Site İçi Arama

analiz-ve-raporlar

S-400 Krizi Bitti mi?

1 Mart tezkere krizi nedeniyle, iki ülkenin ilişkisi bir türlü istenen seviyeye getirilememiştir. 15 Temmuz sonrasında Obama yönetiminin Türkiye’deki FETÖ davalarına yönelik işbirliğine Türkiye’nin beklediği ölçüde yanaşmaması ve aynı zamanda Zarab ve Halk Bankası davalarının devreye sokulması, Türk-Amerikan ilişkilerini tıkamıştır.

1 Mart tezkere krizi nedeniyle, iki ülkenin ilişkisi bir türlü istenen seviyeye getirilememiştir. 15 Temmuz sonrasında Obama yönetiminin Türkiye’deki FETÖ davalarına yönelik işbirliğine Türkiye’nin beklediği ölçüde yanaşmaması ve aynı zamanda Zarab ve Halk Bankası davalarının devreye sokulması, Türk-Amerikan ilişkilerini tıkamıştır. Trump’ın başkan olması sonrasında kısmen iyileşme eğilimi gösteren iki ülke arasındaki ilişkiler; Türkiye’nin S-400 Füze Savunma Sistemini Rusya Federasyonu’ndan satın alma sürecinin başlamasıyla birlikte rayından neredeyse tamamen çıkmıştır.

Bazı yorumlara göre, Washington açısından Ankara odaklı sorun “Türkiye’nin ABD’den bağımsız söylem üretebilmesi ve eyleme geçebilmesi” olup asli mesele Türkiye’nin “kontrol” altına altında tutulmaya devam edilebilmesi olmuştur. Yine, Türkiye’nin ABD’den uzaklaştıkça Türk-Rus ve Türk-İran ilişkileri de Amerikan politikacıları ve pentagon tarafından sorgulanır hale gelmiştir.

Türkiye, 1964 sonrasında izlemeye başladığı çok yönlü ve çok taraflı dış politikasının bir sonucu olarak, daha o dönemde kuzey komşusu Sovyetlerle ilişkilerini geliştirme arayışına girmiştir. NATO kapsamına giren askeri konular saklı kalmak üzere, Moskova’ya uzanan diplomatik kanalları açık tutulması mümkün olabilmiştir. Türkiye açısından, özellikle Suriye bağlamında Rusya ve İran ile ilişkileri, ABD’nin DEAŞ’la mücadelede kullanmak istediği YPG ile gelişen ilişkilerinin karşılığında, Suriye’de Türkiye ile işbirliği yapmaktan uzak durmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bununla birlikte Türk-Amerikan ilişkileri bağlamında Ankara; Washington ile NATO müttefikliği, tarihsel geçmişle tutarlı ve her iki tarafın menfaatlerine uygun bir ilişkinin var olmasını arzu eden taraf olmuştur. Bununla birlikte Türk-Rus ilişkisinin de gelişiyor olması ve Putin-Erdoğan yakınlığının Trump-Erdoğan ilişkisinden daha yakın seyrediyor olması, beraberinde birbiriyle en üst seviyede görüşen bir diplomatik ilişki ağını Türkiye-Rusya arasında ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, Ankara-Moskova arasında çıkması olası sorunlar, krize dönüşmeden iki liderin ortak çabası ve anlayış birliği sayesinde, büyük oranda çözüme kavuşturulabilmekte ve gerektiğinde soğutulmaya bırakılabilmektedir.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası dönemde NATO ile ilişkileri zora sokan olayları NATO’da görev yapan FETÖ mensubu askerlere destek verilmesi, Türkiye’nin güvenlik sorunlarında müttefik üye ülkelerden yeterli desteği alamaması, ABD’nin Suriye’de PYD/YPG-PKK’yı desteklemesi ve Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşması şeklinde sıralamak mümkündür.

Rusya’dan S-400 Sisteminin Satın Alınması

Türkiye, tehdit ismi zikredilmeksizin kendisine yönelebilecek savaş uçaklarının ve/veya balistik füzeler dahil çeşitli füze saldırılarına karşı kendi öz savunma ihtiyaçları çerçevesinde, 1950’li yıllardan itibaren bir arayış içinde olmuştur. Bu kapsamda, ABD’den temin edilen ve İstanbul’da konuşlandırılan MIM-14 NIKE Hercules radar güdümlü, 70-100 mil menzile sahip, 100 bin feet üzerine çıkabilen yüksek irtifa hava savunma füze sistemleri (Western Electric üretimi) 2000’li yıllara kadar kullanılmaya devam edilmiştir. Eskiyen NIKE füzelerinin yerini dolduracak bir füze savunma sistemi tedariki aynı yıllardan itibaren Türkiye’nin gündemine oturmuştur. Bu doğrultuda Amerikan askerî yardımlarından ve FMS satışlarından yararlanmak suretiyle, ABD yapımı orta menzilli savunma silah sistemlerini satın alınmıştır. Raytheon yapımı HAWK (Homing All the way to Kill) sistemi, 15-20 mil menzile sahip, 54 bin feet’e kadar çıkabilen füzeleri, zaman içinde geliştirilen modelleriyle Türk Hava Savunmasının alçak irtifa savunma ihtiyaçlarının giderilmesine katkı sağlamıştır.

Bu arada Türkiye, olası tehditleri bertaraf etme noktasında NATO’nun güvenlik şemsiyesi altında gerekli uzun menzilli füze savunma silah sistemlerini geliştirme arayışı içinde olmuştur. Bu arada Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında girişilen 1991 Körfez Savaşı öncesinde, Türkiye’nin talebi doğrultusunda, Irak SCUD füzelerine karşı önlem olarak Amerikan “Patriot” anti balistik füze sisteminin geçici olarak Türkiye’ye yerleştirilmesiyle Türk topraklarının kısmen savunulması mümkün olabilmiştir. Benzer ihtiyaç, 2003 yılındaki Irak işgali öncesinde 16 Şubat 2003 tarihindeki NATO kararı çerçevesinde, müttefik ülkelerin füze savunma sistemlerini Türkiye’ye intikal ettirilmesiyle, yine geçici olarak karşılanmıştır.

Bu bağlamda NATO’da, füze savunmasına yönelik bakış açısı ve alabileceği önlemler 1991 Körfez Savaşı’nı takip eden dönemden itibaren yoğun tartışmalara ve çalışmalara konu olmuş, İttifak’ın güney ve doğu sınırlarında süratle yaygınlaşan balistik füzelere karşı korunma sağlayabilecek füze savunma yapılanması ve sistemlerine gerek duyulduğu üzerinde uzlaşma sağlanarak bu hususun NATO Stratejik Konseptine dâhil edilmesi 1999 yılını bulmuştur. Sonrasında 2004 yılı Haziran ayında İstanbul’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde, “Aktif Kademeli Taktik Balistik Füze Savunması” (Active Layered Tactical Ballistic Missile Defense - ALTBMD) isimli “füze savunma kalkanı” kurulması için karar alınmıştır.

Körfez Harekâtı ve Irak İşgali kapsamında Türkiye konuşlandırılan Patriot sistemlerine aşına olmaya başlayan Türk askerî personeli, ilk etapta Patriot sistemini satın almak istemiştir. Türk Hava Kuvvetleri ve Savunma Sanayii Başkanlığı ilgili personeli, NATO sistemlerine kolaylıkla entegre edilmesi ve sonrasında birlikte çalışabilirlik ihtiyaçlarının karşılanması çerçevesinde, Amerikan yapımı Patriot füze savunma silah sistemlerinin satın alınmasına odaklanmışlardır. Patriot sistemleri, sadece alt katmanda (lower tier) etkinliği olan ve balistik füzelerin hedeflerine ulaşmak üzereyken vurulmasına olanak tanıyan bir sistem olarak ün yapmıştır. Bu nedenle, daha üst katmanlarda füzelerin vurulması için başka sistemlere sahip olunması gerektiği de Türkiye tarafından dikkate alınmaya başlanmıştır. Bu manada, hedefine doğru yol alan balistik füzeleri atmosferin üst tabakalarında veya uzayda vurabilen çok daha yüksek teknolojili ve maliyetli üst katman veya “yarı yol” (mid-course) safhası önleyici füzelere olan ihtiyaç Türkiye tarafından göz ardı edilmemiştir.

Bu arada 2008 yılında Nisan ayındaki Bükreş zirvesinde sadece askeri birlikler ile yüksek değer taşıyan hedeflerin değil, tüm NATO topraklarının füze savunma şemsiyesi kapsamına alınması karara bağlanmıştır.

2009 yılında Eylül ayında “Avrupa Aşamalı Uyum Yaklaşımı” (European Phased Adaptive Approach – EPAA) adı verilen yeni füze savunma yaklaşımıylal NATO’nun füze kalkanına yönelik çalışmaları ivme kazanmıştır. ALTBMD çerçevesinde NATO’nun kazanmaya başladığı C3 altyapısına paralel olarak 2011 yılından itibaren Avrupa denizlerine önleyici füzeler taşıyan savaş gemileri ve 2015 yılından itibarense karada konuşlu önleyici füzeler konuşlandırmayı ve bunların yeteneklerini yıllar içerisinde hem tehdit seviyesinde hem de teknolojideki gelişmeler paralelinde artırılması hedeflenmiştir.

2010 yılındaki Lizbon Zirvesi’nde ABD’nin Avrupa’ya konuşlandıracağı radar ve önleyici füzeler, NATO füze kalkanı sisteminin merkezinde yer alması kararlaştırılmıştır. ALTBMD; esas itibarıyla çeşitli ülkelerin sensörlerinden gelen bilgileri bir araya getiren ve sonra tüm tanımlı kullanıcılara NATO C3 ağı üzerinden taktik resim olarak aktaran bir komuta kontrol unsurudur.

ABD’nin Avrupa’ya konuşlandırmayı öngördüğü füze savunmasına yönelik iki unsurdan birincisi, Karadeniz ve Doğu Akdeniz sularında dolaşacak SM3-IA füzesavarlarını taşıyan savaş gemileri, ikinci unsur ise tehdit füzelerin olası fırlatma alanları yakınına konuşlandırılan füze tespit ve takip radarlarıdır. 2011 yılında Türkiye’de konuşlandırılan Kürecik radarı (Malatya) bu maksada hizmet eden bir radardır. Bu radarın Türkiye’de konuşlandırılmasına rağmen, olası İran füzelerine karşı Türkiye’nin doğusunun korunmasının teknik olarak mümkün olamayacağı gerçeği, gündeme pek getirilmek istenmemiştir. ABD’nin üst katman ve atmosfer dışı önleme yapması amacıyla geliştirdiği diğer füze savunma sistemi (mobil veya sabit) THAAD’ın (Terminal High-Altitude Area Defense), Amerikan gemilerinde konuşlu SM3 füzesavar sistemlerinin koruma sağlayamadığı bölgelere yerleştirilmesi ve bu maksatla Romanya’da ve Polonya’da konuşlu füzesavar sistemlerinin de THAAD’la birlikte kullanılması amaçlanmıştır. Bu sistemleri AWACS, İHA gibi hava platformları ile desteklenecek NATO füze kalkanı sisteminin nihayetinde 5.500 km. menzildeki balistik füzelere karşı da savunma imkânı vermesi hedeflenmiştir. Bu noktada, Rus füzelerinin Amerikan kıtasını vurmasının da önüne geçilmesi amaçlanmış ve böylelikle Rusya, sahip olduğu üstünlüğe ket vuran NATO yeteneklerinin Doğu Avrupa’da konuşlanmasına karşı çıkmaya ve 2022 yılında yaşandığı üzere, NATO ve ABD ile Rusya arasında pazarlık konusu yapılmıştır (Egeli, 2014, s.59-62).

Türkiye; füze savunma sistemini tedarik için uğraş verirken, aynı zamanda Kürecik radarının Türkiye’de konuşlanmasından sonra isim zikretmeden İran’dan gelebilecek füzelere ve Suriye coğrafyasından kendine yönelebilecek tehditlere karşı Türk, hava sahasının korunması amacıyla NATO’dan uzun menzilli hava savunma sistemi talebinde bulunmuştur. Türkiye’nin bu talebi doğrultusunda 2013-2015 yılları arasında Gaziantep’te ABD’ye, Kahramanmaraş’ta Almanya’ya ve Adana’da Hollanda’ya ait Patriot Hava Savunma Sistemleri görev yapmış ve daha sonra ülkelerine dönmüşlerdir. Ayrıca 2015 yılından itibaren İspanyol Patriot sistemleri İncirlik’ de, İtalyan SAMP-T (Surface-to-Air Missile Platform/Terrain) sistemleri ise Kahramanmaraş’ta görev yapmıştır (Yiğittepe, 2018, s.284).

NATO ülkelerinin füze savunma sistemlerini Türk topraklarına intikal ettirdiği dönemde Türkiye; ABD’den Patriot füzesi almaya çalışmış ama Senato’nun karşı çıkması üzerine bu satış gerçekleşememiştir. Bu kararda siyasi faktörler kadar Türkiye’nin ‘teknoloji transferi’ konusundaki beklentilerine olumlu cevap verilmesine Senato’nun sıcak bakmaması da önemli bir gerekçe olmuştur.

2008 yılında Türkiye’nin tedarik gündemine gelen ancak Çin sistemine göre daha geri planda kalan SAMP-T de Türkiye’nin askeri ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir füze savunma sistemidir. İtalya ile Fransa’nın ortaklaşa ürettiği bir füze savunma sistemi olarak ‘Avrupa’nın füzesi’ ismiyle anılmaya başlanmıştır. Sadece İtalya ve Fransa’nın savunma envanterinde bulunan SAMP-T’nin Aster 30 Blok1 NT1 versiyonu oldukça gelişmiş olup, 20 kilometre yükseklikteki balistik füzelere ve 30 kilometre yükseklikteki hava soluyan uçak gibi hedeflere karşı angajman yeteneğine sahip olması yönüyle, Patriot sisteminden daha üstün özelliklere sahiptir.

SAMP-T füze savunma sistemi alım görüşmelerinde de olumlu gelişme sağlanamayınca yönünü Çin’e çeviren Türkiye, buradan da ABD’nin karşı çıkması üzerine istediği sonucu alamamıştır. Son olarak Türkiye, 2014 yılından itibaren tekrar NATO’nun Rusya Federasyonu’nu tehdit olarak görmeye başladığı ve bu nedenle 2016 yılında Baltık ülkelerine, Romanya ve Bulgaristan’a çokuluslu NATO kuvvetlerini yerleştirmeye başladığı bir dönemde, Türkiye S-400 füze savunma sistemini satın almak için yönünü Rusya’ya dönmüştür.

Bu kararda, en büyük faktör 15 Temmuz öncesi başlayan Putin-Erdoğan yakınlaşması olmuştur. 15 Temmuz sonrasında ise başta Erdoğan olmak üzere iktidar üyelerinin çoğunluğu başarısız darbe girişiminin arkasında ABD’nin ve genel olarak Batı dünyasının bulunduğunu iddia etmeye başlamışlardır. Doğal olarak darbenin birinci muhatabı Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu için, “Erdoğan’ı istemeyen Batı dünyası” ile ilişkiler bozulmaya başlamıştır. Bu olumsuz gelişmelerin etkisiyle, ‘düşman’ Batı’ya karşı kendi öz savunma sistemlerini geliştirmek, Türkiye açısından öncelikli hale gelmiştir. Bir bakıma Batı’nın anti-tezi olan Rusya’nın füze savunma sistemi tedarikinde kapısı çalınmış veya Ruslar, Türkiye’yi davet etmiştir. Öte yandan, Türkiye’nin onlarca yıldır satın almak istemesine rağmen alamadığı yüksek irtifa ve uzun menzili füze savunma sistemi; tüm bu siyasi değerlendirmelerin üstünde, devam edegelen bir ihtiyaç olmuştur. Bu yönüyle, her kim satarsa satsın, Türkiye’nin ihtiyacı olan silah sistemini almak zorunluluğu hasıl olmuştur. Türkiye bir anlamda, başta ABD tarafından Patriot sisteminin satılmaması ve sonrasında Çin sisteminin tedarikini engel olunması nedeniyle, Batı’ya bir tepki olarak Rus sistemini satın almaya karar vermiştir.

Bu karar sonrası Türkiye, S-400 sistemini Rusya’dan satın almasına ilişkin anlaşmayı imzalamıştır. Anlaşmanın yapılmasıyla birlikte Türkiye, başta ABD olmak üzere, NATO’dan tepkiler almıştır. Özellikle ABD, bu durum karşısında Türkiye’nin de içinde bulunduğu F-35 savaş uçağı projesini askıya alma ve hatta Türkiye’yi bu uçağın müşterek geliştirme ve üretim programından çıkarma tehdidinde bulunmuştur.

Bununla birlikte, beklentilerin aksine NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Türkiye'nin S-400 satın alma planlarına ilişkin olarak, 2016 yılının Kasım ayında yaptığı açıklamada söz konusu Rus füzelerinin NATO sistemiyle olan uyumsuzluğuna dikkat çekmiştir ancak ‘tehdit’ savurmamıştır (Özbek, 2017):

“Ne tür bir ekipman satın alacakları ya da yatırım yapacakları tamamen üye ülkelerin bileceği bir iştir. Ama biz her zaman alınacak ekipmanların tüm NATO üyeleri arasında birlikte işlerlik esasına uygun olmasına odaklanırız. Benim bu konuyla ilgili (Türk yetkililere) mesajım budur.”

Neticede 2020 yılında Türkiye’nin envanterine giren S-400’ler konusunda 27 Aralık 2017 tarihinde 2 adet savunma sistemi ve 4 takım batarya alımına yönelik Ruslarla anlaşmaya varılmıştır. Bu sistemin toplam tedarik maliyeti 2,5 milyar $ olarak hesaplanmıştır.

S-400, özellikleri itibariyle, insanlı ya da insansız her türlü hava aracını ve balistik füzeyi vurma yeteneğine sahip, gelişmiş bir sitem olarak dikkatleri çekmiştir. Özellikleri arasında, azami menzili 400 km, en yüksek irtifası 30 km, her hedefe 2 füze atabilme ve aynı zamanda 80 hedefi vurabilme kapasitesine sahip olması sayılmıştır. Bununla birlikte sistemin, dost-düşman tanıma konusundaki NATO ve Türk standartlarına uymayan algoritması ve muhtemel bir harekâtta ‘çizilen daire içine giren herkes düşmandır’ mantığı, S-400 sistemini tartışılır hale getirmiştir. Birçok nedenle NATO sistemlerine entegre edilmesi mümkün olmadığı iddia edilen bu sistemin, bir arayüz filtrelemesi ile en azından milli radar ve silah sistemlerine entegre edilmesi gerekmektedir. Bu arada, Türkiye’nin hava savunmasındaki neredeyse tüm sistemler NATO’ya entegre olduğundan ve barış döneminden itibaren NATO sistemine deklare edildiğinden, Türkiye’de bu manada hangi sistem ve radarların ‘millî’ olduğuna dair bir soru işaretini karşımıza çıkmaktadır. Her şeyden önemlisi, S-400 sisteminin tedarik aşamasında basına yansıyan ‘teknoloji transferi gerçekleşiyor’ söyleminin havada kaldığı, Rus tarafının gereken adımları atmakta ayağını sürüdüğü anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’nin daha fazla S-400 sistemi satın alması için, teknoloji transferi ve ortak üretim konularına yönelik Rusların mümkün olduğunca Türk tarafını ‘oyalamayı’ tercih ettiği de görülmektedir.

Diğer taraftan NATO’nun itirazına rağmen, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 Füze savunma sistemlerini satın almak istemesi ve beraberinde Türkiye’ye yönelik Amerikan baskılarının artması, ileri gelen NATO ülkelerinin çoğunluğunun da bu baskıya destek vermesi, beraberinde Türk kamuoyunda haklı olarak “NATO’dan ayrılmalı mıyız?” sorusunun gündeme gelmesine neden olmuştur.

Bilindiği üzere, Kuzey Atlantik Antlaşmasında, bir üyenin kendisi istemediği sürece üyelikten çıkarılmasına dair bir maddeye yer verilmemiştir. Bu minvalde Türkiye’nin de NATO’dan kendi isteğiyle ayrılmasını gerektirecek bir durum ve şartlar henüz gelişmemiştir. Burada S-400 alımı ve diğer nedenlerin bileşkesi olarak ABD’nin Türkiye’yi F-35 programından çıkarması, aslında Türkiye’nin NATO ve diğer Batı kurumlarını sorgulaması yönüyle dikkat çekici bir ‘hatırlatma’ olmuştur. De Gaulle benzeri çıkışlar yapılmasına (askerî kanattan ayrılma benzeri) yönelik Türk Hükümeti tarafından bir iç muhasebe yapılıp-yapılmadığı konusunda elimizde bir bilgi mevcut değildir ancak şüphesiz olasıdır. Gelinen noktada, Türk Hükümeti tarafından Türkiye’nin Batı’dan yönünü Doğu’ya çevirmesi doğrultusunda bir politika değişikliği söz konusu edilmemiştir. Bir bakıma, özellikle ABD ile bozulan siyasi ilişkilerin faturası NATO üyeliğine kesilmemiştir.

Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, gelişmiş Batı medeniyetinin bir parçası olarak hareket etme politikası değişikliğe uğramamıştır. Geçmişte de Türkiye Batı dünyası ile sıkıntılar yaşamıştır ancak Batı dünyasından kopma olmamıştır. Ancak, Johnson mektubundan sonra Türkiye, dış politikasında çok taraflılığa yönelmiş, NATO’dan ziyade milli hak ve menfaatlerine öncelik veren politikaları izlemeye daha fazla gayret göstermiştir. Bugün, dünden farklı değildir. Kırılmalar her dönemde olabilir… Bu noktadan sonra Türkiye’nin çok taraflı ve çok yönlü bir dış politika atmosferini yeniden yakalaması, Batı dünyasıyla savunma ve güvenlik bağlamındaki ilişkilerde karşılıklı ‘güven’ boyutunun yeniden tesis edilebilmesini sağlayabilecektir.

Dr. Hüseyin FAZLA
Dr. Hüseyin FAZLA
Tüm Makaleler

  • 30.01.2022
  • Süre : 7 dk
  • 1641 kez okundu

Google Ads