Site İçi Arama

analiz-ve-raporlar

Türkiye Sanayide Neden Malzeme Teknolojisine Odaklanmalı? (Bölüm-1)

Uçak, otomobil, tren, füze, gemi, tank, top, tüfek, köprü yapmak istiyorsan; kritik Sektör Malzeme Bilimi, Mühendisliği ve Sanayisi’dir.

Uçak, otomobil, tren, füze, gemi, tank, top, tüfek, köprü yapmak istiyorsan; kritik Sektör Malzeme Bilimi, Mühendisliği ve Sanayisi’dir.

MALZEME BİLİMİ VE MÜHENDİSLİĞİ

Lokomotif, otomobil, uçak, metal gemiler, füzeler, makineler, bilgisayarlar, cep telefonları v.d. her icat edildiğinde, kullanımı yaygınlaştığında, bu makine alet ve edevatı dışarıdan ithal edildiğinde; sürekli kendimizi özellikle batı dünyasına karşı küçülttükçe küçülttük, onların da kültürel baskısıyla adeta toplumsal bir “kendimizi küçümseme ve öğrenilmiş ve hatta öğretilmiş çaresizlik” psikolojisine de çok sık kapıldık. Ama bazen bir baraj yapıldı, bu psikolojiden sıyrıldık, heyecanlandık, bazen bir ambargo kondu önce karamsarlığa kapıldık, sonra roket gibi fırlayıp özellikle fakir halkın yardımlarıyla olmayacak başarılara imza attık, sonra gene çöktük, gene kalktık ama hep rezonansda iki ileri bir geri kaldık.

Sanayi alanında bu konuda bir türlü depar atamadık, oysa buluşlar ve hızlı üretim konusunda gerekli kapasitemiz vardı. Depara çıkmak bir yana; "adamlar yapmış, yapıyorlar ancak biz de yapabiliriz" motivasyonuyla çıkmaya yoğunlaşmayı beceremedik. Bazen becerdik, ama sürdüremedik. Halbuki 1962 yılında Boksit rezervimizi tespit edip, akabindeki yıllarda, 1973’de dev gibi Eti Alüminyum A.Ş.’yi Seydişehir üretim tesisini kurmuştuk. Hayal ediyor muyduk bilinen Boksit reservlerimizin bugünden itibaren bizim 120 yıllık ALUMINA (Birincil Alüminyum Üretiminde kullanılan ALÜMİNYUM OKSİT) ihtiyacımızı karşılayabileceğini? Emeği geçenler muhakkak hayal etmişlerdir, ama toplumun geneli hayal ediyor muydu?

Şükran duyuyor muyuz Erdemir’i, İsdemir’i, Kardemir’i kuranlara, emeği geçenlere? Hayal ediyor muyduk 27 üyeli Avrupa Birliği ülkelerin hepsinin (Almanya dahil) önünde Avrupa’nın en büyük tonajlı "Ham Çelik" üreticisi olacağımızı?

Petkim Petrokimya A.Ş.’nin 1965 tarihinde TPAO öncülüğünde kurulduğunu biliyor muyduk? Hayal edebildik mi 40 yıl sonra Avrupa’nın Almanya’dan sonra ikinci büyük plastik yarı-mamüller üreticisi olacağımızı?

Çok gündemde olduğu için biliyoruz ki; Türkiye bilinen dünya bor rezevlerinin %73,6’sına sahiptir. Yani Bor deyince dünya devi biziz.

Tekrar edersek;

Boksit rezervlerimiz 2022’den itibaren 70 yıllık alumina üretimimizi karşılamaya yeterlidir ve bu rezervleri işleyebilecek göz bebeğimiz olan, stratejik bir üretim tesisine de sahibiz.

Avrupa’nın en büyük tonajlı ham çelik üreticisiyiz.

Avrupa’nın ikinci büyük plastik yarı-mamüller üreticisiyiz. Katma değerli bir ürün olan Polimer matriksli kompozitlerde de iyiyiz, ama henüz arzu ettiğimiz seviyelerde değiliz. Karadeniz’den çıkan doğal gazı, petrokimya ürünleri imalatında da değerlendirebilirsek, Avrupa’nın birincisi olacağız. Üstelik buradan çıkan gaz imalatta çok ciddi bir girdi olan enerji maliyetlerini de düşürecektir.

Dünya Bor Rezervlerinde tekeliz.

Bu ülke, bu millet, milletin seçtiği yönetimler son 100 yılda çok şeyler yaptı, ama çok daha fazlasını yapabilecek enerjileri ve kaynakları da vardı. Neden daha da iyi olamadık? Bence en büyük neden özgüvenimizin sürekli örselenmesiydi. Bu durum adeta toplumsal bir ÖĞRENİLMİŞ/ÖĞRETİLMİŞ ÇARESİZLİK SENDROMUYDU...

Peki madem bu kadar iyiyiz de, neden hâlâ arzu etiğimiz sanayi üretimi ve geliri seviyesine sahip değiliz? 

Çünkü;

1. Bir türlü katma değerli nihai ürün imalatınına girmiyoruz ve/veya giremiyoruz. 

Örneğin; genel amaca uygun kategorilerde alüminyum levha ve çubuklar imal ederiz ama jet uçaklarında ve motorlarında, performans otomobillerinde v.b. kullanılan özel amaçlı alüminyum levha ve çubuklar imal etmeyiz, formülasyonuna, AR-GE’sine kafa yormayız. Evet bunun ekonomik bir gerekçesi vardır. Bu kadar AR-GE ve yatırım masrafı yapıp imal edeceğim, ama kime satacağım diyebilirsiniz ve demelisiniz. İşte tam burada devletin gücünün devreye girmesi ve desteği gereklidir.

2. Yap-Sat’çı olmak istemiyoruz, Al-Sat’çı olmak istiyoruz.

Maalesef böyledir ve “yapıp satmak yerine alıp satmak daha kolay ve kazançlıdır” sözü-atasözü gibi-beynimize girmiş, kültürümüze işlemiştir. 

Örneğin: Yapan adam (imalatçı) “Finans, Makine, İnsan” üçgenini dengeli oluşturamıyorsa işi çok zordur. Önce; çok ciddi ve ağır bir makina yatırım maliyetine katlan, bu arada üretim gibi zor bir alanda verimli ve rekabetçi olmaya çalış, adam bul, adam yetiştir, hammadde bul, hammadde al. Hammaddeni peşin al ama ürününü vadeli sat, alacağını toplamaya çalış, bazen de hiç toplayama vb. yapanın çilesi bitmez... Alıp, satan ise; yapandan alır (değerli müşteridir), çoğu zaman da vadeli alır, imalatçı yatırım maliyetleri ile cebelleşirken o pazar ağını genişletir, pazar ağını genişlettikçe yapandan daha çok ürün alır, daha değerli müşteri haline gelir. Çoğu zaman ödemelerini de geciktirir, bir süre sonra al-sat yapan, yap-sat yapanı kendine mahkum eder. Bu; Almanya’da, Japonya’da, Amerika’da, Çin’de ve hatta Rusya’da, yani her yerde böyle değildir, bizim ticaret kültürümüz hariç dünyanın bir çok kültüründe de böyle değildir. Sanayisi büyük ülkelerde yapan daha değerlidir, çünkü o yapmazsa satan kimden ne alacaktır? Bilgimiz yeterli olmadığı için; ticari kültürümüzün neden böyle olduğunun psikososyal değerlendirmesine maalesef giremeyeceğiz ama ülkemizin ticari kültüründe durum budur ve tecrübeyle sabittir.

Peki, yapan (imal eden) bu cendereden nasıl kurtulur? Yapan, ya yeterli finansal, insan ve makina gücünü bir araya toplayacak, evini sattıysa arsasını da satacak, gerekirse üzerindeki elbiseyi de satacak, hammadde, makina alacak, kaliteli insanları istihdam edecek, ya da firmasına yatırım yapacak yatırımcı bulacak veya bir başka firma ile entegre olacaktır, olmalıdır. Örneğin, makinaları olan, malzeme üretebilen firma, pazar ağı güçlü bir başka firma ile entegrasyona gidecektir (gelişmiş sanayilerin yöntemsel prensibi, sürekli şirket evliliği ve/veya proje ortaklığı yaparlar). Böylece sinerji (görevdaşlık, güç) yaratacaktır.

Konunun matematiksel modeline bakarsak eğer;

A. Şirketi: Makina’da güçlü = 2 olsun,

B. Şirketi: Finansmanda güçlü= 2 olsun,

C. Şirketi: İnsan Kaynaklarında güçlü= 2 olsun,

D. Şirketi: İç Pazar Pazar Ağında güçlü= 2 olsun,

E. Şirketi: Dış Pazar Ağında güçlü= 2 olsun,

Bu şirketlerin, birbirlerinden bağımsız olarak yani birbirleri ile sinerji (görevdaşlık, güç) yaratmadan değerlerinin toplamı nicel dağılım gösterir, yani; 2+2+2+2+2=10’dur.

Bu şirketlerin tekbir aile olarak birleşmeleri ve varlıklarıyla sinerji (görevdaşlık, güç) yaratıp, tek şirket olarak hareket etmeleri ise; nitel (üstel) dağılım gösterir, yani; 25=32 olacaktır. 

3. Uluslararası marka yaratamadık.

Sadece otomotiv, beyaz eşya ve tekstilde değil, hemen hemen her sektörde marka yaratabilmek çok önemlidir. Marka yaratabilirseniz eğer, ürün ve ürünlerinizin sürekliliği olacaktır. Marka üzerindeki Müşteri güveni ve talebi sizi daha iyi olmaya zorlayacaktır. Marka, yaratanlarına sadece maddi değil, manevi bir haz ve sorumluluk da sağlayacaktır. Yaratılmış markaları bol olan ülkelerin, ülke markaları da güçlü olacaktır.

İsveç Köftesi (Swedish Meatball) olarak dünya’da en çok satılan köftedir. Bilinirliğini ve marka değerini ise ünlü bir İsveç mobilya devinin bu köfteyi mağazalarında satmasına borçludur. Aslında, İsveç; resmi olarak bu köftenin original tarifinin Türk Köftesi olduğunu, bu tarifi Türkler’den eski krallarından birinin aldığını deklare etmişlerdir ama dünya bu köfteyi artık İsveç Köftesi olarak bilmekte ve tüketmektedir. Bir başka ülkenin tarifi, ünlü bir markanın altında markalaşmıştır ve İsveç’in marka değerine de katkı sağlamıştır.

Kazakistan’da yediği köfteyi çok beğenen Hamburg’lu bir Alman, aynı tarifi Hamburg’da uygular. Bu köfte Hamburger olarak dünyaya yayılır, hatta iki Amerikan Hamburger restorant zinciri sayesinde dünya hamburgerin ABD mutfağına ait olduğunu sanar.

Türk Döneri Almanya’da oraya giden Türkler sayesinde bilinir ve sevilir. Günümüzde Berlin’de tüketilen Türk Döneri İstanbul’da tüketilenden daha fazladır.

4. Bir dönem tekelleşmenin sanayi üretimine negatif etkisi yüksek oldu.

Çoğunlukla devlet desteği ile büyümüş şirketlerin tekelleşmelerine bir dönem engel olunamadı ve bu ülkeye ciddi zaman ve güç kaybına sebebiyet verdi. Örneğin, senelerce tek tip araba yapan, arabanın sağ tarafına dikiz aynası konmasını model yükseltme olarak sunup, milletin aklıyla alay edenler, alacaklarını müşterilerinden yıllar öncesinden toplayıp, ürünlerini müşterilerine yıllar sonrasında teslim ettiler. Komünist ekonomilerden hiçbir farkı olmayan bu modeli insanlara serbest piyasa modeli olarak tanıttılar. Örneğin, ülkemiz yerli otoda ABS frene ne zaman geçebildi? İlk etapta devlet milletin otomobil ihtiyacını KİT’ler ile karşılayıp, akabinde bu KİT’leri özelleştirebilirdi. Belki 1970-80’li yıllarda bunlar düşünüldü ama dünya kadar daha büyük sorunlar arasında bunların çözümüne sıra gelmedi (yüksek enflasyon, barış harekâtı akabindeki ambargo süreci, siyasal karışıklıklar v.d.).

5. Emlak rantı canavarı OSB arazilerine bile girdi. “İnşaat Sanayisine değil emlak rantına isyanımdır”.

Eskiden de böyleydi, hâlâ da öyledir. Sanayicinin en büyük maliyet girdilerinden birisi de ödediği “fahiş kiralardır”. Ama buna bir türlü üst düzey makro çözüm yaratılamadı (şimdilerde başlanacak sanırım). “TOKİ; ey sanayici sana sanayi tesisini yapacak, mortgage sistemi ile kiralayacak, belirlenen bedeli her ay kira olarak senden alacağım, 20-30 yıl sonra, borcun bittiğinde, bu bina senin olacak” diyebilirdi. Sanayici gücü yerinde iken; sanayi arsası alıp sanayi binası mı yapsa ekonomiye katkısı yüksek olur, yatırım yapıp, üretimini artırsa mı ülkeye katkısı daha yüksek olur? Mercedes, BMW, Boeing, Airbus vd. sanayi arsalarına yatırım yaptıkları için mi bu otomobilleri ve uçakları yapabildiler, geliştirebildiler, yapmaya devam ediyorlar? Maalesef emlaktan rant cazibesi kültürümüze yer etmiştir, hala da gerek konutta ve gerekse sanayi tesislerinde bu rantın ağır etkilerini görüyor ve yaşıyoruz. Evinizi satar, zar zor bir makina alırsınız ama o makinayı ipotekleyip banka kredisi alamazsınız. Halbuki evnizi ipotekletmek isterseniz iki günde kredinizi alırsınız. Aldığınız kredi ipoteklediğiniz evin değerinin yakınında bile değildir ama siz nakit aşkına razı olursunuz. Kredi borcunuzun üst üste üç taksidini ödeyemediğiniz durumda ise; eviniz elinizden alınır.

Sanayi yatırımıma yaptığım özverili finansman değerinin Almanya’da ve Amerika’da nasıl karşılandığının değerini ve iş modelini maalesef kendi işimi kurduktan sonra inceleyebilmiştim. O devletler önce size ve iş planınıza bakıyorlar, yani öncelikle size ve iş planınıza güvenmek istiyorlar, akabinde bu iş için neleri kaybetmeyi göze aldığınızı ölçüyorlar ve değerlendiriyorlar. Siz bir araba, bir arsa ve şu kadar nakitimi bu iş planına finansman olarak yatırmayı ve gerekirse bunları kaybetmeyi göze aldım diyorsunuz. Peki diyorlar, göze aldığınız nakit ve emlağın değerini ölçüyorlar. Onları ipotekliyorlar ve size o değerin üzerinde kredi olanağı sağlıyorlar, ilk ve tek şartları istihdam yaratmanız. Bir süre sonra, sizin iş planınızın ve sizin performansınızın işlerliğini görünce ev ve arsanızın üzerindeki ipoteği kaldırıyorlar, bu sefer size tekrar istihdam artırımı şartıyla uzun vadeli kredi veriyorlar, ipotek yok, kefiliniz devlet, siz yolunuza ve işinize devam ediyorsunuz.

Bizde; eğer ipotek ettirilebilecek emlağınız yoksa, elinizde F-22 Raptor bile olsa belirli bir seviyeye gelene kadar bankalar kredi vermek bir yana, size selam bile vermeyecektir. Emlak rantının cazibesi kültürümüze sinmiş, bir garanti nakit kaynağı olmuştur. Buradan yola çıktığımızda, üretimi ve üretmeyi emlaktan daha değerli kılamadığımız ve bunu kültürel olarak içselleştiremediğimiz sürece bu sarmaldan kurtuluş maalesef yok gibi görünüyor...

İnşaat sektörüne karşı değilim, bilakis onlarca sanayi dalını destekleyen, binlerce istihdam sağlayan, değerli, bir o kadar da meşakkatli bir sektördür ama aradaki emlak rantı nedir? Neden önlenemez? Neden disiplin altına alınamaz? Enflasyonu körükler, toplumu mutsuzluğa iter, sanayicisi zaten teslim almıştır. Sanayicilerin çoğu kiracıdır, kirasını ödemeye çalışır, üstelik kaderine de razıdır. Daha uygun bir bina bulsa da taşınması, üretime ara vermesi, çalışanlarını o bölgeye getirebilmesi... Hiç kolay değildir. Emlak üzerinden rantın cazibeli hale gelmiş olması herhalde bizim kaderimiz olmuş. Arazisi küçük bir ülke de değiliz, emlak neden bu kadar az bulunur ve marjinal değeri neden bu kadar yüksektir? Sosyolojik ve ekonomik analizini yapabilecek bilgi seviyesinde değilim. İşime gücüme bakıp, üretimimi yapmaya ve özellikle de yurtdışına satmaya kafa yoruyorum. Üretimin gücü anlaşıldıkça, insanlarımızın refahına katkısı hissedildikçe, toplumsal öncelikler de mutlaka değişecektir. Eğer değişmeyecekse, sanayiyi (tarım ve turizm dahil) kapatalım, ev, arsa alalım, oturalım...Hep birlikte “taş yiyelim”!

6. Üretimin ve üretmenin değerinin toplumumuzda karşılık bulmasını teşvik etmemiz gerekir.

Evinizi satın, onun nakit değeri ile bir makine alın, o makine üretebilsin, siz de ürettiğinizi satabilin, o makina size, “ömür devir döngüsü boyunca” evin getireceği katma değerin yüz mislini getirecektir ama bunun için sabır ve o makinayı çalışır durumda tutabilmek gerekir. Üretim güçlü bir değer çarpanıdır. Üretim varsa gıda vardır, sosyal hayat vardır, emniyetli yaşam vardır, gelecek garantisi vardır.

7. Devlet kurumları; sanayiciye bilimsel açıdan yardımcı olmaktadır ama pazar bulma, müşteri edinme konularında da destek olmalı veya desteklerini arttırmalıdırlar.

Örneğin, zaman zaman TÜBITAK’tan bilimsel araştırma desteği teklifleri gelir, “şu konularda ürün yaratma ve/veya geliştirme talebiniz varsa bilimsel destek verilecek denilir.” Bu çok güzel, tamam bilimsel ve belki maddi bir destek de alır ve o ürüne yatırım yaparsınız ama o ürünü kime nasıl satacaksınız? Bunun cevabı kolay değildir. Bütün yaptığınız yatırım da üstelik devletin verdiği destek de boşa gidebilir. Halbuki sanayicinin ulaşamadığı alanlarda devletin pazar araştırması, yönlendirme ve işaret etme desteği daha belirgin ve somut olabilir. Belki vardır ama bu satırların yazarı sanayici bunları bilmiyor olabilir.

Metalurji ve malzeme mühendisliği günümüzde kimya, makine, inşaat, uzay-uçak, elektrik-elektronik, çevre ve tıp alanlarına yayılmış çok disiplinli bir bilim ve teknoloji dalı olarak gelişmesini sürdürmekte ve verimlilik, enerji ve hammadde üçlüsü ile uyum içinde olan üretim süreçlerinin sektöre kazandırılmasında önemli rol oynamaktadır. Son yıllarda metalurji ve polimer mühendisliğindeki gelişmeler, genel olarak metalurjik proseslerin optimizasyonu, nümerik simülasyon ve modelleme üzerine yoğunlaşırken, çevresel metalurji uygulamalarında da, çevre kirliliğine yol açmayacak nitelikte atılabilir atık üretmek, de-metalize edilmiş (metal iyonlarından arındırılmış) çözeltiyi kullanılabilir su halinde sisteme geri döndürme şeklinde atık su de-metalizasyonu, ikincil kaynakların yeniden değerlendirilmesine yönelik reaktör ve proseslerin tasarımı (ve geliştirilmesi) gibi konular önde gelmektedir.

Plastik geri dönüşümünün öneminden bahsetmek bile gereksizdir. Etkili bir plastik geri dönüşüm sanayisi, sadece çevremizi korumaya çok değerli bir katkı sağlamayacak, hammaddesinde tamamen dışarıya bağımlı olduğumuz, endüstriyel plastik ürünlerde “Avrupa’nın Almanya’dan sonra ikinci büyük plastik endüstrisine sahip Türkiye” için çok ciddi bir hammadde kazanımı sağlayacaktır.

Endüstriyel plastikler; genel endüstriyel (commodity) plastikler, mühendislik plastikleri ve performans plastikleri hiyerarşisindeler. Üst katmana çıktıkça katma değer artar ama kullanım miktarı azalır. En büyük Pazar payı ise endüstriyel plastiklerdedir (Bknz: Plastikler Piramidi). Plastikler, aynı zamanda; “Polimer Matriksli Kompozit Malzemeler”in de temel girdisidir.

8. İnsanlarımızın bedenleri ile birlikte beyinlerini de emekli ediyoruz.

İnsanlar, belirli bir yaştan sonra özellikle bedenen çok yorulabilirler ama beyin istisnalar dışında vücudun kas-iskelet sistemi kadar yorulmaz (örneğin, ünlü Fizikçi Stephen Hawking).

Yıllar önce bir büyüğüm anlatmıştı; Orta Doğu’da coğrafi olarak küçük ama güçlü bir ülkenin hava kuvvetleri lojistik komutanını tekerlekli sandalyede görev yaparken görmüş ve şaşırmış, birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinde özellikle NATO ülkelerinde böyle bir uygulama göremezsiniz. Bacaakları işlevsel olmayan bir asker malülen emekli edilir. Büyüğüm yanındakilere, bir komutanın tekerlekli sandalyede nasıl göreve devam edebildiğini sormuş, yanındakiler bu soruya “bizim o komutanımızın bacaklarına değil beynine ihtiyacımız var!” cevabını vermişler...

Birçok insanımız emekli olduklarında sadece bedenlerini dinlendirmiyorlar, bilgilerini, tecrübelerini, düşünce ve değerlendirmelerini de emekli kahvelerinde dinlendiriyorlar. Halbuki onların kafalarındaki birikim milli servettir, kolay elde edilmemiştir, istifade edilmesi gerekir.

9. Bürokrasiye boğulma eğilimimiz yüksek. Yalın düşünemiyoruz.

Bürokrasi aile dahil tüm organizasyonlarda gerekli ve yararlıdır ama abartıldığı zaman zararı yararından çok olur. Örneğin, bir imalatçıya istediğiniz ürünün teknik resmini gösterip, bunu yapabilirmisiniz diye sorarsınız, vereceği cevap; yaparım veya yapamam olacaktır. Halbuki bu cevabı vermek yerine size, şu belge lazım, şu anlaşma gerekli, devletten şu izinler alınmalı vs. saymaya başlar. Tamam, bunlar gerekliyse hepsi yapılacaktır ama bundan daha önemlisi sen bu ürünü yapabilir misin yapamaz mısın onu söylemendir. Böylelikle ne senin ne de bizim kıymetli vaktimizi harcamayacağız, yapamayacaksan eğer biz yapacak birini arayacağız.

Her konuda geçerli olmakla birlikte, özellikle dış ticarette sürat çok önemlidir. Senden ürün veya hizmet teklifi isteyen müşteriye teklifini mümkün olan en kısa sürede yapmalısın, zaten yurtdışına verdiğin tekliflerin Kabul görme ortalaması (dünya genelinde) %2’dir. Yani bir an önce 100 teklifi gönder ki içlerinden 2’si siparişe dönüşsün.

İş süreçlerimizi karmaşaya boğmak yerine yalın (lean), sade tasarlamak bize her zaman süratli reaksiyon gösterebilme avantajı sağlayacaktır.

10. Elastik olmalı, süreçlerimizi, organizasyon yapılarımızı, ürün ve hizmetlerimizi gelişen ve değişen kriterlere, şartlara bağlı olarak değiştirebilmeliyiz.

Statükoculuk (Status quo), bir olgunun günümüzdeki durumunu belirten bir Latince deyiştir. "Statükoyu sürdürmek", var olan durumu olduğu gibi korumak anlamına gelir. Halbuki doğru değildir. Dünyada özelllikle imalat ve ticarette şartlar çok sürakli değişmektedir. Değişen bu durumlara süratli ayak uydurmak ve gerekirse oluturduğumuz organizasyon, iş modeli vd. yapılarımızın değişen şartlara ayak uydurabilecek elastikiyete sahip olmalarını sağlamalıyız.

Bu bağlamda; “Malzeme Bilimi ve Mühendisliği”, Malzeme Mühendisliği, Metalurji (Metal), Polimer (Plastik) ve bazı durumlarda Seramik mühendisliğini de bünyesine katan, çok geniş kapsamlı ve hemen hemen her endüstride uygulama alanları olan “çok kritik ve önemli bir bilim ve müdendislik dalıdır”.

Malzeme Bilimi ve Mühendisliği’nde köklü bir bilgi ve tecrübeye sahip olmak için, o malzemelerin hammadesinin sizin topraklarınızda bulunması şart değildir. Olsa çok iyi olur, ama şart değildir. Metalurji’de en köklü endüstrilerden birisi Japon Metalurji sektörüdür. Yarı mamüle dönüştürdükleri hammaddelerin hemen hemen hiçbirisi kendi topraklarından çıkmaz. Polimer’de en güçlü endüstrilerden birisi Alman Polimer sektörüdür ve Alman topraklarında petrol ve doğal gaz kaynakları yoktur.

Araştırmacı Yazar Raif BİLGİN
Araştırmacı Yazar Raif BİLGİN
Tüm Makaleler

  • 11.10.2022
  • Süre : 7 dk
  • 2945 kez okundu

Google Ads