PKK Terör örgütünün kısa tarihi
PKK Terör Örgütü’nün temelleri, 1980 öncesindeki iki kutuplu dünya düzeni içerisinde atıldı.
PKK Terör Örgütü’nün temelleri, 1980 öncesindeki iki kutuplu dünya düzeni içerisinde atıldı. Bu örgütün temellerini atan Abdullah Öcalan, önceleri Doğu Devrimci Kültür Dernekleri bünyesinde faaliyet gösterirken 1974 yılında Ankara’da kurulan Demokrat Yüksek Öğrenim Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı.
Bundan sonra, onun etrafında oluşan ve silahlı mücadeleyi benimseyen bir grup, 1978 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine giderek silahlı eylemlere başladı. Bunlar, başlangıçta “Apocular” olarak tanınıyorlardı. Kasım 1978’de, Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde yapılan bir toplantıda, örgütün ismi PKK (Partiya Karkaren Kürdistane: Kürdistan İşçi Partisi) olarak değiştirildi.
Bundan sonra PKK, hızla silahlı eylemler yapmaya başladı fakat henüz hem silahı hem de militan miktarı çok azdı. Ayrıca, bölgede daha önce kurulmuş başka bölücü örgütler de vardı ve güvenlik güçlerinin yanında bunlarla da mücadele etmek zorundaydı. Bu sebeple PKK, çok fazla güçlenemedi. Ancak 1980 askeri darbesi her şeyi değiştirdi.
1980 askeri darbesi yapılınca, diğer örgütlerin lider kadroları genellikle Avrupa ülkelerine kaçarken PKK Terör Örgütü ileri gelenleri Suriye’ye kaçtı. Avrupa’ya gidenler bölgeye uzak kaldıklarından, örgütleri kısa süre içinde dağıldı. Fakat Şam’da yerleşen Öcalan, Suriye istihbaratının (El Muhaberat) desteğiyle örgütünü buradan yönetmeye başladı.
1981 yılında yapılan bir kongrenin ardından da Hafız Esad’ın desteğiyle örgütün silahlı unsurları için Irak kuzeyinde bir kamp kurmayı başardı. Bu durum, Irak kuzeyinde rahatsızlık yarattı fakat Esat’tan çekinen Barzani ve Talabani, kendi etkinlik bölgelerinde yeni bir örgütün yerleşmesine açıkça karşı çıkamadı.
Bundan sonra, Irak’ta ve Filistin bölgesinde oluşturulan kamplarda çok sayıda silahlı militan yetiştirildi ve Türkiye’ye gönderildi. 1984’te Şam’da yapılan ikinci kongrede örgütün yeterince güçlendiğine ve artık eylem safhasına geçmek gerektiğine karar verildi. Bunun üzerine, 15 Ağustos 1984 tarihinde gerçekleştirilen Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla terör örgütünün varlığı tüm dünyaya ilan edildi.
PKK’nın amacı Suriye-İran ve Irak toprakları üzerinde birleşik bir Kürdistan devleti kurmak olmasına rağmen, Hafız Esat’ın ardından Saddam ve İran da PKK’yı desteklemeye başladı. Bu ülkelerin desteği ve sıkıştığında bu ülkelerin topraklarına sığınma ve barınma imkânı sayesinde PKK, saldırılarını her geçen gün daha da artırdı ve Türkiye’nin en önemli sorunu haline geldi.
Kırsala dayalı gerilla stratejisi ile eylemlerine devam eden PKK, uyguladığı şiddeti propaganda vasıtası olarak kullandı ve bu sayede hızla taraftar sayısını artırdı. Bunun sonucunda, terörist sayısı 15-20 binli rakamlarla ifade edilmeye başlandı. Bu durum, bölgede konuşlu güvenlik güçlerinin mücadele için yetersiz kalmasına sebep oldu.
Bunun üzerine, Türkiye’nin her yerinden bazı birlikler bölgeye kaydırıldı. Bu birliklerle “Alan Kontrolü” diye isimlendirilen bir strateji uygulanarak PKK’nın hareket sahası daraltılmaya çalışıldı. Geçiş yollarını kontrol eden hâkim yerlere kurulan geçici ve kalıcı üs bölgeleriyle alan kontrol edilirken bu üs bölgeleri arasındaki kontrol edilemeyen bölgelere komando birlikleri ve özel birliklerle pusular atıldı ve operasyonlar yapıldı. Operasyonlarda havan ve top gibi destek silahlarının yanında silahlı helikopterler ve uçaklar da kullanılmaya başlandı.
Bunun yanında, her yıl ilk bahar ve sonbahar aylarında “Örs ve Çekiç” taktiği (teröristlerin bulunduğu bölgenin bir yanındaki hâkim tepelerin bazı birliklerle tutulması, diğer birliklerle bölgenin çepeçevre kuşatılması, kuşatma çemberi daraltılırken teröristlerin hâkim tepelere konuşlandırılan ve örs görevi yapan birliklere sürülmesi, kuşatma yapan ve çekiç görevi yapan birliklerle örs arasında sıkıştırılan teröristlere darbeler vurularak imha edilmesi) kullanılarak büyük operasyonlar yapıldı. Bunun sonucunda, PKK’nın mücadelede insiyatifi ele geçirmesi engellendi ve çok sayıda terörist etkisiz hale getirildi.
Ayrıca, PKK’nın kendi bölgelerinde aşırı güçlenmesinden rahatsız olan Barzani ve Talabani ile temas kuruldu. Bunlarla iş birliği içinde Irak kuzeyine çok sayıda büyük ve küçük operasyon düzenlendi. Irak kuzeyinde bazı yerlerde üs bölgeleri tesis edildi. Bu üs bölgeleri ve irtibat personeli vasıtasıyla Peşmergelerle birlikte çok sayıda operasyon yapıldı.
Aslında Mesut Barzani, Celal Talabani ve Abdullah Öcalan’ın kurmayı hayal ettikleri devletin sınırları karşılaştırıldığında bu sınırların hemen hemen aynı olduğu görülüyordu. Bunların düşmanlıkları, farklı hedefleri olmasından değil, farklı örgütleri (onlar bu örgütleri parti olarak isimlendiriyorlardı) ve farklı ideolojileri olmasından kaynaklanıyordu. En önemli sorun ise üç kişinin liderlik hırslarıydı.
Talabani’nin örgütünün ismi KYB (Kürdistan Yurtsever Birliği) idi. Bu örgüt, sosyal demokrat siyasi görüşe yakın ve diğer iki örgüte göre daha demokratik idi. Barzani’nin örgütü KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) idi. Bu örgüt, Barzan Aşireti hakimiyetine dayanan, KYB’ye göre daha otoriter, daha feodal ve daha sağda bir siyasi görüşe sahip idi. Öcalan’ın örgütü olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) ise lider sultasına dayanan, KDP’den bile daha otoriter, komünist ve Stalinist bir siyasi görüşe sahip idi.
Bu üç örgütün ayrışmasında, hitap ettikleri kitleler arasındaki dil veya lehçe farklılığının etkisi olduğu da söylenebilir. KYB genel olarak Soranice konuşan insanlar, KDP Behdinanca konuşan insanlar, PKK ise ağırlıklı olarak Kurmançça konuşan insanlar arasında taban bulmuştu.
KDP ve KYB arasındaki ayrışmanın tarihi kökenleri de vardı. Bu farklılıklardan dolayı zaman zaman KDP ve KYB arasında da mücadeleler yaşanıyor, KDP Türkiye’ye yakın dururken KYB bazen PKK ve Saddam rejimi ile iş birliği içinde hareket edebiliyordu. Kontrol ettiği bölge konum olarak KDP, Irak merkezi yönetimi, PKK ve İran arasında kaldığından İran ile iyi geçinmeye de özen gösteriyordu. Bununla birlikte, PKK’ya karşı yapılan birçok operasyona katılmaktan da geri kalmıyorlardı.
PKK, yapılan tüm yurt içi ve yurt dışı operasyonlara rağmen karakol baskınları, pusular ve döşediği mayınlarla mücadeleye devam etti. Irak’taki kamp bölgelerini elinde tutmayı da başardı. Ancak eski gücüne bir daha ulaşamadı. Bu durum, 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesine kadar devam etti.
Abdullah Öcalan mahkeme tarafından yargılanıp idama mahkûm edilmesine rağmen hükümet partileri anlaşarak idam cezasını kaldırdığından bu ceza infaz edilmedi. Cezasını İmralı’da kendisi için hazırlanan hapishanede çekmeye başladı. Bunun üzerine PKK, silahlı militanlarının çoğunu yurt dışına çıkarak eylemlerine ara verdi. Bu sebeple, bir süre için çatışmalar durdu. Fakat PKK, 2000 yılından itibaren tekrar eylemlere başladı. Bu eylemler 2005 yılına kadar her yıl daha da artarak devam etti.
2005 yılında hükümetin, devletin başlangıçtan itibaren PKK’ya karşı uyguladığı politikada değişikliğe gideceğinin işaretleri gelmeye başladı. Başbakan, 2005 yılında, "Kürt sorunu meselesi benim meselemdir." şeklinde bir açıklama yaparak bunun ip uçlarını vermeye başladı. Fakat bu yeni politika 2007'de e-muhtıra, 2008 ve 2009'da ise Dağlıca baskınları sebebiyle uygulamaya konulamadı. Daha doğrusu, bu politikanın gereği olarak yapılan girişimlerden kamuoyunun haberi olmadı. Çünkü hükümet, yeni politikasının uygulaması için bazı girişimlere başlamıştı ve bu girişimlerini yurt dışında gizli olarak yapıyordu.
Bu kapsamda 2009 yılında gizli Oslo görüşmeleri yapıldı. Fakat bu görüşmeler kamuoyuna sızdırıldı. Hükümet, başlangıçta bu görüşmeleri reddetti ama bazı basın organlarında görüşmelere dair belgeler yayınlanmaya başlanınca görüşmelerin yapıldığını kabul etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte, bu görüşmeleri hükümetin değil devletin yaptığını duyurdu. Bundan sonra da “Açılım Süreci” diye adlandırılacak olan bazı hamleler gelmeye başladı.
Okullarda yerel dil ve lehçelerin öğretilmesi, televizyonlarda yerel dil ve lehçelerle yayın yapılması gibi adımlarla başlayan “Açılım Süreci” Terör Örgütü’nün diğer taleplerinin de yerine getirilmesiyle devam etti. Mesela örgütün talebi üzerine Diyarbakır cezaevi kapatıldı. Bu politika PKK Terör Örgütü’nün İmralı’da yatan elebaşından da karşılık gördü. Bu kapsamda 2013 yılında Diyarbakır'da toplanan kalabalığa Öcalan'ın mesajı okundu. O mesajda Öcalan, örgüte "Silahınızı bırakın ve yurt dışına çekilin" diyordu.
Ama hükümet bu çağrıdan beklediği sonucu alamadı. Çünkü örgütü yönetenler, bu çağrıya uymadılar. Bu durum uzun süredir hapiste olan Öcalan’ın örgüt üzerindeki etkisinin zayıfladığı yorumlarına sebep oldu. Buna rağmen hükümet, art arda yeni adımlar atmaya devam etti. Örneğin operasyonların yapılması valiliklerin iznine bağlandı. Dolayısıyla güvenlik güçlerince operasyonlar yapılamadı.
Nisan 2013’te ise çözüm sürecine katkı sağlamak iddiasıyla 63 kişilik akil insanlar heyeti teşkil edildi. Bazı yazar, sanatçı, akademisyen ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinden teşkil edilen akil insanlar heyetinin dokuzar kişilik gruplar halinde 7 bölgede faaliyet göstermesi planlandı. Bu gruplara birer başkan, başkan vekili ve sekreter tayin edildi.
Başbakan, heyet ile Dolmabahçe Sarayı’ndaki başbakanlık ofisinde bir görüşme yaptı. Parti grup toplantısında ise akil insanların görüş ve önerilerini dinleyeceklerini, onlarla istişarelerde bulunacaklarını, akil insanların gittikleri bölgelerde bazı etkinlikler gerçekleştireceklerini, halkla ve kanaat önderleriyle buluşacaklarını açıkladı.
Hükümet bu sırada, iktidara geldiği ve iktidarda tutunduğu süreçte iş birliği içinde hareket ettiği FETÖ Terör Örgütü ile sorunlar yaşamaya başlamıştı. Yapılan açılımların karşılığı olarak olsa gerek, o dönemde hükümeti derin bir krize sürükleme potansiyeli taşıyan Gezi Olayları ve FETÖ kaynaklı 17/25 Aralık 2013 olaylarında PKK sadece gelişmeleri izlemekle yetindi.
Bununla birlikle, PKK Batı’da sessiz kalırken doğu ve güneydoğuda gücünü artırmakla uğraşıyordu. Bazı korucular şehre giderken minibüslerden indirilerek infaz edilmeye başlandı. Böylece, PKK’ya karşı olan toplum kesimleri sindirildi. Örgüt, halkın üzerinde baskı kurarak yıllardır kırsala dayalı olarak yaptığı mücadeleyi meskûn mahallere de yaymaya başladı. Meskûn mahal teşkilatları güçlendirildi ve hatta birçok yer fiili olarak PKK’nın işgal ve kontrolü altına girdi.
PKK 1990-91 yıllarında da bazı ilçelerde kurtarılmış bölgeler teşkil etmek için meskûn mahallerde eylemler yapmış ve hatta halkı ayaklandırmaya çalışmıştı. Ancak o zamanlar, hükümetin ve güvenlik güçlerinin kararlı tutumları sebebiyle bu girişim hüsranla sonuçlanmıştı. Şimdi PKK, meskûn mahallere yerleşmiş ve kırsala dayalı mücadele stratejisine meskûn mahallerde mücadeleyi de eklemeye çalışıyordu. Fakat meskûn mahallerde PKK karşıtı önemli bir kitle vardı ve bu durum çatışmalara sebep olmaya başlamıştı.
Bu sebeple PKK, gücünü hem devlete hem de kendisine direnenlere göstermek maksadıyla 2014’te Diyarbakır’da bazı sansasyonel eylemler yaptı. Bunların birinde çok sayıda çocuk hayatını kaybetti. Bu eylemler sayesinde örgüt, tüm toplum kesimleri üzerinde baskı kurmayı başardığından Haziran 2015 seçimlerinde HDP Meclis'te 81 milletvekili soktu. Fakat bu başarı, PKK ve HDP arasında bir tartışma yaşanmasına sebep oldu. Çünkü bu oy artışını herkes kendi çabasına bağlıyordu.
Bu seçimde tek başına iktidara gelemeyen hükümet partisi açılım sürecinin HDP’ye yaradığını ve kendilerine oy kaybettirdiğini anladı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı, 17 Temmuz 2015 tarihinde, açılım süreci kapsamında AKP ve HDP’lilerin katılımıyla yapılan ve 28 Şubat 2015’te kamuoyuna duyurulan 10 maddelik Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımadığını açıkladı. Bu gelişme ile çözüm süreci, rafa kalkmış oldu.
Hükümetin yaptığı bu açıklamanın ardında örgüt, 24 Temmuz 2015’te "Devrimci Halk Savaşı" ismiyle yeni bir stratejiyi uygulamaya koydu. Bu strateji gereğince meskûn mahaller kurtarılmış bölgeler haline getirilmeye başlandı. Binalar dışarıdan yapılacak bir müdahaleye engel olacak şekilde hazırlandı. Yollara hendekler kazıldı, duvarlar yapıldı.
Bu sırada PKK, bazı şehirlerde cüretkâr eylemler yapınca, hükümetin sert tedbirler almaya karar verdiğinin işaretleri gelmeye başladı. Nitekim, 2015 yılının Kasım ayında tekrarlanan seçimlerde yeniden tek başına iktidar olmayı başaran hükümet, silahlı kuvvetleri harekete geçirerek kırsal alanlarda operasyonlar yapmaya başladı.
Bunun ardından da “Hendek Operasyonları” denilen meskûn mahallere yönelik kapsamlı bir operasyon başlatıldı. 2015 yılının sonlarında başlatılan bu operasyonlara 2016 yılının ilk aylarına kadar kararlılıkla devam edildi. Bunun sonucunda, PKK terör örgütünün meskûn mahallerde kurduğu hakimiyet tamamen kırıldı. Bu operasyonlarda çok büyük zayiat veren terör örgütü, halk desteğini de kaybetmeye başladı ve oldukça zayıfladı.
Bölücü Terör Örgütü (PKK)’nün sadece kırsala dayalı bir mücadelenin başarı için yeterli olmadığını; “demokratik özerkliğin” inşa edilebilmesi için şehirlerde de eylem yapmanın gerektiğini düşünerek, "Devrimci Halk Savaşı" ismiyle “Kırsala Dayalı Şehir Savaşı” stratejisini uygulaması böylece hüsranla sona erdi.
Ayrıca, teknolojik gelişmeler ve özellikle de İHA ve SİHA’lar etkin olarak kullanıldığından PKK kırsalda da oldukça zayıfladı. Bazı devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalara göre PKK’nın ülke içindeki silahlı terörist miktarı yüzlü rakamlara kadar düştü. Irak kuzeyine yönelik olarak yapılan ve uçakların yanında SİHA’ların da kullanıldığı çok sayıda operasyon sebebiyle örgütün Irak’taki gücü de ağır bir darbe aldı.
PKK, o zamandan beri yapılan çok sayıda operasyon sebebiyle artık Türkiye ve Irak topraklarında tarihinin en zor zamanlarını yaşamaktadır. Gücü geçmişle kıyaslanamayacak kadar zayıflamış ve eylem yeteneğini kaybetmiştir.
PKK, bu zafiyetini Suriye’ye ağırlık vererek telafi etmeye çalışmaktadır. Çünkü ABD’nin de desteğiyle Suriye’de PKK tarafından kurulan örgüt büyük bir bölgeyi ele geçirmiş ve silahlı personel sayısını 60.000 kişiye çıkarmıştır. Üstelik, Suriye’deki mevcut durum ve ABD desteği sebebiyle Türk güvenlik güçleri, bu örgüte etkili şekilde müdahale edememektedir.
Bu gelişmeler, Türkiye için büyük bir sorun teşkil etmekle birlikte Suriye rejimi açısından da çok ironik bir durum yaratmıştır. Çünkü, Türkiye’yi zayıflatsın ve hatta bölsün diye yıllarca besleyip büyüttüğü PKK Terör Örgütü, günün sonunda Suriye’yi bölen en önemli unsur olarak ortaya çıkmıştır.