Kahramanmaraş Depreminden Alınacak Dersler Nelerdir?
Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir, ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir” sözünü rehber edinmenin tek çıkar yol olduğu görülmelidir. Doğal afetlerin üstesinden gelinir ama toplumsal fay hattının yarattığı depremlerle mücadele çok daha zordur.
Sevgili dostlar, ünlü boksör Mike Tyson’ın “Suratının ortasına yumruğu yiyene kadar herkesin bir planı vardır” sözü, planlama derslerinde mutlaka yer alması gereken bir sözdür. Afetler de toplumun suratının ortasına aniden atılmış bir yumruk gibidir. Afete müdahaleye yönelik planlamalar bir anda çözümsüz kalabilir. Ama bunun çaresi, plan yapmamak değildir. Mutlaka çözümsüz kalan planların alternatiflerinin olması gerekir. Kurumsallaşması üst düzeyde olan toplumlarda planlama yetersiz kaldığında, kurumsal refleks devreye girer ve kriz durumundan çıkabilmek mümkün olur.
Afete hazırlık düzeyi, toplumların kurumsallaşma düzeyine bağlı olarak değişir. Afet yönetimi özelinde konuşmak gerekirse, afet öncesi (zarar azaltma ve hazırlık), afet esnası (afete müdahale) ve afet sonrası (iyileştirme) safhalarını içeren planlar, az ya da çok bütün devletlerin kurumsal yapıları içinde yapılmaktadır. Planlamada öngörülen durumları aşan afet büyüklüğü ile karşılaşıldığında, devletin kurumsal yapısı devreye girer. Acil durumları yönetme kapasitesi, sadece bir kurumun altından kalkabileceği kadar basit bir konu değildir. Çünkü afetlere karşı müdahale topyekûn olmalıdır. Şimdi bunu açmaya çalışalım.
Canlı bir organizma, yaşamsal ciddi bir tehditle karşılaştığında hayatta kalma refleksleri devreye girer. Bu andan itibaren salgılanan hormonların işlevi, organizmanın acilen göstermesi gereken tepkileri harekete geçirmektir. Kalp atışları hızlanır, acıya karşı duyarlılık azalır ve bütün vücut sistemi harekete geçirilir. Toplumları canlı organizmaya benzeten ilk düşünür, İbn-i Haldun’dur. Comte, Durkheim ve Spencer da bu organizmacı yaklaşımı savunmuşlardır. Buna göre toplumlar organik bir bütün olarak kabul edilir. Devlet adını verdiğimiz siyasi örgütlenmenin toplumdan ayrı bir varlık olarak kabulü, 16. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Yani devlet, toplumu içermeyen ama onun varlığı için tarihsel olarak var olması gereken siyasal bir yapıdır.
Devlet ve toplum bir bütün olarak kabul edildiğinde, yaşamsal bir tehdit olarak ortaya çıkan afetlerde bu bütünün, sahip olduğu kapasitesi ile yaşamsal tehdide karşı refleks göstermesi gerekir. Nasıl ki, bir canlı acil durumda bu refleksi gösteremediğinde hayatını kaybetme riski ortaya çıkarsa, devlet ve toplumlar da acil durumlarda gereken refleksi gösteremediği durumda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu nedenle afetler gibi hem toplumu hem de devleti tehdit eden olaylara karşı, var olan bütün kapasitenin kullanıldığı bir müdahale gerekmektedir.
Peki, bu kapasitenin içinde neler vardır? Devletin bütün kurum ve kuruluşları ile bunların bütün imkân ve kabiliyetleri, özel kurumların var olan ve geliştirdikleri yetenekleri, sivil toplum örgütlerinin bu konuya yönelik örgütlenmeleri, gönüllü ekipler ve bireyler, toplumun eğitimli ve yetişmiş insan gücü dâhil olmak üzere ülkede olabilecek bütün araç, gereç ve kapasite, topyekûn mücadelenin unsurlarını oluşturur. Dolayısıyla afete müdahalede koordinasyondan sorumlu olan yapının görevi, bütün bu unsurların etkin biçimde afete müdahale edebilmesini sağlayacak ölçüde gayretlerin yönetimidir. “Her şeyi ben yapacağım” düşüncesi asla bir koordinasyon şekli değildir.
Koordinasyon kelimesi, etimolojik olarak “birlikte uyum içerisinde düzenleme” anlamı taşımaktadır. Bir tek kurumsal yapıya “her şeyden sen sorumlusun” demek, afet gibi karmaşıklığın kaosa dönüşmek üzere olduğu kriz ortamlarında yönetmeyi bilmemek demektir. Kurumsal olmayan yardımların afet bölgesine girişi karmaşıklığı artıran bir etki yapabilir ve müdahaleyi ve yardımları geciktirebilir. Bu nedenle afet bölgesine araç girişlerinin kısıtlanması, kamu güvenliği adına kabul edilebilir bir durumdur. Ancak, “gelen bütün yardımları ben dağıtacağım” demek hiçbir kurumsal kapasitenin kaldırabileceği bir yük değildir, doğru da değildir. Ayrıca yardımların dağıtımında gecikmeye ve dengesizliğe neden olur. Bunlar kişisel kanaat olmanın ötesinde yönetim bilimi bakımından tarihsel bilgiye dayanan gerçeklerdir. Oysa herkesin ulaşıp ihtiyaç sahiplerine dağıtabildiği yardımların fazlalık kısımları için bir toplama merkezi oluşturmak, daha akılcı ve etkili bir çözüm olabilir. Öncelik, insanların acil ihtiyaçlarının bir şekilde süratle karşılanması olmalıdır. Afet bölgeleri hiç kimsenin, hiçbir kurumun, hiçbir örgütün egolarını tatmin ve kendi reklamını yapma mekânı değildir. İlk ve acil olarak yapılması gereken, hayatların kurtarılması ve emniyetinin sağlanmasıdır.
Afetlere müdahale eden çok sayıda yapının içerisinde kamu kurum ve kuruluşları da bulunmaktadır. Örneğin kurumsal kapasitesi afet bölgesindeki yerel yönetimlerden daha yüksek olan büyükşehir belediyeleri, afetle birlikte bölgedeki kamu hizmeti eksikliğini gidermek için harekete geçer. Bu anlamda yerel yönetimlerin afet bölgesine müdahale için merkezi yönetimin onayına ihtiyacı yoktur. Anayasanın 123. Maddesinde “idarenin bütünlüğü” ilkesi yer almaktadır. Yani idare yönetsel olarak merkezi ve yerel yönetimler olarak ayrılsa da, siyasi olarak bir bütündür. Zaten siyasi bütünlük olmasa, o zaman üniter devlet yapısından söz edilemez.
Yerel yönetimlerin bir biçimi olan belediyelerin başında siyasi partiler tarafından aday gösterilen ve yerel halk tarafından seçilen bir belediye başkanı görev yapar. Ancak belediye başkanının siyasi parti kimliği yerel yönetimleri bir kamu kuruluşu olmaktan çıkarmaz. Bu nedenle siyasal iktidar, kendi partisinden olan/ olmayan diye bir belediye ayrımına gidip, kaynakların tahsisinde adaletsiz davranamaz. Eğer davranırsa Anayasal suç işlemiş olur. Hele ki, afet gibi bütün toplumun karşı karşıya kaldığı bir afette siyasi parti kimliğinin öne çıkarılması, sadece anayasal bir suç olmanın ötesinde, kamu yararı kavramında ve kamu vicdanında karşılığı olmayan bir tutumdur. Bu nedenle siyasal iktidar, afet bölgesindeki her eleştiriyi siyasi bir eleştiri olarak görme kolaycılığına sığınamaz. Eğer halk (haklı ya da haksız) bir aksaklık hissediyor ve bunu dile getiriyorsa, bu eleştiri vergi ödeyen her vatandaşın en doğal hakkıdır. Devletin yönetiminden sorumlu olan siyasal iktidarın, bu eleştirilere karşı normal koşullardan daha fazla hoşgörülü davranması, hukuki, vicdani ve ahlaki bir sorumluluktur.
Afetlerin büyüklüğüne bağlı olarak, afete bağlı ikincil ve müteakip etkiler, toplum sağlığı açısından büyük bir risk barındırır. Bu nedenle afete müdahalede arama ve kurtarma çalışmaları ile birlikte başlayan ve takip eden süreçte, kişisel temizlik ve alt yapı kaynaklı çevre temizliği önem kazanır. Özellikle Kahramanmaraş Depremi gibi büyük bir bölgeyi etkileyen depremlerde bu risk daha fazladır. Çünkü kamu hizmetlerinin dengeli biçimde yeniden tesisi için kurumsal kapasite yetersizliği en üst düzeyde hissedilmektedir. Bu aşamada yüksek kapasiteli büyükşehir belediyelerinin herhangi bir talimat beklemeksizin altyapısal sorunları giderici çözümler üretmek için afet bölgesini desteklemesi, afetle topyekûn mücadelenin ve Anayasanın 123. Maddesinde ifade edilen idarenin bütünlüğü ilkesinin en tabi gereğidir.
Afetlerin ikincil ve müteakip etkileri açısından sadece yerel yönetimlerin imkânları ve destekleri yeterli değildir. Örneğin çok büyük bir risk olan salgın hastalık ihtimaline karşı merkezi yönetim, yerel yönetimlerin altyapı sağlama desteğinin yanında sağlık hizmetlerini takviye ederek toplum sağlığı önlemlerini artırır. Kısacası afetin yarattığı etkilerin üstesinden gelmek, merkezi ve yerel yönetimin birlikte çalışması ile mümkün olabilir. Afet bölgesinde yaşanan sıkıntılar düşünüldüğünde, bunun sadece hukuki bir zorunluluk değil, ahlaki ve vicdani sorumluluk olduğu da unutulmamalıdır.
Bu maksatla afete müdahale sonrası dönemde şunlara dikkat etmek gerekmektedir;
1. Muhtemelen ilk başta yaşanan yardım yoğunluğu, afetin birinci ayından itibaren azalacaktır ama afetzedelerin sorunları azalmayacaktır. Yardımların organizasyonunda ve koordinasyonunda uzun soluklu tedbirler alınmalıdır. Konutlara yerleşim anlamında olmasa bile, bu desteğe en az bir yıl boyunca dengeli biçimde ihtiyaç duyulacağı gözden kaçırılmamalı, kamuoyunun farkındalığı ve bilinç düzeyi üst düzeyde tutulmalıdır.
2. Enkaz kaldırma çalışmaları başladığı andan itibaren çevresel etkileri göz önüne alınmalı, üniversiteler ve bilim insanlarının önerilerine göre bir atık yönetim süreci sürdürülmelidir. Atıkların geri dönüşüm süreçleri ayrıca planlanmalıdır.
3. Çok kısa süre içerisinde altyapısal eksiklikler ortadan kaldırılarak, içme ve kullanma suyunu afetzedelerin hepsi için erişilebilir kılmak gerekmektedir. Bu konuda merkezi ve yerel yönetimlerin bütün imkânları birleştirilmelidir.
4. Sivil toplum örgütlerinin işgücüne bu uzun süreçte daha fazla ihtiyaç duyulacağı bilinmelidir. Gönüllü yapılar, her zaman bu tür uzun soluklu çabaları daha kolay destekleyebilmektedir. Bu amaçla, sivil toplum örgütlerinin kapasitelerinin artırılması, devleti yönetme sorumluluğu olanları rahatsız etmemeli, mutu etmelidir. Özellikle eğitim, çocukların psikolojik rehabilitasyonu gibi toplumsal konularda, sivil toplum örgütlerinin çok başarılı uygulamalara imza attığı, 1999 Marmara depremi sonrasında görülmüştür.
5. Kamu güvenliğinin hem kurtarma, hem enkaz kaldırma, hem de sonrası süreçte bütün imkânlar kullanılarak mutlaka sağlanmalıdır. Kamu güvenliği olmadıkça diğer kamu hizmetlerinin düzenli ve dengeli sunumunun mümkün olmayacağı bilinmelidir.
6. Yerelde afete müdahale kapasitesi mutlaka artırılmalıdır. Sadece merkezi olarak afete müdahalede, gecikme yaşanması kaçınılmazdır. Bu kapsamda yereldeki gönüllü örgütlenmelerin önündeki engeller kaldırılmalıdır ve desteklenmelidir. Bir dönem uygulanmış olan “Mahalle Afet “Gönüllüleri” çok yararlı bir uygulama olarak değerlendirilebilir.
7. Kamu hizmetlerinin yurt sathında dengeli yürütülebilmesi için bölgeye ilgili bakanlıkların personeli takviye olarak gönderilmeli, gerekirse takviye personele ilave tazminat gibi özendirici tedbirler uygulanmalıdır.
Sonuç
Afetler toplumsal travma yaratır ve hayatın normal akışını kesintiye uğratır. Bu travmadan çıkmak için toplumlar topyekûn mücadele etmek zorundadır. Bu mücadele için birlikte ve birlik ruhuyla hareket etmek, sadece siyaset kurumunun değil, bütün vatandaşların görevi ve sorumluluğudur. Bizi ayrıştıran konular bulmak istersek kolaylıkla birçok konuda ayrışabiliriz. Oysa bizi ortak bir çatı altında birleştiren çok güçlü bir bağ vardır. Bu bağ, ulus-devlet yapısının bir unsuru olan yurttaşlık temelinde tanımlanmış vatandaşlıktır. Bizi ayrıştıran konular üzerinde bütün toplumun potansiyelini yıpratmak yerine, bizi bir arada tutan değerlere odaklanmak, bütün toplumun menfaatinedir ve afetle topyekûn mücadelenin gereğidir.
Doğa olayları büyük bir bilimsel kesinlikle tanımlanabilen olaylardır. Bu olaylara karşı alınabilecek tedbirlerin doğası gereği bilimsel olması gerekmektedir. Bugüne kadar yaşananlardan çıkarılacak dersi tek kelimeyle tanımlamak gerekirse, bu kelime “bilim”dir. Artık kişisel ahlaksız ihtirasları, haksız para hırsını, etik dışı siyasi ikbal arzusunu, makam ve mevki için etik dışı mücadele hırsını, kendi menfaati için doğanın sömürülmesini, kendi yaşamı için diğer canların yok edilmesi isteğini, depremde kaybettiğimiz canlarımızla birlikte gömme vaktidir. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir, ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir” sözünü rehber edinmenin tek çıkar yol olduğu görülmelidir. Doğal afetlerin üstesinden gelinir ama toplumsal fay hattının yarattığı depremlerle mücadele çok daha zordur.
Saygı ve sevgiyle…