Site İçi Arama

analiz-ve-raporlar

Tahran-Riyad Hattındaki Gelişmeler, ABD’nin Ortadoğu’daki Hegemonyasına Son Verebilir mi?

Yakında nükleer silah sahibi olması beklenen İran ile İsrail arasında, 2022 Aralık ayında yeniden iktidara gelen Netanyahu döneminde, açık bir çatışma yaşanabileceğine dair korkularının arttığı bir dönemde, Suudi Arabistan ile İran arasındaki artık geleneksel hale gelen ‘düşmanlığın’ devam etmesinin, Washington ve Tel Aviv’in ortak arzusu olduğunu kimse inkâr etmiyordu. Buna rağmen, İbrahim Antlaşmalarına karşı mesafeli duran, sessiz bir tavır geliştiren Riyad yönetimi, 10 Mart’ta Pekin’in arabuluculuğunda Tahran ile arasındaki düşmanlığa son verme yönünde bir irade ortaya koydu.

Ortadoğu’da ABD ve İsrail yönetimlerinin ‘nükleer tehdit’ algılarının başında İran geliyor. 1979 yılındaki İran devrimi sonrasında Ortadoğu’daki Amerikan ve dolaylı olarak İsrail çıkarlarını gölgeleyebilecek bir gelişme olarak okunan İran’daki Humeyni Rejimi, İran-Irak savaşına rağmen yıpratılamamıştır. İran’daki rejim ise varlığını, şeytanlaştırdığı İsrail ve Amerikan aleyhtarlığı üzerine kurgularken, Sünni-Şii çekişmesi ABD yönetiminin Ortadoğu rejimlerini İran’a karşı kışkırtabileceği en büyük argüman olarak kullanılagelmiştir. Ortadoğu coğrafyasındaki bölgesindeki İslam ülkeleri arasındaki kamplaşmada, Amerikan destekli Suudi Arabistan ile Rus destekli İran kamplaşması görünür bir sorun olarak uluslararası ilişkilerde ‘yaşayan krizler’ arasında sayılagelmiştir.

BRICS ülkelerinin yükselen grafiğinin bir parçası olmak isteyen İran, Amerikan karşıtlığından beslenen tüm oluşumların bir şekilde içinde olmaya gayret göstermiştir. 24 Şubat 2022 tarihinde başlayan Rusya-Ukrayna Savaşında tartışmasız bir şekilde Rusya’nın yanında yer alan, Batı dünyasının Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımları yok hükmünde sayan İran, kendisi gibi yıllardır Amerikan yaptırımlarına maruz kalan Rusya’ya özellikle insansız savaş araçları satmak suretiyle, Rusya’nın Ukrayna harekât sahasında şiddetle ihtiyaç duyduğu İHA ihtiyacını karşılamaya devam etmiştir. 

Öte yandan Arap Baharı sonrasında Ortadoğu ülkelerini arzu ettiği ölçüde şekillendirmekte zorlanan ABD’nin, bölgenin barışına değil, adeta istikrarsızlığına hizmet eden bir hegemon ve süper güç olduğu iyice belirgin hale gelmiştir. Bu durum, ABD’nin İslam coğrafyasındaki İngilizlerden devraldığı sömürge mirasının artık sürdürülebilirliğinin pek mümkün olamayacağını, Washington’un Arap rejimleri üzerinde kurduğu hegemonyasının, bölge halkları üzerindeki nüfuzunun aşınmakta olduğu tüm dünyaya göstermiştir. 

İbrahim Antlaşmaları ve Ortadoğu’da Amerikan Beklentileri

Oysaki Trump, 2017 yılının Mayıs ayında Ortadoğu ülkelerine yaptığı ziyaret çerçevesinde Suudi Arabistan ziyaretinde, bölgesel İran tehdidine vurgu yapmış ve terörizm ile güvenlik meselelerinde birlikte Suudi yönetimi ile birlikte hareket etme noktasında anlayış birliğine varmıştı. Bu ziyaretle birlikte Ortadoğu’da yeni bir sayfa açmaya odaklanan Amerikan yönetimi, eski Başkan Trump’tan esinlenen Trump Barış Planını devreye sokuyordu. Yüzyılın Projesi olarak da nitelenen ekonomi ve politik yönleri öne çıkan bu yeni açılım, 2017 yılın Ekim ayındaki Suudi Arabistan'ın Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın duyurduğu 500 milyar dolarlık Neo-Müstakbel (NEOM) projesinin başarılı olamamasının ardından geliştirilmiş bir plandı. O dönemde hazırlanan Refah İçin Barış dosyasında; görünürde İsrail-Filistin Sorununa çözüm getiriyor temasını öne çıkarılıyordu. Bununla birlikte, İsrail ile Müslüman ve Arap ülkelerinin çoğunluğunun resmi ilişkilerinin olmayışının İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışmayı körükleyen bir faktör olarak sunuluyordu. Bu kapsamda, Arap ülkeleri ile İsrail’in ilişkilerini normalleştirmeyi hedefleyen İbrahim Antlaşmaları (Abraham Accords) etkin bir terminoloji olarak kullanıldı ve ABD’nin teşvik ve yönlendirmeleri doğrultusunda istekli ülkeler ile İsrail arasında imzalanmaya başlandı. 13 Ağustos 2020 tarihinde İsrail-BAE antlaşması ile süreç başlatıldı. Böylece, Semavi dinlerdeki Hz. İbrahim’in birleştirici vasfı öne çıkarılıyordu. Müslümanlara göre Hz. İbrahim’in büyük oğlu Hz. İsmail, Hıristiyan ve Yahudilere göre ise küçük oğlu Hz. İshak önemli görüldüğüne göre, özünde kardeş Müslüman Arap ve İsrail halklarının İbrahim Antlaşmaları ile barış ve refah içinde Ortadoğu’da birlikte yaşayabilecekleri savı kabul görüyordu. Bu varsayımda iki sorun görmemezlikten geliniyordu: Birincisi, Filistinlilerin aleyhine işleyen Siyonist yayılmacılığı ve Müslüman bir ülke olan İran’a karşı sergilenen ABD ve İsrail düşmanlığı. Belki de bu nedenle olsa gerek, BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan dışında diğer Arap devletleriyle normalleşme büyük oranda başarısız oldu. Bu arada, Ürdün ve Mısır’ın, İsrail ile donuk olan ekonomik ve siyasi ilişkilerini yeniden canlandırmaya yönelten, Ortadoğu’ya kısmi bir yumuşama getiren İbrahim Antlaşmaları halen de önemini korumaya devam ediyor.

Yakında nükleer silah sahibi olması beklenen İran ile İsrail arasında, 2022 Aralık ayında yeniden iktidara gelen Netanyahu döneminde, açık bir çatışma yaşanabileceğine dair korkularının arttığı bir dönemde, Suudi Arabistan ile İran arasındaki artık geleneksel hale gelen ‘düşmanlığın’ devam etmesinin, Washington ve Tel Aviv’in ortak arzusu olduğunu kimse inkâr etmiyordu. Buna rağmen, İbrahim Antlaşmalarına karşı mesafeli duran, sessiz bir tavır geliştiren Riyad yönetimi, 10 Mart’ta Pekin’in arabuluculuğunda Tahran ile arasındaki düşmanlığa son verme yönünde bir irade ortaya koydu. 

İran ve Suudi Arabistan arasında yıllardır süren militan rekabetin ardından ortaya çıkan bu yakınlaşmanın; bölge barışı ve refahı için Trup Barış Planı’ndan daha fazla getirisi olması bekleniyor. Ancak Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'deki tepkiler, sonucun ve buna ilişkin algıların daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Riyad'ın Washington'u Tahran-Riyad hattındaki görüşmelerin gidişatı hakkında bilgilendirmesinden memnun olduğunu ifade eden Biden yönetimi, Suudileri ve İranlıları bir araya getirenin Pekin olmasından şüphesiz halen de rahatsızlık duymaya devam ediyor. ABD Başkanı Joe Biden'ın Suudi Arabistan ziyareti beklendiğinin aksine soğuk geçmiş, Biden beklediğini bulamamıştı. Biden’a soğuk davranan Riyad yönetimi, bu ziyaretten sadece 3 ay sonra gerçekleşen Çin Devlet Başkanı Xi Jinping'in Körfez ülkelerini ziyaretine büyük önem verdiğini göstermesi, kendisine sıcak bir karşılama yapılması gözlerden kaçmadı. Bu durum, Çin-ABD rekabetinin Ortadoğu’ya yansımasında, Pekin’i ‘1-0’ öne geçiren bir skor olarak yorumlanırken, Washington'un kızgınlığı daha da görünür olmaya başladı. Hatta, Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasının sonunun geldiği de konuşulur hale geldi.

Ortadoğu’da Amerikan Hegemonyasının Sonu Geldi mi?

Bölgeyi takip eden bazı analistlere göre Amerika'nın gerilemesine dair korkular abartılıyor. Çin Orta Doğu'da ABD'nin yerini alamaz (ve aslında almakla da ilgilenmiyor). ABD sadece bölgeye en çok silah satan ülke olarak değil, aynı zamanda sahadaki askeri varlığı açısından da bölgenin en büyük güvenlik sağlayıcısı olmaya devam ediyor. Ancak Washington zamanını ve kaynaklarını Irak, Libya ve Afganistan'daki rejimleri ve hükümetleri devirmek, Suriye ile İran'ı yıkıma sürüklemek için harcarken, Çin altyapıya ve ilişkilere yatırım yaparak ilerlemeyi tercih ediyor. Orta Doğu hem Çin hem de ABD için yeterince büyük ve Çin'in her eylemi karşısında paniğe kapılmak yerine Washington'un Pekin'le askeri alanın ötesinde rekabet etmeye çalışması daha faydalı olacaktır yönündeki değerlendirmeler bir yönüyle kabul görüyor.

Gerçekten de, Pekin'in Orta Doğu'da artan önemine rağmen, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin bölgesel tehditlere karşı kendilerini savunmasını istedikleri ülke Çin değil, ABD'dir. Bu açıdan bakıldığında, ABD güvenlik şemsiyesi halen yerinde durmaktadır. İsrail'in Tahran-Riyad hattındaki gelişmelerin kendi çıkarlarına ters düşecek sonuçları beraberinde getirebileceği yönündeki endişesi tamamen yersiz olmamakla birlikte yönetilemez bir durum değildir. İbrahim Antlaşmalarının sonuçlarında görülen yumuşama ortamının yaptığına benzer şekilde İran ve Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşma da, bölgesel gerilimin azalmasına hizmet edecektir ve bu durum, birçok açıdan İsrail için yeni fırsatları doğuracaktır. Suudilerin (ve Çinlilerin) İran'a bölgesel barış ve istikrarı güçlendirecek adımlar atması için baskı yapması, İran'ın İsrail lehine uzlaşmaz doğrultusunda adım atması sonucunu doğurabilir. Eğer Tahran bu çağrılara kulak tıkarsa, uluslararası alanda yalnızlaşmasına ve bundan İsrail'in yararlanmasına neden olacaktır. 

Her ne kadar Tahran-Riyad arasında ‘hot-line’ açılmış olsa da, bundan 10 yıl kadar önce dönemin Suudi Kralı Abdullah, ABD'yi "İran yılanının başını kesmeye" davet ettiği de unutulmuş değil. Kaldı ki 2019 yılında Eylül ayında İran Devrim Muhafızları, Suudi petrol tesislerine yönelik bir İHA saldırısı düzenlemeye cüret edebilmişti. O dönemde bu saldırı Riyad’ın petrol üretimini yarıya kadar inmesine sebebiyet vermişti. 2022 yılında Yemen'deki İran destekli Husiler tarafından fırlatılan balistik füzeler ve İHA’lar, Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri şehirlerine kadar ulaşırken, bölge ülkelerinde güvenlik yönüyle tedirginliği daha da artırmıştı. İran’ın neredeyse sahip olmak üzere olduğu iddia edilen sofistike nükleer silah kapasitesi, Tel Aviv’i olduğu kadar Riyad’ı da rahatsız ediyordu. 10 Mart öncesinde Riyad, ABD'nin Suudi güvenliğini garanti etmesi ve Suudi nükleer programına yardım etmesi karşılığında İsrail ile ilişkilerini normalleştirebileceğini ifade etmekten geri durmuyordu. 

Her halükârda, Suudileri İran'la gerilimi azaltmaya iten şey, güvenlik zafiyetinden ziyade başka bir şeydir. Suud rejiminin varlığının devamı Amerikan yönetimleri ile uyumlu bir ilişki içerisinde olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Bunun bilincinde olan Riyad, ABD’ye karşı cephe almaktan şiddetle kaçınıyor. Bununla birlikte, Körfez’de kuvvetli esmeye başlanan Çin rüzgarlarından yararlanmayı ve Pekin’in Tahran’ın güdümünde bir gözlükle bölgeye bakmasına engel olmayı da istiyor. Bu nedenle, Pekin’in bölgeye yönelik refah ve barışa hizmet eden diplomatik adımlarına duyarsız kalmıyor. Tahran-Riyad yakınlaşmasını, iki ülke arasındaki tüm sorunların rafa kaldırılması olarak görmek gerçekçi değildir. Bunun yerine, Çin’in bölgeye sunduğu yeni bir İbrahim Antlaşması olarak görmek daha doğru olabilir. Washington yönetiminin; Ortadoğu’da tansiyonu düşüren Tahran-Riyad hattındaki gelişmeleri yakından takip etmeye devam etmesi, Riyad'ın İran ile yeni bir güvenlik mimarisine ulaşma çabalarını desteklemesi, ortaya çıkacak yeni ekonomik ve politik çıktılara göre pozisyonunu güçlendirmesi beklenmelidir. Dolayısıyla, yakın vadede Amerikan hegemonyasının Ortadoğu’daki varlığı, en azından güvenlik bağlamında devam edeceği değerlendirilmektedir.

Kaynakça:

Şerife Akıncı, “İkinci yılında Abraham Anlaşmaları ve gelinen nokta”, Analiz, Anadolu Ajansı, 22.9.2022, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/ikinci-yilinda-abraham-anlasmalari-ve-gelinen-nokta/2691849

Adam Lammon, “What Saudi Arabia and Iran’s Détente Really Means”, The National Interest, 10.3.2023, https://nationalinterest.org/blog/lebanon-watch/what-saudi-arabia-and-iran’s-détente-really-means-206295

Kemal İnat, “Sözde İbrahim Anlaşması ve Türkiye’nin Tavrı”, SETA; 15.8.2020, https://www.setav.org/sozde-ibrahim-anlasmasi-ve-turkiyenin-tavri/

Dr. Hüseyin Fazla
Dr. Hüseyin Fazla
Tüm Makaleler

  • 14.06.2023
  • Süre : 4 dk
  • 1127 kez okundu

Google Ads