Türk-İsrail İlişkisini Erdoğan Politikaları mı Kesintiye Uğrattı?
Arap Baharıyla ilgili gelişmelere bakıldığında, bütün bu olayların arkasında ABD ve Batı’nın olduğuna dair bir çıkarım yapmak elbette mümkündür. Batı’nın Ortadoğu’yu kendilerine yakın veya müzahir (destekçi) rejimlerle yeniden şekillendirmek istemesi anlaşılır bir durumdur.
Arap Baharıyla ilgili gelişmelere bakıldığında, bütün bu olayların arkasında ABD ve Batı’nın olduğuna dair bir çıkarım yapmak elbette mümkündür. Batı’nın Ortadoğu’yu kendilerine yakın veya müzahir (destekçi) rejimlerle yeniden şekillendirmek istemesi anlaşılır bir durumdur. Birinci Dünya Savaşı’nda çizilen yapay sınırlar ve hatta yapay hanedanlardan sonra şimdi Arap halklarının isteklerine ve beklentilerine şirin görünen politikalarla hem bölge insanının nabzı tutulmakta hem de mevcut yönetimlerin Batı’nın çizgisinde tutulması sağlanabilmektedir. Dolayısıyla her durumda Batı’nın çıkarlarına hizmet eden bir yapının varlığının devam etmesi mümkün olabilmektedir. Burada Batı kampına İsrail’in de dahil olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
İsrail, uzun süredir Ortadoğu’da aradığını, kökenleri Arap olmayan ve Türklere muhalif Amerikan yanlısı Kürtlerde bulduğunu düşünmüştür. Çünkü İran ile olmayacağı, iki ülke arasındaki açık düşmanlıktan ve çarpışan bölgesel çıkarlardan görülmüştür. Türkiye ile ilişkiler ise gel-git şeklindedir. Ticari ilişkilerin gelişmesine rağmen Türkiye’nin bölgesel çıkarları ile İsrail’in politikaları zaman zaman çarpışmakta, ayrıca bazı Türk politikacıların İsrail aleyhine çıkışları, Türk-İsrail ilişkisinin stabil gitmesine engel teşkil edebilmektedir. Mevcut durumda, Saddam döneminden itibaren Amerikan müttefiki olmayı kendi çıkarları için bir zorunluluk olarak gören ve bu nedenle de ABD’nin sözünden çıkmayan Kürtlerin, bir anlamda İsrail’in (daha genel manada Yahudi dünyasının) sözünden çıkmayan Amerikalıların ve de İsrail’in kendisinin bir araya gelmesiyle, İsrail’in vaat edilmiş topraklardaki genişlemesinin ve varlığının teminat altına alınması mümkün olabilecektir (Saygun, 2012, s.271).
İsrail bayrağına bakıldığında iki mavi çizgi ve ortasında bir yıldız görülür. Bu iki mavi çizgiden birisi Nil nehrini diğeri ise Türkiye’den doğup Basra körfezine akan Fırat nehrini simgelemektedir. Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin yeşerdiği iki nehir arasındaki bölgeyi işaret eden bu bayraktaki ortadaki yıldız ise vaat edilmiş topraklardır. Bu yönüyle, Kürtlerin bulunduğu coğrafya ile İsrail’in bölgesel hedefleri, vaat edilmiş topraklar yönüyle orta noktada buluşmaktadır. Belki de bu nedenle İsrail’le Kürt hareketler arasında büyük bir yakınlaşma ortaya çıkmış ve Birinci Körfez Savaşı sonrasında zamanla iyice pekişmiştir.
İsrail’le Türkiye arasında kurulduğu yıldan itibaren aslında ilişkiler belirli oranda düzgün bir seyirde gitmiştir. Araplara rağmen 1948 yılında İsrail’in bağımsızlığını tanıyan ilk devletlerden birisi Türkiye olmuştur. Sonrasında yaşanan Arap-İsrail savaşlarında bile Türkiye, Müslüman Arapların yanında olmak yerine İsrail’e de yakın olmayan bir pozisyonda yerini korumuştur. Genel olarak İsrail Devletiyle Türkiye arasında iyi ilişkiler korunmaya çalışılmıştır.
1992 yılında İşçi Partisi lideri İzak Rabin’in iktidara gelmesiyle barış süreci hız kazanmış ve 20 Ocak 1993 tarihinde başlayan ve dört ay süren Oslo görüşmelerinin ardından Rabin ve Arafat, “İlkeler Bildirgesini” 13 Eylül 1993 tarihinde Beyaz Saray’da imzalamıştır. Barış sürecindeki bu olumlu gelişmeyle birlikte, Türkiye-İsrail ilişkileri de rahatlamış ve yeni bir ivme kazanmıştır (Kirişçi, 2001, s.101).
14 Mart 1996 tarihinde imzalanan ve 1 Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye-İsrail Serbest Ticaret Antlaşmasıdır (STA) iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri artıran ve dış ticareti karşılıklı geliştiren bir rol oynamıştır. Aynı şekilde, 28 Ağustos 1996 tarihinde İsrail’le imzalanan ve Türkiye’nin askeri alanda yaptığı en önemli antlaşmalardan biri olarak gösterilen Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması, daha önce Hikmet Çetin’in İsrail ziyareti sırasında 14 Kasım 1993 tarihinde imzalanan muhtıraya dayanarak imzalanmıştır. İsrail ile imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması temelde taraflar arasında savunma alanında bilgi transferini ve teknik personelin karşılıklı eğitimleri ile Türkiye’nin askeri teçhizatının İsrail tarafından modernizasyonunu da içermiştir (Sarıaslan, 2019, s.1071).
Bu kapsamda özellikle İsrail Savunma Sanayii ile yakın ilişkiler geliştirilmiş, F-4 2020 ve F-5 savaş uçaklarının modernizasyon projelerine birlikte başarıyla imza atılmıştır. Bu kapsamda 26 adet F-4 savaş uçağının İsrail’de, 28 adet F-4 savaş uçağının ise Eskişehir’de geliştirilmesi; yaklaşık 600 milyon dolar maliyetindeki bu projenin finansmanının İsrail tarafından temin edilen kredilerle karşılanması kararlaştırılmıştır. Yine söz konusu antlaşma çerçevesinde 1998 yılında 48 adet F-5 model savaş uçağının modernizasyonu da İsrail’e ihale edilmiştir. Ayrıca bu dönemde İsrail’den çeşitli savaş malzemeleri ithalatına da gidilmiştir. 2002 yılının Nisan ayında M-60 tanklarının modernizasyonu İsrailli firmaya (Israeli Military Industries–IMI) ihale edilmiştir. Söz konusu modernizasyon projesi kapsamında, 170 adet M-60 A1 tankı, M-60 T tankına dönüştürülmüş ve modernizasyonu tamamlanan son tank 7 Nisan 2010 tarihinde Türkiye’ye teslim edilmiştir (Sarıaslan, 2019, s.1073).
Elektronik Harp tatbikatlarında her iki ülke birbirinin hava sahalarını kullanmış, karşılıklı savaş uçakları ve askeri personelinin belirli dönemlerde, Anadolu Kartalı dahil planlı tatbikat ve eğitimler gerçekleştirilmiştir. Karşılıklı ticari faaliyetler artmış ve İsrailli turistler için Türkiye uğrak yerlerden birisi haline gelmiştir.
Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın 1 Mayıs 2005 tarihli İsrail ziyareti, 2000’lerin başında İsrail’le siyasal anlamda inişli çıkışlı bir seyir izleyen ilişkileri normalleştirmek noktasında önemli bir gelişme olmuştur. 25 Ocak 2006 tarihinde Filistin seçimlerinin kazanan Hamas’ın lideri Halid Meşal başkanlığında bir heyetin 16 Şubat 2006’ta Türkiye'ye yaptığı ziyaret, İsrail’le ilişkilerde kriz yaratmıştır. Aynı dönemde, İsrail’in kaçırılan bir askerini kurtarmak gerekçesiyle 28 Haziran 2006’da bütün Filistin topraklarını hedef alan saldırısı ile 13 Temmuz 2006’da Lübnan’a yönelik olarak başlattığı saldırı iki ülke siyasal ilişkilerinde gerginliğe yol açmıştır.
Öte yandan İsrail’in bölgeye yönelik politikaları ve Kürtlerle işbirliğine giden açılımları, arka planda Türkiye karşıtlığını beslemiştir. Bunun için suni gündemlerin kullanıldığı görülmüştür. Türkiye’deki “İslamcı” AKP iktidarının varlığı ve Türk Hükümetinin Osmanlı’nın bir dönem hâkim olduğu coğrafyaya yönelik söylemleri, İsrailli politikacılar tarafından araya mesafe koymak için kullanılmaya başlanmıştır. Bu kapsamda dikkat çekici bazı hadiseler aşağıda sıralanmıştır:
1) “Ermeni Soykırımı Vardır, Olmuştur” iddiası (21 Ağustos 2007) (Foxman, 2007):
Birleşik Amerika (New York) merkezli ve 1913 yılı Eylül ayından beri faaliyet göstermekte olan, önemli Yahudi kuruluşları arasında gösterilen ve lobi faaliyetleriyle tanınan Antif-Defamation League (ADL) isimli uluslararası Yahudi sivil toplum kuruluşunun (Hakaretle Mücadele Birliği) Direktörü Abraham H. Foxman; ısınan Türk-Ermeni ilişkisinde kendilerinin taraf olduğunu söylemiş ve 1915-1918 arasındaki olaylar incelendiğinde, ADL’nin görüşünün, “Ermeni soykırımı vardır, olmuştur” şeklinde belirdiğini ifade etmiştir.
ADL’in bu girişimi ile Türkiye-İsrail ilişkisinde bir bozulma süreci başlamıştır. ADL, Türkiye ile iyi ilişkiler içerisinde olan ve bazı siyasilerimize yılın devlet adamı ödülleri vermiş bir kuruluştur. Türkiye’den tepkiler gelince, bu sefer ADL; “Evet böyle bir şey olmuştur, ama bunun kongre tarafından soykırım olarak kabul edilmesine gerek yoktur!” manasında bir açıklama yapmışlardır (Saygun, 2012, s.283).
13 Mayıs 2016 tarihinde Foxman’ın yerine gelen Jonathan Greenblatt da aynı görüşte olduğunu ve 2015 yılında Osmanlı yöneticilerinin Ermeni toplumuna karşı bir soykırım yaptığını belirtmiştir (Greenblatt, 2016).
ADL’nin misyonlarından birisinin “Yahudi halkının karalanmasını durdurmak ve herkese adalet ve adil muameleyi sağlamak” olduğu bilinmektedir. Ancak, ADL’nin durduk yere ve haksız bir şekilde Türk milletini karalamasındaki niyetini anlamak, buna ABD’nin çanak tutmasını kabullenmek, herhalde hiçbir Türk vatandaşı için mümkün değildir.
2) Suriye Nükleer Tesisinin Vurulması (5 Eylül 2007):
İsrail Hava Kuvvetlerine ait sekiz savaş uçağı, Şam’ın 450 kilometre kuzeydoğusundaki Deyr ez Zor eyaletinde bulunan ve inşaatı tamamlanmaya yakınlaşmış El Kubar’daki ‘nükleer’ tesise yönelik bir hava operasyonu düzenlemiştir. 5 Eylül 2007 tarihinde saat 22.30’da İsrail’in güneyindeki iki farklı askeri üs’ten havalanan uçaklar, Akdeniz ve Türkiye-Suriye sınırı paralel bir profil (alçak irtifa) uçuşuyla nüfuz edilen nükleer tesise ait olduğu iddia edilen binalar bombalanmıştır (BBC News Türkçe, 2018).
Bu arada, Türk sınırı da ihlal edilmiş ve boşalan yakıt tankları, muhtemelen planlı bir şekilde geri dönüş rotasında Türk topraklarına bırakılmıştır (jettison edilmiştir). Tahminlere göre, İsrail Hava Kuvvetleri, yapılan görevin hassasiyetini dikkate alarak, iz bırakmamak için yakıt tanklarının Suriye tarafında bırakılmaması tercih edilmiş ve olayın Türkiye tarafından örtbas edileceği düşüncesiyle Türk toprakları zorunlu olarak kullanılmıştır. (Tesadüfe bakın ki, bu satırların yazarı olarak, Hatay bölgesinde yaptığım bir gezi sonrasında, o dönemde görev yapmakta olduğum Diyarbakır’a ailemle birlikte dönüş yolundayken, Suriye sınırına yakın bir bölgeden geçerken, yolda trafiğin durduğuna şahit oldum. Sonra yol açıldı. Yolu geçici olarak kesen Jandarma personeline, kendimi tanıtıp, ne olduğunu sorduğumda, “İsrail uçakları bir yeri bombalamışlar, onların yakıt tanklarını emniyete aldık!” cevabını almıştım.)
İsrail’in Türk topraklarını kullanması ve Suriye’ye karşı Türkiye’yi zor duruma düşürmesi, Amerikan-İsrail politikalarının bir uzantısı olarak tezahür etmiştir. Nitekim o dönemde Türk Genelkurmayı da bu konuyu sorgulamış, İsrail Hava Kuvvetleri’nden özür ve Amerikan tarafından bir açıklama beklenmiştir. İsrail tarafı özür dilemediği gibi bir açıklama dahi yapmamıştır. Amerikan tarafı ise konuyu geçiştirmeye çalışmıştır (Saygun, 2012, s. 284-285).
3) İsrail’in Dökme Kurşun Operasyonu (27 Aralık 2008) (Sarıaslan, 2019, s.1075):
Türkiye, Filistin meselesinde arabuluculuk rolü üstlenmiş ve devamında İsrail ve Suriye arasında dolaylı görüşmeler başlamıştır. 21 Mayıs 2008 tarihinden itibaren başlayan Türkiye’nin Suriye-İsrail arasında yürüttüğü arabuluculuk rolü İsrail’in Gazze’ye karşı 27 Aralık 2008 tarihinde başlattığı Dökme Kurşun Operasyonu’yla son bulmuştur.
İsrail Başbakanı Olmert’in 22 Aralık 2008 tarihinde Ankara’ya yaptığı ve Türkiye’nin arabuluculuk girişiminin yürütüldüğü ziyaretten dört gün sonra İsrail’in Gazze’ye saldırıya başlaması, Türkiye’nin iyi niyetine ve arabuluculuk rolüne büyük saygısızlık olarak yorumlanmıştır. Bu bağlamda, İsrail’in Gazze şeridine yönelik olarak gerçekleştirdiği saldırılar (355’i çocuk ve 100’ü kadın olmak üzere operasyonda 1.315 Filistin öldürülmüştür) sırasında Ankara’dan gelen tepkiler ve sonrasında yaşanan gelişmeler Türkiye-İsrail ilişkileri açısından bir dönüm noktası olmuştur (Turhan, 2009).
4) Davos Zirvesi “One Minute” olayı (29 Ocak 2009):
İsrail’in Gazze operasyonu Türkiye’de güçlü bir kamuoyu tepkisine yol açmıştır. 29 Ocak 2009 tarihinde dönemin Başbakanı Erdoğan, İsviçre’nin Davos kentinde gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu’ndaki “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panele İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le birlikte katılmıştır. Erdoğan, Peres’e hitaben İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını vurgulayarak eleştirmiş ve paneli terk etmiştir. Erdoğan’ın Peres’e Kudüs konuşulurken, moderatörden İngilizce “one minute” diyerek söz istemesi nedeniyle “one minute olayı” olarak anılan bu kriz sonrasında iki ülke ilişkileri gerilim dönemine girmiştir.
5) İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı ile Dışişleri Bakanlığının Soykırım İddiaları (Şubat 2009):
One minute olayı sonrasında İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı General Mizrahi, 2009 yılının Şubat ayı başında, “Türklerin Ermenileri kestiğini, Ermenilere karşı soykırım yaptığını ve bu yüzden kınanması gerektiğini” belirten beyanatı ile Türk Hükümetine sözde ahlak dersi veren çirkin yaklaşımı, Türk Genelkurmay Başkanlığının tepkisi üzerine Mizrahi özür dilemek durumunda kalmıştır (Saygun, 2012, s.285).
Bu dönemde, ikili ilişkileri yeniden tesis etmek için çaba harcaması beklenen İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın sözde “Ermeni soykırımı”nı tanıma tehdidinde bulunması, zaten gergin olan İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkileri daha da kötüleştirmiştir (Cumhuriyet, 2009).
6) Yüksek Koltuk Skandalı (Ocak 2010) (Bakır, 2010):
11 Ocak 2010 tarihinde İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayolon, Türk televizyon dizileri başta olmak üzere Türk medyasında giderek yaygınlaşan İsrail karşıtlığını görüşmek amacıyla Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u, İsrail Parlamentosu Knesset’e çağırmış, görüşme öncesi basın mensuplarını odaya davet etmiş ve kameralara dönerek İbranice, “Bizim yüksek, onun daha alçak bir koltukta oturduğuna, masada yalnızca İsrail bayrağı bulunduğuna ve bizim gülümsemediğimize dikkatinizi çekerim” demiştir. Davos’ta yaşananların rövanşı niteliğindeki bu diplomatik kriz üzerine, Ankara ile Tel Aviv arasında gerginlik iyice artmıştır.
7) Mavi Marmara Saldırısı (31 Mayıs 2010):
İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’nın (IHH) organizasyonunda Gazze’ye yardım götürme amacıyla yola çıkmış olan bir grup gemiye İsrail ordusu tarafından uluslararası sularda müdahale etmiş ve Mavi Marmara gemisindeki dokuz Türk vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Türkiye ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırarak İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırısını kınayan ve Gazze’deki ablukanın kaldırılmasını içeren bir bildirgenin yayınlanmasını sağlamıştır.
8) İsrail askeri Uçaklarının Türk Hava Sahasını Kullanım Yasağı (Temmuz 2010):
Türkiye, Mavi Marmara Saldırısına tepkisini ilk etapta Temmuz 2010’da İsrail askeri uçaklarının Türkiye hava sahasını kullanmasını yasaklamak suretiyle göstermiştir.
Bu arada insanî yardım kapsamında, 3 Aralık 2010 tarihinde İsrail’in Karmel Dağı’ndaki kırktan fazla ölümün gerçekleştiği orman yangınına müdahale etmek için Türkiye, İsrail’e yangın söndürme uçağı gönderen ilk ülkeler arasına girmiştir (Bakır, 2016).
9) Palmer Raporu’nun Sızdırılması (2 Eylül 2011):
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından Mavi Marmara Saldırısını inceleyen bir komisyon oluşturulmuştur. Komisyonun hazırladığı Palmer Raporu Türkiye tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştır. Raporda İsrail’in uyguladığı abluka ‘Gazze’ye denizden silah girişini engellemek ve güvenliği sağlamak’ bakımından meşru bulunurken, insanî yardımın, gerekli prosedürler dahilinde karayolu ile ulaştırılması gerektiği savunulmuştur. Raporun 2 Eylül 2011 tarihinde BM Genel Sekreteri’nin onayından sonra resmi olarak yayınlanmasının ardından Türkiye İsrail büyükelçisini geri çekmiş, bir yıl sonra da İsrail ile diplomatik ilişkilerini ikinci kâtip seviyesine indirmiştir. Aynı zamanda askeri anlaşmalar da askıya alınmıştır.
Bu arada, Mavi Marmara saldırısının ardından Türkiye, İsrail ile ilişkilerin yeniden normalleşmesi için üç talepte bulunmuştur: İsrail hükümetinin özür dilemesi, ölen vatandaşların ailelerine tazminat ödenmesi ve Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması. İsrail; Türkiye’nin taleplerini karşılamaya yönelik bir isteklilik göstermemiştir. Bu durum, Türkiye-İsrail diplomatik ilişkilerinin asgari seviyeye indirilmesi; iki ülke arasındaki tüm askeri anlaşmaların askıya alınması ve bu çerçevede yürütülen tüm projelerin durdurulması sonucunu doğurmuştur.
Mavi Marmara gerginliği yaşanırken, 23 Ekim 2011 tarihinde Van’da 6.6 büyüklüğünde gerçekleşen depremde, İsrail Türkiye’ye deprem yardımı teklifini götüren ülkelerden biri olmuştur. Böylece ilişkilerde doğal afet yakınlaşması yaşanmış ancak siyasi ilişkilerdeki soğukluk devam etmiştir (Bakır, 2016).
ABD destekli ‘özür’
22 Mart 2013 tarihinde ilişkilerin onarılması için ABD Başkanı Barack Obama tarafları telefonda buluşturmuştur. Tel Aviv’de İsrail Başbakanı Netanyahu Obama ile birlikteyken, telefon görüşmesi yaptığı Erdoğan’a, “can kaybına yol açan her hata nedeniyle Türk halkından özür dilediğini” iletmesi ile Türkiye’nin 3 şartından biri yerine gelmiştir. Netanyahu, ayrıca operasyonun hatalı olduğunu belirterek İsrail’in sorumluluğunu kabul etmiştir. İsrail, ölenlerin ailelerine tazminat (20 milyon $) ödeneceği sözünü de vermiştir. Böylece ilişkilerde esen soğuk rüzgârların yerini geçici bir ılımlı hava almıştır (Bakır, 2016).
10) Koruyucu Hat Operasyonu (7 Temmuz 2014):
İsrail’in 7 Temmuz 2014’te başlattığı ‘Koruyucu Hat Operasyonu’, Gazze’de 50 gün süreyle uygulanmış ve operasyonda çok sayıda çocuk ve sivillerin hayatını kaybetmesi üzerine Türkiye, İsrail’i sert bir dille eleştirmiştir.
11) Mescid-i Aksa’nın Müslümanlara Kapatılması (2014 Aralık):
2014 yılının sonuna doğru, 1967’den beri ilk kez Mescid-i Aksa’nın tüm Müslümanlara kapatıldığının duyurulması Kudüs’te tansiyonu yükseltirken, Türkiye’nin sert tepkisine neden olmuştur.
Türkiye ve İsrail arasındaki politik ilişkilerdeki kopuş genellikle 2009 one-minute hadisesine veya 2010 yılında İsrail’in gerçekleştirdiği Mavi Marmara saldırısına dayandırılsa da esasında iki ülke arasında güven bunalımına yol açan ilk gelişme “Ermeni Soykırımı Vardır, Olmuştur” şeklindeki ADL’nin iddiası olmuştur.
İsrail-Türkiye ilişkilerinin normale dönüşmesine yönelik taraflar arasında yürütülen “Mavi Marmara Olayı” merkezli görüşmeler, iki tarafın 28 Haziran 2016 tarihinde imzaladığı mutabakat metninin dönemin başbakanları Binali Yıldırım ve Binyamin Netanyahu tarafından 26 Haziran 2016 tarihinde parafe edilmiştir. Bu metne göre, İsrail’in, “Mavi Marmara baskınında hayatlarını kaybedenlerin ailelerine 20 milyon $ tazminat ödemesine, Filistin’e toptan uygulanan ambargoyu sona erdirmesine, insani yardım maksatlı gemilerin yardım getirmesine, Gazze’de TOKİ’nin konut projesi yapmasına” izin vermesi karara bağlanmıştır (Demirel, 2016).
Bu mutabakat metni doğrultusunda bazı konularda ilerleme sağlanmış olmasına rağmen, iki ülke arasında uzun süredir diplomatik ilişkiler yok denecek seviyesinde devam etmiştir. Her iki taraf da henüz büyükelçi atamalarını yapmaya istekli bir duruş sergilememektedir. İki eski müttefik arasındaki asıl sorun, Türkiye'deki üst düzey Hamas yetkililerinin varlığı olduğu iddia edilmiştir. Bununla birlikte, yıllar süren gergin ilişkilerin ardından Türkiye son zamanlarda bölgeye ve özelde de Mısır ve İsrail’e yönelik dış politikasını yumuşatma eğiliminde olduğunu göstermiştir (Euronews, 2021).
İki ülke arasında karşılıklı güven ilişkilerinin yeniden tam manasıyla kurulmasının ardından büyükelçiler ataması yapılması ve sonrasında kriz döneminde iptal edilen askeri anlaşmaların ve askeri tatbikatların da başlatılması beklenmektedir.
18 Kasım 2021 tarihinde Türk ve İsrail Cumhurbaşkanlarının yaptığı telefon görüşmesi ile, Türkiye-İsrail ilişkilerinin Ortadoğu’nun güvenlik ve istikrarı bakımından da önem taşıdığı karşılıklı teyit edilmiş, Filistin-İsrail ilişkilerinin gelişmesi ve barış sürecinin yeniden başlatılmasının öncelik olduğu konusunda karşılıklı mutabakata varılmış ve iki ülke arasındaki temas ve diyaloğun sürdürülmesinin iki ülkenin de ortak menfaatine olduğu kaydedilmiştir (NTV haber, 2021).