Site İçi Arama

analiz-ve-raporlar

Şam'ın Şekeri

“Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” sözünü sanırım duymayan yoktur. Baştan söyleyeyim, konumuzun bu sözle hiçbir alakası yok. Konu Suriye sınırı ile ilgili.

“Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” sözünü sanırım duymayan yoktur. Baştan söyleyeyim, konumuzun bu sözle hiçbir alakası yok. Konu Suriye sınırı ile ilgili. Malum, bu günlerde kamuoyunda önemli bir gündem haline gelen sınır güvenliği tartışmaları yaşanıyor. Kimisi “Sınır namustur.” pankartları hazırlayıp pencerelerine asıyor, kimisi de bunu suç kabul edip kanuni işlem yapıyor. Bilindiği gibi bu tartışmaların temelinde son zamanlarda ülkemizde önemli bir sorun haline gelen Suriyeli ve Afganistanlı göçmenler bulunmaktadır. Gerçi bunlara göçmen demek ne kadar doğru bilmiyorum. Çünkü göç kavramı; sığınmacı, yasadığı göçmen ve insan kaçakçılığı gibi birçok hukuki terimi de açıklamayı gerektirir ama ben burada literatür konusuna girmeyeceğim.

Meslek yaşamımın bir döneminde Suriye sınırındaki küçük bir ilçede bulunan bir hudut taburunda görev yaptım. Görevim tabur karargahında hudut güvenliği ile ilgili hususlarla ilgiliydi. Bu göreve atanmadan önce karargahtaki görevime dair üç buçuk ay kadar süren bir kurs gördüm. Ama bu kurs sınır güvenliğinden çok atandığım kısımla ilgiliydi. Kursta sınırla ilgili sadece Suriye’nin askeri ve idari yapısı hakkında bilgi verildi. Bu sebeple, birliğe gidinceye kadar neyle karşılaşacağımı tam olarak bilmiyordum.

Daha önce de sınır bölgelerindeki ilçelerde konuşlu birliklerde görev yapmıştım ancak hudut birliğinde ilk defa görev yapıyordum. Yani hudut görevleri hakkında hiçbir tecrübem de yoktu. Birliğe katıldıktan sonra gördüm ki taburda görev yapan herkes benimle aynı durumdaydı. Çünkü ikinci kez hudutta görev almış hiç kimse yoktu. En azından benim tanıdıklarımın durumu böyleydi. Üstelik atandığım kısımda benden önce görev yapan herhangi bir kişi de yoktu. Sanırım bu görev bir başka kısma bakan biri tarafından ikiz görevle yürütülmüş. O şahıs da ben görev yerine katıldığımda yeni tayin yerine gitmek için ayrılmıştı. Dolayısıyla ondan da bir şey öğrenemedim.

Bunun üzerine eski dosyaları tek tek incelemeye başladım. İnceledikçe görevin ne kadar kapsamlı ve hassas olduğunu anladım. Hudut nedir, nasıl korunur, yasal mevzuat nedir, emniyet ve güvenlik tedbirleri nelerdir, tehditler nelerdir gibi hususları yavaş yavaş kavramaya başladım. Bunun sonucunda, hudut birliklerinde hemen hemen her yerde yazan “Hudut namustur.” sözünün o kadar basit bir söz olmadığını idrak ettim.

İlk olarak vardığım sonuç, tam bir belaya bulaştığım oldu. Bunu abartı olarak söylemiyorum. Daha sonra da birçok hudut bölgesinde (ama hudut birliğinde değil) çalıştığımdan bu sonucun doğruluğuna hala inanıyorum. Çünkü hudut görevi, klasik askeri eğitim almış birinin mevcut bilgisiyle üstesinden hakkıyla gelemeyeceği, en azından çok zorlanacağı bir görev. Bu durum sadece görevin zorluğundan kaynaklanmıyor. Birlik yapısı ve yasal mevzuat da sıkıntılı.

Şimdi bunun sebeplerini açıklamaya çalışacağım. Bir zamanlar hudutların güvenliği için silahlı kuvvetlere değil de Jandarma gibi İç İşleri Bakanlığına bağlı bir hudut birliği sınıfı varmış. Bunlar görev yerlerindeki en yüksek mülki amire bağlı olarak çalışıyorlarmış. Kemal Sunal’ın “Propaganda” filmini seyredenler hatırlayacaktır. Kemal Sunal hudut kapısında görev yaparken soluk toprak rengi kıyafetler giyen askerler kapıda nöbet tutuyordu. İşte o kıyafetleri giyen askerler, o zamanlar hudutları koruyan hudut sınıfına mensup askerlerdi.

Muhtemelen hudut güvenliği, sadece yasadışı geçişe ve kaçakçılığa engel olmak kapsamında düşünüldüğünden, ağır silahları olmayan bu birlikler bir süre hudutları korumuşlar. Bunlar hep hudutlarda görev yaptıklarından konuyu ve hukuki prosedürü bilen ve uygulama yetkisi olan birliklermiş. Daha sonra, nedendir bilmem ama bu birlikler lağvedilmiş. Hudut koruma görevi Jandarma Genel Komutanlığına verilmiş. Jandarma da hukuka vakıf ve uygulamaya yetkili bir sınıf olduğundan muhtemelen çok fazla sorun yaşanmamış. Ancak PKK Terör Örgütü’nün eylemleri başlayınca işler değişmiş.

Silahlı veya silahsız kaçakçılarla uğraşmakta sorun yaşamayan Jandarma, terör olaylarından sonra bu işin üstesinden gelemediğinden olsa gerek hudut koruma sorumluluğu Kara Kuvvetleri’nin piyade birliklerine verilmiş. Bir süre sonra da hudut birlikleri kurulmuş. Ama ben göreve başlayınca bu birliklerin üzerinde çok fazla düşünülmeden kurulduğunu anlamakta gecikmedim.

Birinci sorun, personelin konu hakkında bilgili ve tecrübeli olmamasıydı. Gerçi hudut birliklerine atanan subaylara hudut kursu veriliyordu ama herkes bu kursu görmüyordu. Örneğin ben böyle bir kurs görmedim. Üstelik, hudut görevi hukuk bilgisi de gerektiren bir iş olduğundan böyle bir kursla yeterince bilgi sahibi olmak pek mümkün değil.

İkinci sorun, yetki meselesiydi. Hududu koruma sorumluluğu tamamen (benim görev yerim için) hudut taburundaydı. Ama ilginç bir şekilde taburun sınırda işlenen suçlarla ilgili herhangi bir hukuki işlem yapma yetkisi yoktu. Örneğin tabur bir kişiyi kaçakçılık yaparken yakaladığında tabur personelinin hukuki işlem yapma yetkisi yoktu. Böyle bir durumda, bir sürü rapor ve dosya hazırlayıp yakalanan şahısla birlikte jandarmaya teslim ediyorduk. Gerekli hukuki işlemi de jandarma yapıyordu. Daha birçok problem vardı ama bunlar az çok hudut güvenliği ile ilgili olduğundan bunlardan bahsetmeyeceğim.

Evrakları incelemeye devam edince hudutta “Hudut Taşı” diye bir şey olduğunu öğrendim. Gerçi bunu daha önce de duymuştum ama nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Bu taşlar oldukça büyük beton blok halinde imal ediliyor, sınır komşusu olan iki ülkenin yetkilileri nezaretinde belli aralıklarla dikiliyor. Üzerlerinde de bir numara yazıyor. Dolayısıyla, sınır görüşmelerinde bu numara söylendiğinde yer ismine gerek olmadan nereden bahsedildiği anlaşılıyor. Bu hudut taşlarının arasında sınırın geçtiği hat da haritalara işleniyor. Yani hududun nereden geçtiği her iki taraf yetkililerince tam olarak biliniyor. Bu konuda oldukça iyi çalışıldığını dosyalardaki haritalardan anladım.

Gördüğüm diğer dosyalarda ise tel engeli krokileri ve mayın tarlaları krokilerine rastladım. Tel engeli her yerde yoktu. Mayın tarlaları da sadece belli bölgelerde tesis edilmişti. Ama görev yaptığım taburda, bu iki özel konuda uzman ve istihkam sınıfına mensup bir bağlısı bulunmuyordu. Bu işleri zamanında Kolordu İstihkam birliklerinden bir ekip yerine getirmiş ve evrakların bir nüshasını tabura bırakarak gitmiş. Bu sebeple tabur karargahında, mayın tarlalarının ve tel engellerin durumunu sorabileceğim herhangi bir kimse yoktu. Ben de bunları yerinde görmek ve hudut birlik komutanları ile tanışmak için bir gün arabaya atlayıp tüm hududu gezdim. Ne yalan söyleyeyim, büyük bir endişeye kapıldım. Çünkü gördüğüm hiçbir şey krokilerde ve dosyalarda göründüğü kadar basit değildi.

Şimdi ne gördüğümü size de anlatayım. Yukarıda bahsettiğim hudut taşlarını takip eden hudut hattında birçok yere tel engeli döşenmişti. Tel engelinin iç kısmında ağaç ve bitkiden arındırılmış bir açık alan ve bu açık alanın ortasından giden bir araç yolu vardı. Bu yola “Hat Yolu” diyorlardı. Fakat bu yol, arazi yapısının engebeli olması sebebiyle o kadar dolambaçlıydı ki araçla virajları dönmekten havsalam şaşırdı. Üstelik bitki ve ağaçlardan arındırılmış alan da o kadar arınmış görünmüyordu.

Birlik komutanları ile konuşunca bunun sebebini anladım. Bahsettiğim bölge oldukça güneyde olduğundan havalar yazın sıcak ve kışın da ılımandı. Fakat denize çok yakın olduğundan olsa gerek sürekli yağmur yağıyor, yağmur yağmadığı zamanlarda da daima sis oluyordu. Yazın bile çoğu gece hava sisliydi. Bu da bitki gelişimi için çok uygun bir ortam sağlıyordu. Dolayısıyla, bu yıl kesilen bitkiler seneye yine bir insan boyuna kadar yükseliyordu. Ben hayatım boyunca, çam ağaçlarının buğday tarlasındaki ekinler gibi yerden sık bir şekilde çıktığını ve saz veya kamış kadar hızlı büyüdüğünü başka hiçbir yerde (çok yer görmeme rağmen) görmedim. Ama burada bu şekilde büyüyorlardı.

Hal böyle olunca hem görüş azalıyor (zaten sis ve yağmur yüzünden görüş çoğu zaman sınırlıydı) hem de tel engeller işe yaramıyordu. Nitekim tel engelleri kontrol ettiğimde bazı yerlerde çalılar arasına saklanmış kuru ağaç dalları olduğunu gördüm. Tel engelini incelediğimde bunların tele konup üzerinden geçmek için kullanıldığını anlamam zor olmadı.

Beni çok şaşırtan diğer bir şey ise mayın tarlaları oldu. Mayın tarlaları haritada işaretlendiği yerde duruyorlar gibi görünüyordu. Çünkü bu bölgelerin etrafı tel engelle çevrilmiş ve mayınlı bölge işaretleri konulmuştu. Ama birlik komutanları ile konuşunca işin öyle olmadığını anladım. Meğer mayınlar yürüyorlarmış. Şaşırmayın veya yanlışlıkla böyle yazdım zannetmeyin. Gerçekten yürüyorlarmış. Bu sebeple işaretli yerlerde muhtemelen hiç mayın yokmuş. Nitekim zaman zaman domuzlar mayına basıp patlatıyorlarmış ve patlayan mayınların hiçbiri tellerle işaretlenen yerlerde değilmiş.

Önce buna inanmadım. Tel engellerinin yanlış yere konulduğunu düşündüm. Ama mayın haritalarına bakınca gayet profesyonelce, bu işten anlayan istihkamcılarca ve belli bir anahtara göre döşendiğini gördüm. Meğer toprak, çok sık yağan yağmur sebebiyle sürekli kayıyormuş. Arazi engebeli olduğundan, en düz yerin bile bir miktar eğimi oluyordu. Bu sebeple, yer çekiminin etkisiyle toprak sürekli yer değiştiriyormuş. Bu kayma her yağmurda çok az, adeta milimetrelerle ifade edilecek kadar olduğundan gözle fark edilmiyormuş. Ama yıllar önce döşenen mayınlar, her yıl onlarca kez yağan yağmurla sürekli kaydığından yerin eğimine göre döşendikleri yerlerden 30, 50 ve hatta 100 metre uzağa gitmiş.

Bunları öğrenince işlerin pek kolay olmayacağını, birçok sorunla uğraşmak zorunda kalacağımı anladım. Aslında bunlar yine de pek büyük sorunlar değildi. Çünkü mücadele etmek zorunda olunan diğer sorunlar çok daha çetrefilliydi. Şimdi kısaca bunlardan bahsedeceğim.

Sıradan bir insan için sınır deyince akla ilk gelen şey genellikle kaçakçılıktır. Bize yıllardır izlettirilen filmlerin etkisiyle olsa gerek, kaçakçı deyince de üç beş paket çay vb. getirip geçinmeye çalışan zavallı bir adam canlanır gözümüzde. Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi. Ben de dosyalardaki evrakları incelerken yaşanan çatışmalara dair kayıtlara rastlayınca öğrendim bunun filmlerdeki gibi olmadığını.

Meğerse kaçakçıların büyük bir kısmı (özellikle de Suriyeli kaçakçılar) yanlarında silah taşıyorlarmış. Hem de öyle tabanca veya av tüfeği değil, bildiğiniz piyade tüfeğiymiş bunlar. Zaman zaman sınırda nöbet tutan ve kendilerini görünce “dur!” çeken askerlerimizle çatışmalara giriyorlarmış. Kaçakçıların hiç de anlatıldığı gibi masum veya zavallı olmadıklarını anlayınca, hudut birliklerini ziyarete giderken hem kendim tüfek almaya hem da arabama silahlı birkaç asker almaya başladım.

Bu arada, bir zamanlar uçakların Irak kuzeyinde terörist diye vurduğu kaçakçılar hakkında salya sümük anlatılan hikayeleri bir defa daha değerlendirmenizde fayda olduğunu belirtmek isterim.

Bu genel bilgilerden sonra şimdi de sınırdan nelerin geçtiğini ve nelerin geçirildiğini anlatmaya çalışalım. Öncelikle, sınırdan geçen veya geçirilen her şeyin organize bir faaliyete ve detaylı bir örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu söyleyeyim. Ama nadir de olsa bireysel ve rast gele geçişler de oluyordu. Örneğin Romanyalı birinin yıllar önce Türkiye üzerinden Suriye’ye, oradan da Lübnan’a geçtiğini bir süre sonra ülkesine dönmek için tek başına sınırı geçerek Türkiye’ye girdiğini biliyorum.

Biliyorum çünkü bu adam yakalandı. Türkiye’ye pasaportla girmiş. Pasaportu hala üstündeydi. Giriş damgaları da iki-üç sene öncesine aitti. Çantasından Lübnan’da çekilmiş fotoğrafları çıktı. Biz işlemini yapıp Jandarma’ya teslim ettik.

Bir defasında da bir yıl önce Irak sınırından Türkiye’ye girmiş ve çeşitli işlerde çalışıp para biriktirdikten sonra Suriye üzerinden geri dönmeye çalışan iki Iraklı kardeş yakalanmıştı. Buna benzer başka olaylar da oldu ama bunlar çok sık yaşanan olaylar değildi. Kaçak geçişler ve kaçakçılık genel olarak örgütlü ve organize bir faaliyet olarak yürütülüyordu.

Filmlerde, en çok çay kaçakçılığı yapanlar gösterilir. Suriye sınırında da eskiden çay vb. kaçakçılığı yapılıyormuş ama benim görev yaptığım süre içinde çay kaçıran tek bir kişi bile yakalandığını hatırlamıyorum. Bu işler de arz talep dengesi, fiyat aralığı gibi benim hiç anlamadığım ekonomi ilminin kurallarıyla doğrudan bağlantılı işliyor sanıyorum. Sonuçta kaçakçılık para kazanmak için yapılan “ticari” bir şey. Çay artık alınan riske değecek kadar çok para kazandırmıyorsa, adam neden çay kaçakçılığı yapsın?

Eskiden en çok kaçakçılığı yapılan diğer bir ürün de tütün mamulleriymiş. Hatta, kıyılmış tütün, sigara kâğıdı ve yabancı sigara kaçakçılığı bir zamanlar bölgedeki kaçakçıların temel geçim kaynağıymış. Üstelik, Suriye topraklarından yapılan en güvenli ve garantili kaçakçılıkmış. Çünkü bu kaçakçılığın Suriye ayağı Suriyeli yöneticiler ve aileleri tarafından yönetiliyormuş.

Eskiden bu işle geçinen ve yaşlanınca mecburen kaçakçılığı bırakan kişilerle zaman zaman konuşuyordum. Malum, bir işin sırlarını o işi yapandan öğrenmek en iyisidir. Bu kişilerin anlattığına göre tütün mamulleri kaçakçılığını Suriye’de organize eden kişi Hafız Esat’ın kardeşiymiş. Hani daha sonra Hafız ile ihtilafa düşüp Fransa’ya kaçan kişi. Bu adam çoktan öldü. Ama Suriye iç savaşı başladığı günlerde Esat ailesinden olduğu söylenen kısa boylu ve kendisine en az iki beden büyük gelen çirkin bir takım elbiseyle televizyonlara çıkıp (muhtemelen muhalefete lider olurum beklentisiyle) konuşan 35-40 yaşlarındaki adam vardı ya, o adamın babası olur kendisi.

Tütün mamulü kaçakçılığı deyince aklınıza birkaç karton sigara veya birkaç paket kıyılmış tütün gelmesin. Bana anlatıldığına göre Hafız Esat’ın kardeşinin çocukları veya adamları sınıra üç-dört kilometre yakında bulunan köylere tırlarla sigara getiriyorlarmış. Haftanın belli günleri yapılan bu dağıtımın hangi gün nereden yapılacağından bizim kaçakçıların da haberi oluyormuş. Böylece kaçakçılarımız kendilerine en uygun günde sınırı geçip en uygun köye gidiyor ve sigara satın alıyorlarmış. Genelde uzun kuyruklar olduğundan kaçakçılar sabah güneş doğmadan belirtilen yere gidiyorlar; paralarını ödeyip sigaralarını alıyorlar, eşek, katır veya araçlarla sınıra en yakın yere taşıyıp Türkiye’ye geçiriyorlarmış. İşin içinde Suriye’yi yöneten aile de olduğundan Suriye topraklarında kaçakçı gibi değil yasal bir misafir gibi rahatça hareket ediyorlarmış.

Lazkiye’ye gittiğimde bu kaçakçılık işlerinin hala Esat ailesinin kontrolünde olduğunu anlamam zor olmadı. Çünkü Suriye sınırından girer girmez göze çarpan ilk şey sefalet ve geri kalmışlıktı. Arabaların en yenisi 25-30 senelikti. 70 ve 80’li yıllarda bizde de olduğu gibi birkaç kilometrede bir arıza yapmış ve yol kenarına çekmiş bir araç görüyorduk. Ama Lazkiye’ye gidince bu durum değişti. Çünkü, orada da eski arabalar çoğunlukta olmakla beraber son model ve çok pahalı arabalar da vardı.

Bir Suriyeli Albay ile samimiyet kurmuştum. Adam bana gizlice Türkmen olduğunu söylemişti ve çocuklarına Türkçe öğretmek için ilkokul kitapları istemişti. Bu adama sorduğumda, arabaların Esat’ların sülalesinden ve yönetimdeki diğer ailelerin yakınlarından olan kişilere ait olduğunu söyledi. Günahı boynuna ama bu durumdan ben kaçakçılığın o zaman da Suriye devleti eliyle ve bu ülkenin yönetici aileleri tarafından yapıldığını düşünmüştüm. Hatta bugün bile durumun pek fazla değiştiğini zannetmiyorum.

Bununla birlikte, ben görev yaparken sigara kaçakçılığı da yaygın değildi. Çünkü daha çok para getiren malların kaçakçılığı yapılıyordu. Bunlardan en ilginci hayvan kaçakçılığı idi. Hayvan derken koyun veya keçiyi kastetmiyorum. Büyükbaş hayvan kaçakçılığından bahsediyorum. O zamanlar ‘deli dana’ hastalığı vardı. Ne zaman köylerde toplu hayvan ölümleri olsa “yine inek kaçakçılığı olmuş ve biz yakalayamamışız” diye düşünürdük.

Hayvan kaçakçılığının neden çok kazançlı olduğunu anlayamamış olabilirsiniz. Başlangıçta ben de anlamamıştım. Ama yakalanan bir Suriyeli kaçakçı ile konuşunca anladım. Meğer bu hayvanları Suriye’de para verip almıyorlar, çalıyorlarmış. Hem de Suriye’nin devlet üretme çiftliklerinden çalıyorlarmış. Tevekkeli, yakalanan inekler hep cins ve besili oluyordu. Bu hırsızların çoğunu Suriyeli yetkililer biliyor ve arıyorlarmış ama bunlar arazide yatıp kalktıklarından yakalanmıyorlarmış.

Böyle bir adamı iade etmek için işlem yapınca adam teslim etmeyelim diye çok yalvarmıştı. Çünkü bugün bazılarının öve öve bitiremediği Baas rejimi, “düşmanlarımın başına” bile diyemeyeceğim kadar zalim ve faşist bir rejimdi. Hapse düşmenin en kabul edilebilir sonucu işkenceye dayanamayarak ölmekti. Çünkü ölmez de sağ kalırsanız o işkenceye maruz kalmak bir insanın başına gelebilecek en kötü şeydi. Bunu kafamdan uydurmuyorum. Bizzat işkenceye maruz kalanlardan ve yakınlarından dinledim. Burada anlatsam, yürekler dayanmaz.

Zaman zaman çok sık yakaladığımız ve büyük paralar kazanıldığı söylenen diğer bir kaçak ürün ise “Asit Anhidrit” veya “Asetik Anhidrit” denilen sıvı bir maddeydi. Bu madde eroin imalatında kullanılan temel ara kimyasallardan birisidir. Ara kimyasallar, uyuşturucu imalinde kullanılan ve uyuşturucu ile mücadelede önemli yer tutan maddelerdir.

Bu sıvı, bir kişinin kolay kolay taşıyamayacağı kadar büyük mavi bidonlarda bulunuyordu. Genellikle sınıra kadar bu bidonlar içinde getiriliyordu. Düzlük alanlarda bir kişi sırtlayıp bidonu taşıyor ama daha çok küçük bidonlara paylaştırılarak sınırdan geçiriliyordu. İlginç olan, bu bidonların üzerinde ürünün Fransa’da üretildiğine dair yazıların bulunmasıydı. Bazen başka Avrupa ülkelerinde üretildiğine dair yazılara da rastlıyorduk.

Kaçakçılardan ve diğer haber kaynaklarından öğrendiğime göre, bu ürün başka maksatlarla kullanılacak diye Avrupa ülkelerinden Lübnan’a ithal ediliyor, oradan Suriye’ye, Suriye’den de bize getiriliyormuş. Belki ilk defa duyacaksınız (hala öyle olup olmadığını ben de bilmiyorum) ama Antakya ve çevresindeki bazı köyler eroin üretiminde çok başarılıymış. Hatta halk arasındaki söylentilere göre bazı köylerin ürünü Avrupa’daki uyuşturucu işi yapan çevrelerde köyün ismiyle bilinir ve daha yüksek fiyata satılırmış. Bunu teyit edemem ama öyle söyleniyordu.

Ne güzel düzen değil mi? Avrupalı ara kimyasalı satıyor, bu kimyasalla uyuşturucu üretiliyor ve mamul madde tekrar kaçak yollardan Avrupa’ya gönderiliyor. Sonra da tüm Avrupa devletleri, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele ettiklerinden bahsediyor. Halbuki ara malın satışını yasaklasalar veya sıkı denetim altına alsalar bu kadar uğraşmalarına hiç gerek kalmayacak. Neyse….

Şimdi, çok daha önemli bir konuya geliyorum. Yukarıda anlattıklarımı bir yana bırakırsak, bizi en çok uğraştıran kaçakçılık, insan kaçakçılığıydı. En çok da kökeni Sih olan yasadışı göçmen yakalıyorduk. Hindistan’dan Lübnan’a gemi ile geldiklerini, orada tarlalarda ve inşaatlarda çalıştıklarını, para biriktirince kaçakçılarla temas kurup Suriye’yi bir günde araçla geçerek sınıra geldiklerini söylüyorlardı. Bunlar, türban takan erkekler olduğundan ilk zamanlar tuhafımıza gidiyordu ama zamanla alıştık. Tamamı erkek ve orta yaşlarda olan bu insanların inanılmaz zayıf olmalarına rağmen kollarından tutunca ağır işlerde çalıştıklarını ispatlar biçimde çok güçlü kollara sahip olduklarını fark ediyorduk.

Sihlerden sonra en çok yakalanan yasadışı göçmenler Afrikalılardı. Örneğin Siere Lion ve Togo’lu çok sayıda orta yaşlı erkek kaçak yakalandığını hatırlıyorum. Haritaya bakarsanız, bunların nasıl Suriye sınırına kadar geldiklerine şaşarsınız. Bir dönem de çok fazla siyahi genç kız yakalanmaya başlandı. Yanlarında sadece küçük bir sırt çantası ile bir el çantası bulunuyordu. Kıyafetleri de arazide yürümeye uygun olmayan açık kıyafetlerdi. Çantalarını kontrol ettiğimizde, erotik kıyafetler ve cinsel objeler buluyorduk. Sonra anladık ki bunlar ülkelerinden İstanbul’a gitmek için yola çıkmışlar. Çünkü o günlerde gazetelerde, İstanbul’da siyahi hayat kadınlarının moda olduğu yazılıyordu.

Yukarıda yasadışı göçmenlerin diğer kaçakçılık türlerine göre çok daha önemli olduğunu söylemiştim. Bunların önemi, yarattıkları sorunlar ve başımıza çıkardıkları işlerden kaynaklanıyordu. Bunun da iki sebebi vardı. Birincisi; bunların asit anhidrit kaçakçılığında da kullanılmalarıydı. Kaçakçılar bunlardan hem geçiş parası alıyor (o zamanlar sanırım kişi başına 100 ila 200 dolar arasında değişen bir miktar alıyorlardı) hem de ellerine birer asit anhidrit dolu bidon verip taşıtıyorlardı. Kaçakçılar sınırı geçerken bunları ikişerli üçerli gruplar halinde önden gönderdiklerinden bunlar yakalanırsa kendileri gelmiyor, dolayısıyla yakalanmaktan kurtuluyorlardı.

Kaçak göçmenlerin yarattığı diğer bir sorun ise PKK Terör Örgütü ile bağlantılıydı. Şimdi Türkiye’yi terör örgütlerine destek vermekle suçlayan Beşar’ın babasının temel politikası Türkiye aleyhinde çalışan bütün terör örgütlerini ülkesinde beslemek ve desteklemekten ibaretti. Bu örgütler arasında bazı aşırı sol örgütler de olmakla birlikte en büyük itibar gören örgüt PKK idi. Abdullah Öcalan Şam’da ağırlanıyor, sınırımıza yakın bölgelerde birçok terörist barınma yerleri ve Bekaa’da da eğitim kampları bulunuyordu. Doğal olarak, PKK’lı teröristler sınırımızdan geçmeye çalışıyorlardı. Hatta birkaç defa hudut karakolumuzu başmışlar ve bir defasında da Tabur komutanı aracına pusu atmışlar. Neyse ki zayiat olmamış.  

Hal böyle olunca, askerler hat boyunca yol üzerinde yürümüyor, belli noktalara pusu atıyorlardı. Yasadığı göçmenleri çalılık, ormanlık ve engebeli arazide, sis ve gece karanlığında teröristten ayırmak mümkün değildi. Fakat yine de askerlerimiz, net görüntü alıp terörist olduklarından emin olamazlarsa ateş etmeden önce dur çekiyorlardı. Bunlar, zaten korkutucu bir arazide ve suç işliyor olmanın verdiği endişe ile bu sesi duyunca paniğe kapılıyor ve kaçmaya başlıyorlardı. Türkçe bilmediklerinden söyledikleri de anlaşılmıyordu. Bazen kaçarken yönünü karıştırıp askerlerin üzerine geliyorlar ve asker bunların terörist olduğunu ve kendilerine saldırdığını düşünerek ateş ediyordu. Bu yüzden yasadışı göçmenler yaralanıyor, bazen de ölüyorlardı.

Bunların terörist olmadığı anlaşılınca yardım ediliyor ve hastaneye götürülüyordu. Ölen veya yaralanan insanların verdiği üzüntü bir yana bu kişilerin işlemleri de tam bir işkenceden ibaretti. Bu işlere ben baktığımdan gece telefon çalınca yine sınırda biri vuruldu diye açmaya korkuyordum. Çünkü gecenin bir yarısı kalkıyor, arabaya binip olay yerine gidiyordum. Arazi yapısı ve sık bitki örtüsü sebebiyle yaralı veya ölülerin yanına ulaşmak çok zor oluyordu. Tabur doktoru yaralılara hemen müdahale ediyor ve durumu ağır olanları ambulansla Antakya’ya, bazen de oradan sevk ettiklerinde Adana’ya gönderiyorduk.

Bu noktada sorun daha da büyüyordu. Çünkü, bizim bu iş için bir ödeneğimiz yoktu. Hastane masrafı vb. için para lazım olduğundan bu parayı bir sürü prosedürden sonra ilgili yerler ödüyordu. Dert burada bitmiyordu. İyileşince bunlar geri geliyor ve sınırdan dışarıya çıkarıyorduk, teknik tabirle deport ediyorduk. Bu kişiler için o zaman yasal bir düzenleme veya kanun yoktu. İç İşleri Bakanlığının bir kararnamesine göre kaçak göçmenler sınırlarımızı ihlal ettikleri bölgeden geldikleri ülkeye gönderiliyordu. Bu işleme deport deniliyordu.

Bu işin bir de hukuki boyutu vardı. Ölümlü veya yaralamalı olay olunca savcıya haber verip sabah erkenden olay yerine getiriyorduk. Savcı raporunu yazınca cesedi veya cesetleri jandarmayla beraber ilçeye götürüyor, otopsi raporunu alıp 6-7 nüsha olay dosyası hazırlıyorduk. Ölülerin kendi ülkelerine gönderilmeleri de ayrı bir dert idi ama neyse ki o işle biz ilgilenmiyorduk.

Şimdiye kadar hep Suriye’den Türkiye’ye yapılan kaçakçılıktan bahsettik, peki hiç bizden Suriye’ye kaçakçılık yapılmıyor muydu? Elbette yapılıyordu. En çok yakalananlar; motor parçaları (distribütör kapağı, jant, karbüratör gibi parçalar), uydu anten ve müştemilatı (televizyonlar için), spor ayakkabı ve av tüfeği çeşitleri (özellikle de pompalı tüfek) gibi Suriye’de pek bulunmayan, bulunsa da herkesin alamadığı ürünlerdi. 2000-2001 yıllarında pompalı tüfek çok fazla yakalandı. O zamanlar “Bunlar herhalde silahlanıyorlar. Birbirlerini öldürecekler.” diye arkadaşlarla konuştuğumuzu hatırlıyorum. Çünkü Suriye’de kaynaşmış bir toplum, bir millet yoktu. Aksine birbirinden nefret eden dini ve etnik gruplar vardı. Bu nefretin temel sebebi devletin uygulamalarıydı.

Bir de Captagon kaçakçılığından bahsedilirdi o zamanlar. Captagon sentetik bir uyuşturucu türüdür. Önceleri Almanya’da yasal olarak üretilen bu maddenin üretimi daha sonra durdurulmuştur. Üretiminin durdurulmuş olmasıyla birlikte yasal olmayan yollardan, yüksek kazanç elde etmek için çeşitli ülkelerde kaçak olarak üretilmeye başlanmıştır. Bu ülkelerden birinin de Türkiye olduğu söylenirdi. Antep ve Kilis’te gizli imalathanelerde üretilen bu ürün Suudi prensleri dahil Arap ülkelerinde yaşayan birçok kişi tarafından çok yaygın olarak kullanılıyormuş. O zaman basına da yansıdığı gibi bu işten zengin olan aileler olduğunu duyardık. Ama bizim bölgemizde hiç rastlamadık.

Fakat denizyolu ile kokain kaçakçılığı yapıldığına dair duyumlar aldık. Hemen buna bir tedbir getirilmeye çalışıldı. Akdeniz sahillerinde Suriye-Türkiye sınırında yukarından görünmeyen ölü bir bölge var. Daha doğrusu sahilin çok az bir kısmı görülüyor, kalan kısmı ölü bölge. Buradan motorlu küçük teknelerle kürek çekerek sessizce geceleri geçiliyor ve Türkiye tarafına geçtikten bir süre sonra motor çalıştırılıyormuş. Bunun üzerine, yamaçtan aşağıya bir yol ve mevzi yapıp makineli tüfekli bir müfreze koyduk. Gerçekten de anlatıldığı şekilde geçen tekneler oldu ve ateş açılınca geri döndüler.

Bundan sonra yeni bir yöntem bulduklarını öğrendik. Samandağ’a giden varsa sahilin çöple dolu olduğunu görmüştür. Bu çöp Samandağlıların attığı çöp değildir. Zaten denize çıplak gözle bakınca bunu anlarsınız. Çöpler Suriye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz sahillerinden buraya geliyor. Çünkü denizdeki akıntılar Samandağ sahiline doğru akıyor.

Biz ateş ettikten sonra kaçakçılar, uyuşturucuları naylon paketlerle koyup sıkıca bantlıyor ve boş plastik şişe ve bidonlara koyuyorlarmış. Sonra da Suriye tarafında akıntının bulunduğu bir yere bırakıyorlarmış. Akıntı bunları Samandağ’a doğru getiriyor ve şebekenin Samandağ’daki adamları balık tutmaya çıkmış gibi yaparak teknelerle bunları topluyorlarmış. Bunun için çok çaba gösterdik ama bir türlü tespit edemedik. Bizim bölgemizin dışında olduğu için konuyu sahil güvenlik birimlerine bildirdik.

Kaçakçılık sadece huduttan yapılmıyor hudut kapısından da yapılıyordu. Bizim sorumlu olduğumuz hudut bölgesinde pek işlek olmayan bir sınır kapısı vardı. Lazkiye çok yakın olduğundan bazen günübirlik kendi araçlarıyla gidip gelenler oluyordu. Suriye’de akaryakıt çok ucuz olduğundan bu kişiler genellikle depolarına ilk benzinliğe yetecek kadar yakıt koyuyor, gelirken de depoyu tam doldurup dönüyorlardı. Bazıları bu yolla yolculuğu bedavaya getirdiklerini söylüyorlardı. Bu pek kaçakçılık sayılmaz ama kapıdan başka bir şeyin kaçakçılığı sık sık yapılıyordu. Gerçi kapıdan biz sorumlu olmadığımızdan bunu fiilen tespit edemiyorduk ama haber elemanları ve jandarmadan duyuyorduk.

Kaçak şekilde ülkeye sokulan şey, en az riski ama en çok kazancı olan bir kaçakçılık ürünüydü. Bu ürün konu başlığında da bahsettiğimiz şeker idi. Ben o zamana kadar Suriye’de şeker üretildiğini bilmiyordum. “Ne Şam’ın şekeri…” ifadesiyle başlayan sözdeki şekerin de Konya şekeri gibi Şam’a ait bir şeker olduğunu zannediyordum. Meğerse Suriye’de şeker kamışı tarımı yapılıyormuş. Kamıştan üretilen bu şeker bizde satılan pancar şekerinden çok daha tatlı fakat çok daha ucuzmuş.

Suriye’ye günübirlik gidip gelenler bile sınırda sorun yaratmayacak kadar şeker alıyorlarmış. Ama kaçakçılık daha büyük araçlarla ve diğer yüklerin arasına gizlenerek yapılıyormuş. Bu şeker Türkiye’ye girince hızla dağıtılıyor ve satışa sunuluyormuş. Bu işin kazancı, şekerin tadı kadar tatlı imiş. Hatta toz olarak getirilen bu şekerin bir kısmı küp şeker haline getirilerek fason bir marka etiketiyle pancar şekeri diye satılıyormuş.

Şimdi size bir soru sormak istiyorum. Sizce ben tüm bunları uzun uzun niye anlattım. Sırf hatıralarımı anlatmak için mi?

Hayır….

Asıl maksadım bugüne dair düşüncelerimi ifade etmektir.

Biz, o zamanlar varımızla yoğumuzla, binlerce asker, silah ve teçhizatla sınırı korumaya çalışırken büyük bir kısmını yakalamamıza rağmen yine de sınırdan her şey geçtiğine göre Suriye’nin günümüzdeki iç karışıklıkları ve sınırın artan geçirgenliği göz önüne alındığında şimdi bu işler ne haldedir acaba?

Üstelik bölgede yardım kuruluşu, vakıf vb. isimlerle faaliyet gösteren birçok birim var. Bu yardımları götürüp getiren kamyonlar ve diğer araçlar var. Hayat tecrübem bana, sırf yardım maksadıyla yardım yapan insanların ve vakıf/NGO (hükümet dışı organizasyonlar) gibi kurumların sanılandan çok az olduğunu öğretti. Acaba Suriye’de faaliyet gösteren yardım kuruluşları, vakıflar ve NGO’lar denetleniyor mu? Bu vakıf türü yapılar, esas maksadı kaçakçılık olan ve bunun için kurulmuş paravan yapılar olabilir mi?

Basında kaçak akaryakıt haberleri uzun süre gündem konusu oldu. İnsanların serbestçe ülkemize girip çıktıklarını, savaştan kaçtığını söyleyen insanların bayramda seyranda memleketlerini ziyarete gittiklerini de duyuyor ve okuyoruz. Bunlar, uyuşturucu gibi dikkat çeken şeyleri bir yana bıraksak bile acaba hiç olmazsa şeker getiriyor olamazlar mı? Sınır birliklerimiz sırf PYD ve IŞİD gibi terör örgütleri ile Rus ve Suriye devletlerinin silahlı güçlerine odaklandığından, bu tehditler gözden kaçırılıyor mu?

Akdeniz’e yakın bölgelerde Suriye-Türkiye sınırının iki yanı çam ormanları ile kaplı. Biz hudut görevleri sırasında buralara ekilmiş hint kenevirleri tespit edip jandarmaya bildiriyor ve tutanakla imha edilmelerini sağlıyorduk. Suriye’nin sınıra yakın kesimlerinde çam olmayan bölgeler de zeytin ağaçları ile kaplıydı. Buralara şimdi daha kolay Hint keneviri ekip hasat etmek mümkün. Bu dikkate alınıyor mu?

Yukarıda kaçakçılığın organize bir iş olduğunu söylemiştik. Bu organizasyonun Türkiye ve Suriye ayakları vardı. İç savaştan sonra sınırdan milyonlarca Suriyeli girdi. Bunların büyük bir kısmının savaştan kaçan masum insanlar olduğunu düşünsek bile acaba yasadışı işler yapan bu organizasyonlara mensup bazı kişiler de ülkemize girmiş olamaz mı? Bunlar Suriye’deki organizasyonlarının Türkiye ayağını da kurup yasadışı faaliyetlerine devam ediyor olamazlar mı?

Bu sorular bana sorulsa, soruların tamamına “evet” cevabı verirdim. En azından “muhtemelen” derdim.

Benden söylemesi….

Dr. Mehmet ÇANLI
Dr. Mehmet ÇANLI
Tüm Makaleler

  • 20.10.2021
  • Süre : 5 dk
  • 1748 kez okundu

Google Ads