide en üstte olduğu inancına dayalı geleneksel Çin Siyaset Sistemini ikinci plana itmiştir. Hem toplumu hem de ekonomiyi modernleştirecek adımları devreye sokmuştur. Böylece, açtığı yoldan ilerleyen Çin; bugün dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmiştir.
Deng sonrasında iktidara gelen Jiang Zemin döneminde, Çin; uluslararası sisteme tam entegre olmuş ve küresel ticaretin önde gelen oyuncularından birisi haline gelmeyi başarmıştır. Çin; Hu Jintao zamanında büyüyen gücünün diğer ülkelerde uyandırdığı kaygıları ustalıkla yatıştırarak, ülkesinin engelsiz bir şekilde ‘ekonomik dev’ haline gelmesini sağlamıştır.
Bugünün Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 2012 yılından itibaren bayrağı teslim almıştır. Deng ölçeğinde devasa bir reform programına girişen Şi, büyük Çin mirasını geliştirmek ve ekonomik büyüklüğünü yansıtacak şekilde, ülkesini, küresel büyüklükte bir askeri güç haline getirmek amacıyla ülkesine liderlik etmektedir.
Çin Cumhuriyeti (Tayvan)
İç savaşın ardından Çin’de kontrolü tamamen kaybeden milliyetçi Çin hükûmeti, Tayvan adasına çekilmiştir. Bu adaya sığınan Çiang Kay-şek, Çin Cumhuriyeti’nin burada devam ettiğini tüm dünyaya ilan etmiştir. Tayvan, Penghu, Kinmen, Matsu adalarından ve diğer adacıklardan oluşan ülke topraklarında, Tayvan veya resmi adıyla kurulan Çin Cumhuriyeti; başta Batılı ülkeler olmak üzere, dünya devletlerinin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür.
1971 yılına gelindiğinde, değişen dünya dengeleri nedeniyle, Çin Cumhuriyeti (Tayvan) Birleşmiş Milletler üyeliğinden ‘çıkarılmış’, yerine Çin Halk Cumhuriyeti üye olarak alınmıştır. Günümüzde Çin Cumhuriyeti, sadece 23 ülke tarafından tanınmaktadır. Bugün bile, pek çok ülke tarafından bağımsızlığı tanın(a)mayan bir ada devleti olan Tayvan’la birçok ülke, gayri resmî olarak ticari ve kültürel ilişkini sürdürmektedir.
Çin-Tayvan Bağlamında Güney Çin Denizi’nde Gerilimin Artması
Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 yılından günümüze, Milliyetçi Çin’i veya Tayvan’ı hep kendi topraklarının bir parçası olarak gören bir dış politika anlayışıyla hareket etmiştir. Tayvan’ı bir ‘devlet’ olarak hiç tanımamış, başka devletlerin de olası tanıma teşebbüslerini engelleyici bir tavır içinde olmuştur.
Tayvan’ı ilhak amacına ulaşmak için askeri kapasitesini sürekli artıran bir Pekin algısı, günümüz Batı dünyasını tedirgin etmektedir. Komünizmin karşısında yer alan yapıları Soğuk Savaş döneminde destekleyen Washington; Tayvan’ın Çin tarafından işgal edilmemesi için, bu ülkeye her türlü desteği vermekten çekinmemiştir. Bugün arkasındaki ABD desteğiyle, büyük oranda kalkınmış bir ülke haline gelen Tayvan, tarihsel olarak anti-tezi durumundaki Büyük Çin’e karşı bağımsızlığını korumak için ABD ve müttefikleriyle işbirliği yapmak durumunda kalmıştır. ABD ‘yakın korumasındaki’ Tayvan’a el koyamayan Çin, ABD ile kendisi arasındaki tansiyonu yükselten Tayvan konusunu çözmek için uygun zamanı kollamaktadır diyebiliriz.
Bu arada, Tayvan, uluslararası kuruluşların çoğunluğuna, Çin Taype’si (Chinese Taipei) adı ile üye olmayı başarmıştır. Çin ile Tayvan, günümüzde yoğun bir ticari ilişkiye sahiptir. Bununla birlikte, Tayvan’ın ayrı bir devlet olarak tanınma çabaları ve bu kapsamda BM üyeliği istekleri, sürekli olarak Çin’in vetosuyla kabul görmemektedir. İki ülke arasında güvenlik bağlamında karşılıklı güvensizlik devam etmekte olup, iki ülkenin birbirine karşı güç politikalarını da zaman zaman gündeme getirmesine neden olmaktadır.
Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız üzere, ABD’nin geleneksel çevreleme politikasıyla birlikte düşünüldüğünde, Hint-Pasifik bölgesindeki Amerikan varlığı, Çin tarafında rahatsız edici bulunmaktadır. Amerikalıların bölgede yer alan müttefikleriyle birlikte gerçekleştirdiği eylemlerin ve ittifak oluşumlarının (16 Eylül 2021 tarihinde kurulan AUKUS benzeri) birçoğu, Pekin tarafından, doğal olarak Çin’in yükselişini köstekleme amaçlı hareketler olarak yorumlanmaktadır. Ayrıca, Doğu Türkistan benzeri yerlerdeki olaylardan yola çıkarak, ABD’nin; insan hakları ihlali olduğuna dair uluslararası platformlarda Pekin’i sıkıştıran politikaları, Çin’in iç siyasi yapısının altını oyma projelerinin bir parçası olarak görülmektedir.
Amerikan tarafı; yükselen Çin’in kendi dünya hegemonyasına son verme ihtimalini hesaba katarak, özellikle güç politikalarıyla, Çin’i kuşatmaya devam etmektedir. Nitekim, büyüyen bir Çin’in Amerikan üstünlüğünü ve dolayısıyla Amerikan güvenliğini sistematik olarak baltalama, zayıflatma ve birkaç on yıl sonra yok etme ihtimali, Amerikalı dış siyaset yapıcıların korkulu rüyası haline gelmiştir.
Çin’i Soğuk Savaş döneminin Sovyetler Birliği’ne benzeten Amerikalı düşünürlerin bir kısmı; Çin’e yakından angaje olunmasını, dünya hegemonu haline gelebilecek bir potansiyele sahip bu ülkenin şimdiden önünün kesilmesini, Amerikan hükümetlerine salık vermektedir.
Komünist bir yönetim altında, devlet kapitalizmiyle kalkınarak dünyanın en büyük ekonomisi haline gelen Çin, ABD ile uluslararası sistemin işleyişi konusunda farklı bir duruş sergilemektedir. Çin; uluslararası düzenin ABD ve İngiltere’nin üzerine titrediği liberal demokrasinin yayılmasıyla geliştiğini kabul etmiyor. Ayrıca Çin, Batı dünyasından farklı olarak, bir toplum için ulusal egemenliğin insan haklarından çok daha önemli olduğunu savunuyor. Pekin’e göre, Batı liderliği; dünyanın yoksul, zayıf ülkelerinin egemenliklerini ihlal etmektedir. Batı’nın zengin ülkeleri; insan hakları, özgürlük ve demokrasi söylemleriyle, bu ülkeler üzerinde baskı oluşturmakta, yüzyıllardır sürdürdükleri sömürü düzeninin devamına çalışmaktadır.
Çin’in bu yaklaşımı, az gelişmiş ve/veya gelişmekte olan ülkelerin bir kısmı tarafından desteklenmekte, kabul görmektedir.
Çin’in Şi Döneminde Artan Askeri Güç Yapılanması
Dünya ekonomik sisteminde en üst noktaya çıkan Pekin için artık, yakın çevresindeki ulusal çıkarlarını temin edecek güç politikalarına yönelme vakti gelmiş olabilir diye değerlendiriyoruz. Bu çerçevede Çin, özellikle Güney Çin Denizi’nde kendi lehine sınır düzenlemelerine gitme isteğiyle hareket edebilir. Bu manada ilk gereklilik, olası bir bölgesel çatışmayı Çin’in kazanmasını sağlayacak kadar bir askeri güç seviyesine ulaşmasıdır.
Bu minvalde, Amerika’nın güç projeksiyonuyla, bölgeye asker sevk ederek bölge ülkelerindeki askeri konuşlanmasını kuvvetlendirebileceği Çin tarafından hesaba katılmaktadır. ABD’nin; bölgedeki Güney Kore, Japonya, Filipinler, Tayvan, Tayland, Avustralya vb. müttefikleriyle birlikte hareket edebileceğine dair bir hareket tarzı, Çin politika yapıcıları tarafından ihtimal dahilinde görülmektedir. Bu karşı kuvvet yapılanmasında, Çin’i zorlayabilecek en büyük askeri tehdit, Amerikan uçak gemileri ve bu bağlamda, devasa ölçekteki donanma gücüdür.
ABD’nin çıkarma gemilerinin çoğunluğuna savaş uçağı ve helikopter konuşu yapılabilmektedir. Bunların haricinde, her birinde asgari 48 adet F-18 ayarında uçak konuşlanabilen modern Amerikan uçak gemisi sayısı 11’dir. Çin’in ise benzer uçak gemisi yeteneği sadece bir adettir. ABD’nin 68 adet nükleer/klasik denizaltısına karşılık Çin’in envanterinde 12 nükleer/klasik denizaltısı bulunmaktadır. Uçak sayıları kıyaslamasında bariz bir Amerikan üstünlüğü mevcuttur. Yakın dönemde Çin’in yükselen silahlanma harcamaları (yıllık ortalama 250 milyar dolar), ABD’nin yıllık ortalama 750 milyar dolarlık savunma gideri karşısında, oldukça düşük kalmaktadır. Burada ortaya koyduğumuz basit bir askeri güç mukayesesinde, ABD’nin müttefiki diğer ülkelerin askeri kapasiteleri de dikkate alındığında, Çin’in Amerika ile Hint-Pasifik bölgesinde, özellikle açık denizde bir savaşa girişmesi akıllıca gözükmemektedir.
Bununla birlikte, Şi liderliğinin Çin’in ekonomide elde ettiği ihtişamı yansıtacak bir kazanım peşinde olması ihtimal dahilinde görülmektedir. ABD; Doğu Asya’da kendisini Çin karşısında dengeleyiciden çok, mevcut uluslararası dengenin ayrılmaz bir parçası olarak gören, askeri güç ağırlıklı bir dış politika izlemektedir. ABD’ye yönelik, halihazırdaki düşük ve yetersiz yetenek seviyesiyle harekete geçmek, Pekin açısından kabul edilemez sonuçlar doğurabilir. Zira ABD, gerileyen bir güç olarak görülmemek için her şeyi yapmaya hazır bir döneme girmiştir. İki taraf da nükleer silah kullanma kapasitesine sahip olmakla birlikte, iki ülkenin de bu çılgınlığa dünyayı sürüklemekten uzak duracağı, bu türden silahların ancak son çare olarak devreye sokulabileceği söylenebilir.
Amerika, belki ‘rüyasının sonuna’ geldiğinin farkındadır ancak yakın dönemde rüyasından uyanmak niyetinde değildir. Kendisini uyandırabilecek tek güç oluşumu olarak Çin’i gördüğünden, Pekin’i durduracak her türlü önleyici ve caydırıcı adımı, müttefikleriyle birlikte atmak için büyük bir çaba içerisine girdiği değerlendirilmektedir.
Nitekim, Joe Biden, başkanlık koltuğuna oturmasından itibaren, Çin’in periferisindeki demokratik ülkelerle ortak “cephesini” kuvvetlendirmeye öncelik vermiştir. Bunun ilk işareti, AUKUS’tur. Bu yeni oluşum, Doğu ve Güney Doğu Asya’da, Çin’e karşı askeri güç birliğine gitmek isteyen ülkelerin yeni adresidir. Doğu’nun çekirdek NATO’su kurulmuştur. Buna yeni katılımlar olacaktır. NATO-AUKUS entegrasyonu dahil gündeme gelebilecektir.
Biden; Batı dünyası liderlerini, Pekin’e karşı başlattığı askeri üstünlüğü tesis etmeye/korumaya yönelik rekabet yarışında yanında görmek istemektedir. Öte yandan çoğu Avrupa Birliği üyesi ülke, Çin’i tehdit olarak görmekten ziyade dış ticarette işbirliği kurulması gereken ekonomik bir güç olarak görmekle (şimdilik) yetinmektedir.
ABD, kendi hegemon konumunu korumak için dünyayı tehlikeli bir sürecin içine sokabilecek faaliyetlere ve ittifak oluşumlarına yönelmiştir diyebiliriz. Ancak, Çin’e karşı oyuncu sayısının azalması ve Batılı ülkeler arasında ‘sadakat kayması’ yaşanması halinde, güç dengelerinin nasıl değişebileceğine dair tarihte sayısız örnek vardır. Bugünlerde, Doğu Asya dengesinde, Biden tarafından yalnızca askeri bir yaklaşım benimsenmesi, Dünya Savaşları öncesinde görülen keskin ittifak oluşumlarının ortaya çıkmasına benzer, tetikleyici bir rol oynayabilir. Zayıf bir olasılık olarak görülmekle birlikte, ABD aleyhine kamplaşmaların önü açılabilir.
Yakın Dönemde Olasılığı En Yüksek Senaryo: Tayvan’ın İşgali
Her durumda, Asya’da hegemonyayı engellemek, Amerikan yönetimlerinin geleneksel politikası haline gelmiştir. Çin açısından ise hasım bir Amerika’yı kendi yakın çevresinden uzak tutmak, kaçınılmaz bir politika olarak uygulanmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Kanaatimizce Çin; öncelikle, Çinliler arasındaki bölünmeye son vermek maksadıyla, Tayvan’ı topraklarına katmak için askeri hazırlıklarını sürdürmektedir. Pekin’in ABD ile mecbur kalmadıkça, savaşmak istemediğine dair bir çıkarım yapabiliriz. Önceliği Tayvan’dır. ‘Barışçıl kuvvet kullanımıyla’, Tayvan’ı topraklarına katmak isteğiyle Çin’in hareket edeceği değerlendirilmektedir.
Pekin’in bu hareket tarzında başarıya ulaşması halinde, ABD’yi de yakın çevresinden kısmen uzaklaştırmış olacaktır. Hatta iki ülke arasındaki küresel güç mücadelesinde, durum üstünlüğünün Çin’e geçmesinin önü açılabilecektir.
Rusya Federasyonu’nun 2008 Gürcistan ve 2014 Kırım topraklarını işgalinde ‘sessiz’ kalmayı tercih etmek durumunda kalan ABD örneği, Çin için cesaret verici bir hatırlatmadır. ABD’nin kendi çıkarları söz konusu olduğunda, gerekirse, kendi desteğine ihtiyaç duyan müttefiklerini dahi, büyük bir güç karşısında ‘yalnız’ bırakabildiği bilinmektedir. Tayvan’ı ilhak edebilecek bir Çin karşısında, daha büyük küresel çıkarlar uğruna, aynı ‘sessizlik’ politikası Washington tarafından sergilenebilir. Yalnız bunun için Pekin’in ABD’yi ikna etme yolunda, ‘askeri güç’ oluşumunda, belirli oranda bir ilerleme kaydetmesi gerekir.
Çin’in yukarıda ifade ettiğimiz üzere, ABD ile baş edebilecek bir uçak gemisi yapılanması henüz bulunmamaktadır. En büyük avantajı kendi topraklarının Tayvan’a coğrafi yakınlığıdır. İki ülke arasındaki mesafe yaklaşık 150 kilometredir. Çin tarafından yapılacak füze atışlarına açık bir konumda bulunan Tayvan, bombardıman uçaklarının taarruzlarıyla sahip olduğu hava gücünü kullanamaz hale kolaylıkla getirilebilir. Tayvan’ın amfibi harekâtla işgalini engelleyebilecek tek faktör, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı, özellikle de uçak gemileridir. Pekin, Amerikalıları ve özellikle uçak gemilerini Güney Çin Denizi’nin dışında tutabilmek maksadıyla, son yıllarda her birinde askeri meydan bulunan 7 adet suni ada yapmıştır. Bu adaları bir çeşit sabit uçak gemisi haline getirmiştir. Olası bir Tayvan harekâtında; Amerikan kuvvetleri karşısında Çin’e bölgesel üstünlüğü kazandırabilecek ve nihayetinde Tayvan’ı işgal etmesini kolaylaştırabilecek en büyük askeri oluşum, bu adalardaki Çin askeri meydanları ile askeri yığınaklanması/konuşlanması olacaktır.
Washington; Pekin’in gurunu okşayacak şekilde, 1971’de kısmen Çin Halk Cumhuriyeti’ni tercihine benzer bir yaklaşımla, Tayvan’ın Çin topraklarına barışçıl görüşmelerle dahil edilmesine ‘sessiz rıza’ gösterebilir.
Sonuç
Tayvan’ı topraklarına katması halinde, belirli oranda amacına ulaşacak bir Çin ile Amerikan dış politikası ortak bir zeminde buluşabilir. İki ülkenin aralarındaki rekabeti; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanda sürdürmesi, bir süreliğine yeterli görülebilir. Bu iki devasa devletin, askeri güç politikalarından karşılıklı uzak durması, Hint-Pasifik bölgesindeki gerilimi yatıştırabilir. Bu türden bir yönelim, küresel barışın devamına hizmet ederken, Amerikan hegemonyasının daha uzun süreli devamını da sağlayıcı bir rol oynayabilir. Geleneksel olarak ‘başkasının toprağını işgal etmemiş’ bir Çin’in, ekonomik gücüne dayalı bir hegemonya tesis etmesi, Tayvan’ın ilhakı sonrasında, kendi küresel politikaları açısından yeterli görülebilir. Böylece, olası Çin-ABD Soğuk Savaş sürecinin yaşanma riski bertaraf edilebilir. Dünya da rahat bir nefes alabilir.
Bu çalışmamızda yararlandığımız kaynaklar
Emerson R. (1965). Sömürgelerin Uluslaşması, Çev.Ataöv T., Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Sayı 11, Ankara.
Overholt W.H. (2008). Asia, America, and The Transformation of Geopolitics, Cambridge University Press, New York.
Kissinger H. (2014). Dünya Düzeni, Çev.Gül S.S., Boyner Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.