Hz. Muhammed Kimdir? Dünya Tarihindeki Yeri Nedir?
Bilinen dünya tarihi göz önüne alındığında, tam manasıyla tarihe yön veren, en etkin kişi olarak Hz. Muhammed, ekseriyetle kabul görüyor ve örneğin Michael H. Hart gibi inançlı bir Hıristiyan bile kendi peygamberi Hz. İsa’dan ziyade Hz. Muhammed’i dünyaya yön veren en etkin 100 kişi sıralamasında listenin en başına koyuyor.
Hz. Muhammed, Tek Başına Hz. İsa ve Aziz Paul’dan Çok Daha Büyük Bir Etki Yaratmayı Başarmıştır
Bilinen dünya tarihi göz önüne alındığında, tam manasıyla tarihe yön veren, en etkin kişi olarak Hz. Muhammed, ekseriyetle kabul görüyor ve örneğin Michael H. Hart gibi inançlı bir Hıristiyan bile kendi peygamberi Hz. İsa’dan ziyade Hz. Muhammed’i dünyaya yön veren en etkin 100 kişi sıralamasında listenin en başına koyuyor. Zira Hz. Muhammed’in İslam dininin şekillenmesindeki kişisel etkisi, Hz. İsa’nın Hristiyan dininin şekillenmesi üzerindeki etkisinden çok daha fazla olduğu gerçeği, kendisine ister istemez Hz. Muhammed’i sıralamada bir numaraya yerleştirmeye zorluyor. Öyle ki, Hristiyanlık bir bakıma İslam’dan farklı olarak, tek kişi değil iki kişi (Hz. İsa ve Aziz Paul) tarafından kurulmuş bir din kabul edilir ve ikisinin toplam etkisinin bile Hz. Muhammed’in kişisel etkisinin yanında gölgede kaldığı söylenebilir. O, tarihte hem dinî hem de din dışı alanlarda üstün başarı göstermiş tek kişi olarak parmakla gösteriliyor.
Nitekim Almanların ünlü Başbakanı Prens Otto von Bismarck der ki; “Ben şunu iddia ediyorum ki, Hz. Muhammed en seçkin bir kıymettir. Yaratan’ın böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi de ihtimalden uzaktır. Seninle aynı asırda bulunamadığımdan dolayı üzgünüm ey Muhammed.”
Hz. Muhammed Kimdir? İslam Dinini Nasıl Yaymıştır?
Mütevazı kökenlerden gelen Hz. Muhammed, dünyanın en büyük dinlerinden birini kurdu, yaydı ve son derece etkili bir siyasal lider oldu. Bugün, ölümünden on üç yüzyıl sonra, etkisinin gücü ve yaygınlığı hâlâ sürüyor ve sürmeye devam edeceğinden kimsenin kuşkusu bulunmuyor.
Genelde dünyaya yön veren işler yapan insanların çoğunluğuna baktığımızda, dünyaca bilinen uygarlık merkezlerinde, kültür düzeyi yüksek ya da büyük siyasal önem taşıyan ulusların üyesi olarak doğduklarına şahit oluyoruz. Haliyle, bu ortamlarda yetiştirilmiş olmanın getirdiği üstünlüğe sahip olmalarıyla birlikte doğuştan gelen ve yaşadıkça geliştirdikleri kişisel yeteneklerini harmanlayarak etkinliklerini en üst seviyeye çıkarma şansı buldukları anlaşılıyor.
Hz. Muhammed ise 571 yılında Arabistan'ın güneyindeki Mekke şehrinde, o zamanlar ticaret, sanat ve bilim merkezlerinin çok uzağında olan, dünyanın geri kalmış bir yerinde doğmuştu. Kureyş kabilesinin bir ferdi olan Hz. Muhammed, altı yaşında öksüz kaldı ve akrabalarının yanında mütevazı koşullarda büyüdü. İslam kaynakları bize O'nun okuması yazması olmadığını anlatıyor. Yirmi beş yaşındayken zengin bir dul olan Hz. Hatice ile evlenmesinin (596 yılı) ardından ekonomik durumunun iyileşmesi dikkat çekici bulunuyor. Yine de kırk yaşına yaklaşıncaya kadar, sıra dışı bir insan olduğu konusunda elimizde kuvvetli kanıtlar ya da göstergeler bulunmuyor.
O zamanlar Arapların çoğu putperestti; birçok tanrıya inanıyorlardı. Bununla birlikte Mekke'de az sayıda Yahudi ve Hristiyan da yaşamaktaydı. Tüm evreni yöneten tek ve mutlak Tanrı'nın varlığını Hz. Muhammed’in büyük bir olasılıkla ilk defa Mekkeli Yahudi ve Hristiyan topluluklardan öğrendiğini varsayabiliriz. Hz. Muhammed, kırk yaşına geldiğinde, 610 yılında, mutlak Tanrı’nın, yani Allah'ın kendisiyle baş melek Cebrail aracılığıyla konuşmakta olduğu ‘iddiasıyla’, bu gerçek inancı (İslamiyet) yaymak için O'nu seçtiğine inanarak vazifesine, İslam öğretisini çevresindeki insanlara anlatmaya başladı.
Üç yıl boyunca Hz. Muhammed, sadece yakın arkadaşlarına ve müritlerine vaaz vermekten öteye geçemedi. Sonra 613 yılından itibaren Mekke toplumuna açık vaazlara başladı. Yavaş yavaş kendisine inananları kazanırken Mekke'deki yetkililer, en başta da kendi kabilesi Kureyşliler, O'nu Mekke’de ‘kurulu’ düzeni bozan, insanlara rahatsızlık veren, tehlikeli biri olarak görmeye başladılar. 622 yılında, güvenliğinden endişe eden Hz. Muhammed, kendisine önemli siyasal güce sahip bir konumun önerildiği, Mekke'nin yaklaşık 500 km kuzeyinde bulunan Medine şehrine göç etti.
Hz. Muhammed Medine’ye Göç Ediyor, Medine’de Siyasi ve Dini Birliğe İmza Atıyor
"Hicret" olarak bilinen bu göç, Peygamber'in hayatının dönüm noktası oldu. Mekke'de müritlerinin sayısı azdı. Kendisi Mekke’den sonuncu olarak ayrıldı. Hiç şüphesiz, bir maksadı da, Medine’ye tek başına ve kanun dışı kalmış bir mazlum gibi değil, belirli hukuka sahip Müslümanların oluşturduğu topluluğun siyasi lideri, reisi sıfatıyla gelmekti. Medineliler başlangıçta İslamiyet’i yeni bir din olmaktan çok, kendilerine güvenlik ve koruma sağlayabilecek bir sistem olarak gördüler. Hz. Muhammed’i de bu yönüyle siyasi lider olarak kabullendiler. Siyasi ve sosyal ihtiyaçları karşılandığı takdirde, İslamiyet’in dini yönünü kendi rızalarıyla kabullenmeye hazırdılar. Böylece, Mekke’de Hz. Muhammed sade bir vatandaş iken, Medine’de ise bir cemaatin baş idarecisi olmayı başarmıştı.
Ortaya çıkan bu olumlu havada, kısa bir süre içerisinde Medine'de Müslümanların sayısı arttı, inananların sayısı çığ gibi büyümeye başladı ve bu durum, Hz. Muhammed’i Medine’nin mutlak lideri konumuna yükseltti. Sonraki birkaç yıl içinde müritleri hızla çoğalmaya devam ederken, Medine ve Mekke arasında bir dizi savaşta bizzat Müslüman Ordularına komuta etti. Bu savaş silsilesinin ilki 13 Mart 624 tarihinde Bedir isimli bir şahsa ait Mekke ile Medine arasındaki bir kuyunun başında yaşandı. Bedir, bir avuç Müslümanın ilk zaferi oldu. Ardından başka savaşlarda yapıldı. Hz. Muhammed tüm savaşlarda İslam Ordusunun Komutanıydı.
Bu dönemde, asıl gayesi İslam dininin akidelerini yaymak olarak belirleyen Hz. Muhammed, bir siyasi teşkilatın desteğine ihtiyaç bulunduğuna karar verdiğinden, Medine’deki Müslümanlar, Yahudiler ve İnanmayan Araplar arasında siyasi manevralar yaparak, maharetli bir diplomasi kullanarak siyasi kudretini dini bir hakimiyete çevirdi. Müslümanlar arasında asabiyet, akrabalık bağlarından ziyade din bağlayıcı bir unsur olarak kullanılmaya başlandı. Medine’de İslam ümmeti içinde kan davalarını ortadan kaldırdı ve hakemlik kurumu sayesinde iç birliği kuvvetlendirdi. Hakimiyetin kaynağının kabilelere dayandırıldığı, kabilelerin seçtiği kişilerle şehir idarelerinin tesis edildiği sistem rafa kaldırıldı. Bundan böyle hakimiyetin biricik kaynağı Allah olarak benimsendi. Allah da bunu Resulü sıfatıyla Hz. Muhammed’de tevcih buyurduğundan, Müslümanların lideri kendiliğinden Hz. Muhammed oluyordu. Bunun pratikteki karşılığı, o güne kadar siyasi hakimiyet kavramının yabancısı olan Araplar ancak dinin yardımıyla bir devlet kurma yoluna girmişlerdi.
Hz. Muhammed, Devletsiz Bir Toplum Olan Araplara, Devleti Nasıl Kuracaklarını Öğretiyor
Arap toplumlarının devletleşmesinin önünü açan Hz. Muhammed, hem İslam’ı şemsiye bir din haline getirmişti hem de İslam’a dayalı bir devletin kurulmasına önayak olmuştu. Hz. Muhammed’in Hicret’ten sonra güttüğü stratejinin ilk ve açık gayesi, kendi nüfuzunu Kureyş’in zararına yaymaktı. Bunu kabileler arası savaş boyutundan uzak tutarak başardı. Arap kabileleriyle temaslarında insanların sadece askeri ve siyasi meselelere odaklanmalarını sağladı. Böylece, kabile fertlerine kendi hür iradeleriyle dinlerini seçme veya değiştirme yolunu da açmış oldu. Zamanla Müslüman olmak, kabile bağının önüne geçti. Böylece merkezde Medine’nin olduğu bir İslam Medeniyetini tesis etmeye başladı.
Nihayetinde, 630 yılında Hz. Muhammed'in Mekke'ye zaferle, bir fatih olarak dönmesiyle birlikte Mekke ile Medine arasındaki savaşlara son verme fırsatı da yakalandı. Hayatının kalan iki buçuk yılında, Arap kabilelerinin yeni dini süratle kabul etmelerine tanıklık eden Hz. Muhammed, 8 Haziran 632 tarihinde vefat ettiğinde, tüm Güney Arabistan'ın en etkili kişisi, Allah adına İslamiyet’in yayıldığı tüm coğrafyanın mutlak hâkimi olmuştu. Kendisinden sonra gelen Halifeler de bu geleneği sürdürdü, Hz. Muhammed’in koyduğu esaslara bağlı kalarak Müslümanları yönetme gayretinde oldular.
Küçük Arap Orduları, Büyük Bizans ve Pers Ordularını Yeniyorlar, İspanya’ya kadar Uzanıyorlar
O dönemde Arap Bedevileri çetin savaşçılar olmalarıyla tanınırlardı. Ancak sayıları azdı; aralarındaki çatışmalar ve yıkıcı savaş hali ortalığı kasıp kavuruyordu. Kuzeydeki tarım alanlarında yerleşmiş krallıkların büyük ordularıyla Bedevi savaşçıların denk olmadıkları çok açıktı. Ama tarihte ilk kez Hz. Muhammed tarafından birleştirildikten ve yüreklerine Allah inancının coşkusu dolduktan sonra bu küçük Arap orduları, insanlık tarihindeki en şaşırtıcı fetihlere girişiyorlardı. Arabistan'ın kuzeydoğusunda Sasanilerin büyük Pers İmparatorluğu, kuzeybatısında merkezi İstanbul (o dönemki adıyla Konstantinopolis) olan Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) yer alıyordu. Sayısal olarak Araplar karşılarındakilerin hiç dengi değildi. Ama savaş alanında her şey bambaşkaydı ve coşku dolu Araplar, Mezopotamya, Suriye ve Filistin'in tamamını 20 Ağustos 635 tarihinde Bizans’ı Yermük’te yenerek fethettiler. 642 yılına kadar da; Pers orduları Kadisiye (637) ve Nihavent (642) savaşlarında yenilgiye uğratıldı. Kısa bir süre içinde Mısır da Bizans İmparatorluğu'nun elinden alınarak İslam topraklarına katıldı.
Hz. Muhammed ve Arap fetihleri
Hz. Muhammed'in yakın arkadaşları ve halefleri olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (Ömer bin Hattab)'ın komuta ettiği bu büyük fetihler bile Arap ordularına yeterli gelmedi. Hz. Muhammed döneminde de İslam Ordularına komuta eden ünlü komutan Halid Bin Velid’in “Ordular zaferle çoğalır, yenilgiyle azalır” düsturunu benimseyen Müslüman Araplar, 711'e kadar, Kuzey Afrika'yı bir baştan bir başa geçerek Atlas Okyanusu'na kadar indiler. Buradan kuzeye yöneldiler; Cebelitarık Boğazı'nı aşarak İspanya'daki Vizigot Krallığı'nı yerle bir ettiler.
19 Temmuz 711 tarihinde İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethi, Müslümanların, Hristiyan Avrupa'nın tamamını yenilgiye uğratacakları yönünde bir beklentiyi ortaya çıkarmıştı. Ancak, 732 yılının Ekim ayında gerçekleşen Puvatva (Poitiers) Savaşı'nda Fransa'nın içlerine ilerlemiş bir Müslüman ordusu, sonunda Frenkler tarafından yenilgiye uğratıldığında, Avrupa’nın batısındaki İslam’ın yayılmasına da ilk defa bir set çekilmiş oldu. Yine de, Hz. Muhammed’in söylemiyle coşmuş bu Bedeviler, bir yüzyılı bulmayan bir savaş dönemi içinde, Hindistan sınırından Atlas Okyanusu'na uzanan devasa bir imparatorluk; dünyanın o güne dek gördüğü en büyük imparatorluğu kurmuşlardı. Bu fetihler siyasi ve coğrafi birliği sağlamanın yanında, fethedilen her yerde, yeni inanca büyük ölçüde yöneliş eninde sonunda gerçekleşiyordu.
Bu fetihlerin tümü günümüze kadar kalıcı olmadı. Persler (İranlılar), İslam’a bağlı kalmakla birlikte, o zamandan bu yana Araplardan bağımsızlıklarını geri aldılar ve İspanya'da yedi yüzyıldan fazla süren savaş, Hristiyanların yarımadanın tamamını yeniden ele geçirmeleriyle sonuçlandı. Bununla birlikte, eski uygarlıkların iki beşiği olan Mezopotamya ve Mısır, tıpkı Kuzey Afrika kıyılarının tamamı gibi Arapların hakimiyeti altında kaldı. Yeni din yıllar içinde ilk Müslüman fetihlerinin ulaştığı sınırların çok ötesine doğru yayılmaya devam etti. Günümüzde Afrika ve Orta Asya'da on milyonlarca, Pakistan, Kuzey Hindistan, Bangladeş ve Endonezya'da ise daha fazla sayıda Müslüman yaşıyor. Yeni inancın Endonezya'da birleştirici bir etken olduğu biliniyor. Bu arada Hindistan toprakları içinde Müslümanlar ve Hindular arasındaki çatışma potansiyeli varlığını korumaya devam ediyor.
Hz. Muhammed’in İnsanlık Tarihi Üzerindeki Etkisi
O halde Hz. Muhammed'in insanlık tarihi üzerindeki etkisinin kapsamı, genişliği ve derinliği nasıl değerlendirilmelidir? Bütün dinler gibi İslam dini de müminlerinin hayatları üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Dünyadaki siyasi, bilimsel, kültürel vb. yönlerden dünya çapında bilinen etkili insanlara göre büyük dinlerin kurucularının etkilerinin bir bakıma daha yüksek olmasının nedeni budur.
Dünya üzerinde Müslümanların yaklaşık iki katı Hristiyan yaşadığına göre, Hz. Muhammed'in Hz. İsa’dan daha üst sırada yer alması başlangıçta belki biraz tuhaf görünebilir. Bununla birlikte, Hz. Muhammed’i öne çıkaran iki temel sebebi görmemiz gerekiyor:
Birincisi; Hz. Muhammed İslam'ın gelişiminde, Hz. İsa'nın Hristiyanlığın gelişiminde oynadığından daha önemli bir rol oynamıştır. Hz. İsa; Hristiyanlığın temel ahlaksal ve manevi akidelerini (bunların Yahudilikteki akidelerden farklı olanlarını) ortaya atmış olmakla birlikte, Hristiyan teolojisini geliştiren, yayılmasını sağlayan esas kişi ve Yeni Ahit'in büyük bir bölümünün yazarı Tarsuslu Aziz Paul (Pavlus)'dur. Hz. Muhammed ise İslam'ın hem teolojisini hem de temel ahlaki ve manevi ilkelerini ortaya koyan kişidir. Buna ek olarak yeni inancın kabul görmesinde ve İslami ibadetlerin yerleşmesinde en önemli rolü tek başına oynamış, inananlara tüm yönleriyle rehberlik etmiştir.
İkincisi; kendisine vahiy yoluyla gelen Müslümanlığın kutsal kitabı Kur'an'ın da bir yönüyle tek başına ‘yazarı’ Hz. Muhammed’dir. Söylediklerinin çoğu sağlığında aşağı yukarı aslına sadık kalınarak kayda alınmış ve ölümünün üzerinden fazla zaman geçmeden, hüküm niteliği taşıyacak şekilde bir araya getirilmiş hadisler de çok etkili olmuştur. Dolayısıyla Kur'an, Hz. Muhammed'in fikir ve öğretisini temsil eder. Hz. İsa'nın öğretisinin bu şekilde derlenmiş hali elimizde bulunmuyor. Müslümanlar için Kur’an, en az İncil'in Hristiyanlar için taşıdığı önemi taşıdığından, Hz. Muhammed'in Kur'an yoluyla yarattığı etkinin çok büyük olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle bile Hz. Muhammed'in İslam üzerindeki göreceli etkisinin, Hz. İsa ve Aziz Paul'un Hristiyanlık üzerinde birlikte bırakmış oldukları etkiden daha büyük olması sonucu ortaya çıkıyor. O halde, salt din düzeyinde bakıldığında Hz. Muhammed'in insanlık tarihi üzerinde Hz. İsa ve Aziz Paul’un ortak etkisinden daha büyük etkiye sahip olduğunu söylemek mümkündür.
Bunun ötesinde, Hz. Muhammed (Hz. İsa'dan farklı olarak) dinsel olduğu kadar din dışı alanlarda da bir lider olarak öne çıkan, etkisi büyük olan bir kişiydi. Hatta, Arap fetihlerinin arkasındaki itici güç olarak, tüm zamanların en etkili siyasal lideri olarak değerlendirilse yeridir. Kendisinin vefatından sonra bile anlatılarının ve söylediklerinin etkisi artmaya devam etmiştir. Söz gelimi, çok genç bir yaşta Osmanlı Devleti’nin başına geçen Sultan Mehmet; Hz. Muhammed'in “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” sözleri ile müjdelediği fethi gerçekleştirecek kişi olabilmek için O’nun vefatından 821 yıl sonra, tahta çıkar çıkmaz tüm enerjisini İstanbul’u fethetmeye adamış ve kısa bir süre sonra, 29 Mayıs 1453 tarihinde Bizans’ı tarihe gömen kutlu Fatih olmuştur.
Hz. Muhammed Hiç Yaşamamış Olsaydı, Araplar Çok Geniş Bir Coğrafyaya Hakim Olamazlardı
Önemli tarihsel olayların birçoğu için, kaçınılmaz oldukları ve olayların yönlendiren siyasal lider olmadan da ortaya çıkacağı söylenebilir. Örneğin, Simon Bolivar hiç yaşamamış olsaydı da Güney Amerika kolonileri muhtemelen özgürlüklerini kazanacaklardı. Ancak Arap fetihleri hakkında bu söylenemez. Hz. Muhammed'den önce benzeri bir olay görülmemişti ve fetihlerin O'nsuz da başarılabilecek olduğuna inanmak için hiçbir neden yoktur.
İnsanlık tarihinde bu olguyla karşılaştırılabilecek tek fetih olarak; on üçüncü yüzyılda Moğollar ve Türklerin ortaklaşa, temelde Cengiz Han'ın etkisine ve liderliğine bağlı olarak gerçekleştirilen fetihler gösterilebilir. Ancak, bu fetihlerin yayılma alanı Müslüman Arapların fetihlerine göre daha geniş olmakla birlikte, Cengiz Han’ın fetihleri ancak kendisinin ömrü kadar kalıcı olabilmiştir. Ölümü sonrasında dört oğlu arasında imparatorluğun pay edilmesi ve arkasından her bir parçanın teker teker tarih sahnesinden silinmesi süreci gelmiştir.
Bu yönüyle Arapların fetihleri tarihte çok farklı bir yere sahip olmuştur. Bugün Irak'tan Fas'a kadar, sadece İslam inancıyla değil, aynı zamanda Arap dili, tarih ve kültürüyle birleşmiş bir Arap ülkeleri zinciri uzanıyor. Kur'an'ın İslam dininin merkezinde olması ve Arapça yazılmış olması, Arap dilinin aradan geçen on üç yüzyıl boyunca herkes tarafından anlaşılamayacak lehçelere ayrışmasını büyük bir olasılıkla engellemiştir. Arap devletleri arasında farklılıklar ve bölünmeler olmasına rağmen, İslam ve Kur’an’ın, Arapları; milliyetçilik akımları ortaya çıkmadan çok daha önce bir arada tutan önemli faktörler olarak görülüyordu.
Sonuç
O halde görüyoruz ki yedinci yüzyıldaki İslam inancıyla coşan Araplar, geniş coğrafyalara uzanan fetihleriyle insanlık tarihi üzerinde günümüze kadar önemli bir rol oynamaya devam etmişlerdir. Araplarla birlikte İslam nüfusunun 1 milyar 570 milyona (dünya nüfusunun %23’ü) ulaşmış olması ve Müslümanların dünyada geniş bir coğrafyaya hâkim olmaları gerçeği bile, tek başına, Hz. Muhammed’in “insanlık tarihindeki en etkin kişi” unvanını hak ettiğini bizlere kanıtlıyor.
Öte yandan, Harvard Üniversitesi’nden Profesör Gibb’in “Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Arap İmparatorluğu’nun hatırasını tarihin en önemli olayı sayan, buna ek olarak Arap dilini ve onun kültürel mirasını ortak ata mirası olarak kabul eden herkes Arap’tır!” söylemine yakın bir manada kendilerini tanımlayan Araplar, İslam tarihinin ilk devirlerine Arap İmparatorluğu idaresi altında toplanan İslam toplumları, sekizinci yüzyıldan itibaren farklı etnik milletleri de içine alan bir İslam İmparatorluğu’na dönüştü. Böylece İslamiyet, Arap fatihlerin millî ve kabilevi bir dini olmaktan çıkıp, günümüze kadar uzanan şekliyle genellik vasfını kazandı. İslam, sadece Arapların değil tüm insanlığa mal olmuş bir din oldu. Bu hakikat, Hz. Muhammed’in etkisinin de zamanla tüm insanlığı kucaklaması sonucunu doğurdu.
Kaynakça
Michael H. Hart. Dünyaya Yön Veren En Etkin 100. (Çev. Nurşan Üstüntaş). Güney Kitap, İstanbul. 2019.
Bernard Lewis. Uygarlık Tarihinde Araplar. (Çev. Hakkı Dursun Yıldız). Pegasus Yayınları. 1. Baskı. İstanbul. 2006.
Juan Cole. İslam Dünyasını Kavramak. (Çev. Deniz Merdevan). Sitare Yayınları. 1. Baskı. İstanbul. 2010.
Ali Çimen, Göknur Göğebakan. Tarihi Değiştiren Savaşlar. Timaş Yayınları. 6. Baskı. İstanbul. 2009.