Montrö Perspektifinde Karadeniz'de Amerikan ve Rus Nüfuz Politikaları
Rusya ve Ukrayna ile yakın ilişkilerini sürdürmeyi arzu eden Türkiye, ibrenin iki ülkeden birine kaymaması ve/veya bu anlama gelecek bir görüntü vermemek için dikkatli bir dış siyasa ve diplomasi yürütmüştür. Aynı zamanda NATO üyesi olması nedeniyle, ABD liderliğindeki Batı kampıyla ters düşmeyecek şekilde Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımları, “pasif” bir tutumla desteklemeyi gerekli görmüştür. Tüm bunları aşacak şekilde, bir yandan Ukrayna’ya silahlı insansız hava araçları ve hassas güdümlü mühimmatını satmaktan geri kalmayan Türkiye, Rus savaş gemilerinin Türk Boğazları üzerinden Karadeniz'e girmesini engelleme pahasına Montrö Boğazlar Sözleşmesi maddelerini uygulamaktan çekinmemiş, sözleşmenin kendisine verdiği yetkileri kullanma dirayetini göstermiştir.
Türkiye 24 Şubat 2022 tarihinde Putin Rusya’sının Ukrayna’yı işgal etmek için başlattığı savaşta ve öncesinde, denge ve biraz da aktif tarafsızlık politikasını yürütme arayışında olmuştur. Hem Avrupa hem de Asya ülkesi olarak Türkiye, Karadeniz üzerinden komşusu olduğu iki ülke arasında taraf tutmadan kendine özgü bir siyaset izlemeyi benimsemiştir. Rusya ve Ukrayna ile yakın ilişkilerini sürdürmeyi arzu eden Türkiye, ibrenin iki ülkeden birine kaymaması ve/veya bu anlama gelecek bir görüntü vermemek için dikkatli bir dış siyasa ve diplomasi yürütmüştür. Aynı zamanda NATO üyesi olması nedeniyle, ABD liderliğindeki Batı kampıyla ters düşmeyecek şekilde Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımları, “pasif” bir tutumla desteklemeyi gerekli görmüştür. Tüm bunları aşacak şekilde, bir yandan Ukrayna’ya silahlı insansız hava araçları ve hassas güdümlü mühimmatını satmaktan geri kalmayan Türkiye, Rus savaş gemilerinin Türk Boğazları üzerinden Karadeniz'e girmesini engelleme pahasına Montrö Boğazlar Sözleşmesi maddelerini uygulamaktan çekinmemiş, sözleşmenin kendisine verdiği yetkileri kullanma dirayetini göstermiştir.
Türkiye’nin bugün sahaya yansıttığı gücün kaynağını, Karadeniz’in tarihsel önemi ile bu denizde Rusların hakimiyet tesis etmelerine engel olma stratejisinin geçmişten günümüze yansıyan kodları oluşturuyor.
1453 yılında İstanbul’un fethiyle birlikte Türklerin boğazlarda kurduğu hâkimiyet Karadeniz’in Türk gölü olmasının kapılarını aralamıştır. Nitekim Kırım'ın 1475 yılında fethedilmesinin ardından Osmanlı İmparatorluğu tüm yabancı gemileri Karadeniz'in dışında bırakarak üç yüzyıl boyunca etkin bir şekilde Karadeniz’i bir "Türk gölü" haline getirmiştir. Bu durum 19. yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı arasındaki 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması uyarınca, Rus ticaret gemileri, Karadeniz’le Akdeniz’de hareket serbestisine sahip olabilme ve istedikleri zaman boğazlardan geçebilme, Osmanlı limanlarını kullanabilme haklarına kavuşmuşlardır. Bundan sonra Karadeniz’de tüm denge Ruslar lehine değişmeye başlamış ve Karadeniz bir Türk gölü olmaktan çıkmıştır. Bundan sonra Karadeniz’i başkalarıyla paylaşma zorunluluğu, Türk topraklarını kuzeyin sert rüzgarlarına ve ayıların istilasına açık hale getirmiştir.
Rus Çariçesi Büyük Katerina, Kırım’ı himayesi altına aldı ve Rus ticaret gemileri için Boğazlardan geçiş özgürlüğünü elde etti. Sonrasında Boğazlar meselesi yıllar boyunca büyük güçlerin gelgitlerine maruz kaldı. Ancak Boğazların tüm savaş gemilerine kapalı tutulmasına ilişkin "kadim kural", Sovyetler Birliği'nin kurulmasından sadece bir yıl sonra, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması'na kadar devam etti. Antlaşma, savaş gemileri de dahil olmak üzere tüm gemilerin, barış döneminde geçiş özgürlüğü ilkesini getirdi. Ayrıca antlaşmanın Boğazların askerden arındırılmasını da içeren çeşitli hükümlerini denetlemek üzere bir Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun kurulması kararlaştırıldı.
1931 yılına gelindiğinde Türkiye, Lozan Antlaşması'nın getirdiği Boğazların “gayri-askerî” statüsünün Türkiye'nin meşru müdafaa hakkıyla bağdaşmadığını ifade etmeye, değişen dünya dengeleri içinde endişelerini dile getirmeye başladı. Almanya'nın silahlanma politikasına geri dönüşü, İtalya’nın Habeşistan'ı (Etiyopya) işgali, uluslararası güç dengesini ve Milletler Cemiyetinin kurmaya çalıştığı kolektif güvenlik sistemini ortadan kaldırdı. Büyük bir savaşın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bu dönemde Türkiye, Boğazlara yönelik Lozan’ı aşan bir köklü değişikliğin diplomatik yollardan gerçekleştirilmesinin kapılarını araladı.
Aynı yıllarda Sovyetler, Karadeniz'i kıyı devletleri dışında herkese kapalı hale getirme gayreti içerisindeydi. Ukrayna ve Gürcistan o dönemde Sovyetler Birliği'nin bir parçasıydı, Romanya ve Bulgaristan ise Sovyet müttefikiydi. Birleşik Krallık ve müttefikleri ise, Sovyet savaş gemilerinin Akdeniz'e istedikleri zaman girip çıkabilmelerini ve düşmanları tarafından takip edildiklerinde Karadeniz'e sığınabilme imtiyazına sahip olmalarına bir sınırlama getirmek istiyordu. İngiltere ayrıca Türkiye'nin Boğazlara tam egemen olmamasından yanaydı ve Boğazlar üzerinde söz sahibi olabilmesini sağlayacak bir denetim mekanizmasında bulunmayı arzu ediyordu. İngiltere’nin bu görüşlerine Sovyetler ve Türkler birlikte karşı çıkarken, o dönemde tekrar kıtasına çekilen ABD ise sesini çıkarmıyordu. Sovyet ve İngiliz çıkarlarının çarpışma sahnesi haline gelen Montrö görüşmelerinden kârlı çıkan taraf Türkiye oldu.
Böylece, Türklerin fiili olarak Boğazlar üzerindeki egemenliğini rafa kaldıran geçmişteki düzenlemeler, 1936 yılında imzalanan Montrö Sözleşmesi ile rafa kaldırıldı. Boğazların tam egemenliği ve kontrolü Türkiye’ye geçti. Montrö, “Boğazlardan transit geçiş serbestliği” ilkesini getirdi.
Karadeniz bağlamında güvenlik bakımından bu sözleşme; hem kıyıdaş hem kıyıdaş olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin Boğazlar yoluyla geçişini düzenlemesi, Karadeniz’de deniz unsurlarının mevcudiyetine birtakım sınırlamalar ve düzenlemeler getirmesi yönüyle 1936’dan günümüze önemini hep korudu.
Montrö hükümleri, Sovyetler Birliği için bazı avantajlı ifadeler içeriyor olsa da Joseph Stalin’in beklentilerini tam karşılamaktan uzak görülüyordu. Nitekim Stalin, 1945 yılındaki Potsdam Konferansı'nda durup dururken, Montrö Sözleşmesi'nin tekrar gözden geçirilmesi konusunu gündeme getirdi. Üç Büyük Gücün (Sovyetler Birliği, İngiltere ve ABD) konuyu Türk hükümetiyle ele alması kararlaştırıldı. Ancak Sovyetlerin Türkiye'ye toprak vermesi ve Boğazlar üzerinde ortak kontrolü kabul etmesi için yaptığı baskı, Türkiye'nin yüzünü Batı’ya dönmesiyle ve 1952 yılında da NATO'ya katılmasıyla son buldu.
Soğuk Savaşın sonuna kadarki süre zarfında ise Karadeniz’in etrafındaki durum ile askeri ve stratejik önem, nadiren uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Bu dönemde, Sovyet donanması her ne kadar Karadeniz havzasında çeşitli denizaltı, suüstü üs ve tersanesine sahip olduysa da, NATO’nun Türkiye üzerinden İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını Ruslara kilitleyen hakimiyeti, Sovyet donanmasının Akdeniz istikametine çıkışını kontrol altında tutmayı başarmıştır.
Soğuk Savaş sonrasında ise NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin eski Doğu Avrupa ülkelerini de içine alarak doğuya doğru genişlemesinin, Kafkaslar ve Orta Asya’nın da içerisinde yer aldığı Türkiye’nin kuzeyinde sürdürülen rekabetin Karadeniz ve Karadeniz’in tek çıkış yolu olan Türk Boğazları üzerinde de yansımaları görülmeye başlandı.
Türk Boğazları kavramıyla, 30 km uzunluğundaki İstanbul Boğazı ile 69 km uzunluğundaki Çanakkale Boğazı ve ikisi arasındaki 204 km uzunluğundaki Marmara Denizi’nden gemilerin ve denizaltıların geçiş alanı ile bu alanı çevreleyen kıyı şeridi kastedilmektedir.
1990’lı yıllarda Türk kamuoyunda Türk Boğazlarının statüsüne yönelik tartışmalar yapılmıştır. Özellikle Boğazlarda artan gemi trafiği, tanker kazalarının neden olduğu güvenlik sorunları vb. gündeme getirilmiştir. Bazı uzmanlar Montrö sözleşmesinde Türk makamlarına gemilerin geçişini düzenleme, çevrenin korunması ve güvenliğin artırılması için önlemler alma, gemileri güvenlik nedeniyle durdurma, arama yapma, ticari gemilere kılavuz alma zorunluluğunun getirilmesi benzeri önemli noktalara işaret etmeye başlamışlardır. İlk bakışta oldukça dikkat çeken bu konuların Türkiye lehine Montrö’de yeniden düzenlenebilmesi için sözleşmenin hükümlerinin masaya yatırılması gerektiği konuşulurken, bu konuların gündeme getirilmesine karşı çıkan bir görüş ağırlık kazanmaya başlamıştır. Zira, Montrö’nün temel çıkarları Ankara’nın çıkarlarına son derece uygun olduğu gibi, Türk kamuoyunun gündemine getirilen önemli ancak “ikincil” önemde olan konuların tartışılmasının bile pandoranın kutusunu açıp, hiç istenmeyen sonuçlarla Türkiye’nin karşı karşıya kalmasına neden olunabileceği öne sürülmüştür. Bu görüş Türk kamuoyunda da genel itibariyle kabul görmüş, sözleşmede yapılacak herhangi bir değişikliğe karşı çıkan “resmi görüş” ile uyumlu bir akademik görüş benimsenmiştir. Bu görüşe bağlılığın, günümüzde de bürokrasi çevrelerinde ve kamuoyunda büyük ölçüde korunduğu bilinmektedir.
2000’li yıllarda Karadeniz ve çevresinde yer alan kıyıdaş ülkeler ile Kafkaslar üzerinde nüfuzunu artırma gayretini saklamayan ABD ve AB ülkelerinin faaliyetleri hem Rusya’yı hem de Türkiye’yi ‘rahatsız’ eder hale geldi. Karadeniz’in artan stratejik öneminin farkında olan Türkiye, kendi kabiliyetini sınırlandırıcı birtakım gelişmelerin, sahip olduğu Boğazlar üzerindeki egemenliğini ve kontrol yetkisini erozyona uğratabileceğini değerlendirdiğinden, kendi müttefiki NATO ülkelerinin Karadeniz’e yönelik açılımlarını şüpheyle karşılar oldu. Rusya ise AB ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesini açık bir tehdit olarak gördüğünü ifade etmeye, Batı Bloku ise Rusları kızdırmamaya özen gösterir oldu.
Bu arada Rusların Karadeniz'deki üstünlüğü Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra çözülmeye başlamıştır. Bulgaristan ve Romanya 2004 yılında NATO'ya katıldı. Gürcistan'ın da aynı yolda ilerlemek istemesi ve geleceği için Batı'ya yönelmesi Rusya'yı bu ülkeyi 2008 yılında işgale teşvik etti. Kremlin iç kesimlerdeki Güney Osetya ve kıyıdaki Abhazya'nın kontrolünü ele geçirdi. Özellikle Abhazya’nın Karadeniz yönüyle önemini çok iyi bilen Moskova bugün Gürcistan'ın her iki bölgesini de işgal altında tutmayı devam etmeyi gerekli görüyor. Rusya ve Ukrayna’nın, Sovyetlerden kalma Karadeniz Filosunu paylaşmasını takiben iki ülke arasında varılan bir anlaşmayla Moskova Kırım'daki deniz üssünün kira kontratını en az 2042 yılına kadar uzatma hakkını elde etmişti. Ancak 2014 yılında Batı yanlısı devrim Rusya'yı kızdırdı ve Kırım yarımadasını önce işgal etti, sonra sözde referandumla ilhak etti. Uluslararası toplum bu yasadışı toprak gaspını tanımaya yanaşmadı. Aynı yıl Moskova asker göndererek Ukrayna'nın doğusundaki Donbas bölgesinin bir kısmını kontrol altına aldı. Rusya ayrıca Karadeniz donanmasını yeniden inşa etmeye başladı.
Mevcut Montrö Dengesinde; Karadeniz'e kıyıdaş gemiler, yabancı gemiler üzerinde önemli hak ve ayrıcalıklara sahiptir. Yabancı savaş gemileri Karadeniz'de 21 günden fazla kalamazlar. Karadeniz donanmaları bu kısıtlamalardan muaftır. Karadenizli olmayan donanmaların izin verilen toplam tonajı 45.000 tondur ve Karadenizli olmayan hiçbir güç bu sayının üçte ikisinden fazlasına sahip olamaz. Savaşan devletlerin savaş gemileri, a) savaşan taraflardan birinin Türkiye'nin de taraf olduğu yasal kolektif savunma hakları yükümlülükleri çerçevesinde hareket etmesi veya b) savaşan taraflardan herhangi birinin savaş gemisinin üssüne dönmek için Boğazlardan geçmek zorunda olması durumları haricinde "Boğazlardan [...] geçmeyecektir".
Bu son madde kapsamında, Rusya-Ukrayna Savaşı öncesinde Karadeniz dışında konuşlandırılan Rus Karadeniz Filosu savaş gemilerinin Boğazlardan geri dönmesine Türkiye izin verdi, ancak Rusya Montrö gereği savaş sona erene kadar savaş gemilerini Boğazlardan tekrar geçiremiyor. Bu da Moskova'nın Moskva gibi batan gemilerin yerine Rusya’nın dışardan Boğazları geçerek yeni bir gemi getirme şansını yok ediyor.
Rusya için Karadeniz’de kurduğu denge ve sahip olduğu “nüfuz” önemini koruyor. Ruslar açısından Karadeniz'in bir "Rus gölü" haline gelmesi gerekiyor. Ukrayna’dan kopardığı topraklara bakıldığında da, Rusların asıl niyetinin öncelikle Karadeniz’de Odesa ve Abhazya dahil kuzey kıyı şeridine sahip olmak olduğu anlaşılıyor. Azak artık bir Rus denizi haline gelmiştir. Fiilen Karadeniz’de bir Gürcistan ve Ukrayna donanmasından söz edilemiyor. Volga-Don Kanalı, Rusya'nın gemilerini Hazar Denizi'nden Azak Denizi'ne ve oradan da Kerç Boğazı üzerinden güneye, Karadeniz'e taşımasına olanak sağlıyor. Suriye rejiminin yanında yer almasının ödülünü alan Rusya, bu ülkeyle yaptığı bir anlaşmayla Tartus Limanı'nı güvence altına almış, Doğu Akdeniz’de kendine kalıcı bir üs tesis edebilmiştir. Böylece Rusya, uzun zamandır aradığı sıcak su limanına ve Karadeniz'den Akdeniz'e engelsiz giriş çıkışa kavuşmuş oldu. Kremlin Ukrayna'yı yasadışı işgalinde başarılı olursa, cesaretlenen Rusya muhtemelen Moldova'daki Rus destekli bir yerleşim bölgesi olan Transdinyester'i ilhak etmeye çalışacak ve topraklarını Ukrayna ve muhtemelen Romanya üzerinden Karadeniz'e kadar genişletmeyi hedefleyecektir.
Rusların bu genişleme arzusu elbette Türkiye’nin aleyhine olası gelişmeleri tetikleyebilecektir. Öte yandan, Türkiye’nin Karadeniz’de Küçük Kaynarca’dan itibaren başat (dominan) güç haline gelen Rusya karşısında ‘dengeleyici bir güç’ olarak Batı nüfuzunun ve etki alanının varlığına olan ihtiyacı de devam ediyor.
Öte yandan “Montrö Sözleşmesi tek bir güce, Rusya'ya, Karadeniz'e hâkim olma ve kıyı devletlerini tehdit etme, saldırma ve işgal etme imkânı veriyor” benzeri değerlendirmeler Batı dünyasında gündeme getiriliyor. ABD’de bazı çevreler Ruslara uygulanan Ukrayna kaynaklı yaptırımlar devam ederken, Karadeniz’de de Amerikan varlığının artması gerektiğini savunuyorlar. Hatta, Rus ablukası nedeniyle Karadeniz’den tahıl yüklü gemilerini Türk Boğazlarına ulaştıramayan Ukrayna’yı desteklemek için NATO öncülüğünde bir donanmanın “insani yardım maksatlı” bu konvoyları Ruslara karşı koruması gerektiği de önerilmiştir. Batı dünyasında bu tür tartışmaların yaşandığı dönemde, Türkiye’nin aktif çabasıyla Rusya ile Ukrayna arasında tahıl sevkiyatına yönelik bir antlaşmaya varılması mümkün olmuş, şimdilik Karadeniz’e NATO donanmasının gönderilmesi düşüncesi ve ihtiyacı rafa kalkmıştır.
Bununla birlikte Ukrayna’yı uluslararası hukuka aykırı bir işgal hareketi başlatan Rusya’nın cezalandırılması gerektiği hususu gündemdeki yerini korumuştur. Rus saldırganlığına bir yanıt olarak, ABD Senatörleri Jeanne Shaheen ve Mitt Romney, bu yılın Temmuz ayı içerisinde ABD'nin bir Karadeniz güvenlik ve kalkınma stratejisi geliştirmesini gerektirecek bir yasa tasarısı sundular. Bu yasa tasarısına göre, Montrö Sözleşmesi'nin amacı Karadeniz'e giriş çıkışları ve savaş gemilerinin boyutlarını kontrol ederek büyük güçlerin rekabetini ve silahlı çatışmaları önlemekti. Bölgeye güvenlik ve istikrar sağlamak için kurulmuş olsa da, mevcut gerçeklikte tek bir güce, Rusya'ya Karadeniz'e hakim olma ve kıyı devletlerini tehdit etme, saldırma ve işgal etme imkanı vermektedir. Rusya'nın manevraları Montrö Sözleşmesi'nin amacını baltalıyor ve bu nedenle anlaşmayı sona erdirme ya da güncelleme zamanının geldiğini yasa tasarısı üstü kapalı olarak ima ediyor.
Bu yasa tasarısını destekleyecek şekilde Batı dünyasında çeşitli senaryolar üretiliyor ve Montrö Sözleşmesi’nin maddeleri üzerinde zihinsel egzersizler yapılıyor. Bu arada Türkiye’de, diğer mütalaalarla birlikte açılan ve devam etmekte olan Amiraller Davası tartışmaları arasında gündem olan “Montrö Bildirisi”, Montrö Sözleşmesi hükümlerinin değiştirilmesi olasılığına yönelik Türk kamuoyundaki hassasiyetin geçerliliğini koruduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, ABD liderliğindeki Batı dünyasının Boğazlara yönelik beklentilerini karşılayacak şekilde Montrö’de yapmak isteyebilecekleri değişikliklere engel olabilmek için Türkiye’nin Rusları yanına alması, dengeyi koruması gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Rus saldırganlığına ve boğazlardan üs talebine karşın Batıya yanaşmayı zorunlu gören Türkiye, günümüzde, ironik bir şekilde müttefiki ABD’nin Boğazlar ve Karadeniz üzerinde inşa etmeyi hedeflediği nüfuzunu halen iyi ilişkiler içinde olduğu Rusya ile kırmayı zorunlu bir denge arayışı olarak görebilir. Şüphesiz “Türkiye’nin izlemeye çalıştığı tahterevalli politikası, Türkiye’nin Batı’dan kopmasına ve özellikle NATO’dan çıkmasına neden olur mu?” sorusunun cevabını ‘zaman’ hepimize gösterecektir.