Türkiye Tarafını Seçmek Üzere: Atlantikçilik mi? Avrasyacılık mı?
Türkiye, geleneksel olarak denge politikasını güden bir ülke olarak, özellikle 1964 yılında, Haziran ayında Kıbrıs’a müdahalenin arifesinde ABD Başkanı Johnson’un gönderdiği mektupla sarsılmıştı. Türkiye, ordusunun elindeki Amerikan malı silahları izinsiz “kullanamayacağını” acı bir şekilde öğrenmişti. Böylece, 1952 yılında katıldığı NATO’ya ve onun lideri ABD’ye kayıtsız-şartsız bağlılık temelinde kurgulanmış Türk siyasi ve askeri bakış açısı, yerini çok yönlü ve çok taraflı dış ilişkilere bırakmaya başladı.
Soğuk Savaş Sonrasında Değişen Dengeler
Soğuk Savaş sonrasındaki Amerikan hegemonyasının hâkim olduğu tek kutuplu dünya düzeninin neredeyse geçerliliğini yitirmekte olduğu görülüyor. 1990’lı yılların başındaki uluslararası politikaya egemen olan iyimser hava çok kısa süre içinde bozulmuş, Avrupa’nın göbeğinde parçalanan Yugoslavya’nın kardeş ulusları kanlı bir miras kavgasına tutuşmuştu. Evlerinin içinde çıkan yangını söndürmekten aciz kalan Avrupalıların imdadına, geç de olsa NATO şapkası altında Balkanlara ayak basan Amerikan Ordusu yetişmişti. Bu arada Batı Avrupa Birliğinin askeri yeteneklerinin de yeterli olmadığı görülünce, Avrupa’nın siyasi ve askeri yönden henüz bir “cüce” olduğu iyice belirginleşmişti.
Dağılan Sovyetler Birliği topraklarında Rusya Federasyonu ana omurgasını muhafaza etmeye başlarken, Doğu Avrupa’da, Güney Kafkasya’da ve Türkistan’da (Orta Asya) yeni devletler de bağımsızlıklarını ilan etme fırsatı yakalamıştı.
1969 yılında neredeyse aralarındaki sınır anlaşmazlığı nedeniyle sıcak çatışmanın eşiğine gelen Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, komünizm ideolojisine yönelik farklı bakış açılarına sahip olmalarının da etkisiyle, Soğuk Savaşın sonuna kadar sıcak bir ilişki kurma fırsatını bulamamıştı. Neticede Soğuk Savaşın sona ermesi, iki ülkeyi de birbirine yakınlaştırmaya başladı. Özellikle Amerikan hegemonyası karşısında bu iki büyük devlet birlikte hareket etmeyi, kendilerini çevreleme stratejisini devam ettiren ABD liderliğindeki Batı dünyasına karşı güç birliğine gitmeyi gerekli görüyorlardı. Bu siyasetin bir uzantısı olarak, 1996 yılının Nisan ayında Çin-Rusya ilişkisi “stratejik ortaklık” seviyesinde yeniden tesis edildi.
Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Kuruluyor
Rusya ve Çin, Türkistan’ı ABD nüfuzuna kaptırmamak ve aynı zamanda aralarındaki tarihsel sınır sorunlarını çözmek, başta hudut olmak üzere güvenlik ve bölgesel iş birliğini artırmak için Şangay İşbirliği Örgütünü (ŞİÖ) de kurduklarını ilan ettiler. Böylece Türkistan coğrafyasından yanlarına aldıkları üç ülke (Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan) ile beraber Pekin merkezli, resmi dili Rusça ve Çince olan Şangay Beşlisi denen oluşum 1996 yılında ortaya çıkmış oldu.
2001 yılında Özbekistan’da bu örgüte dahil oldu. Bu arada 11 Eylül hadisesini bahane eden ABD, Türkistan’a yerleşebilmek için terör kartını çok iyi kullandı. İster istemez Çin ve Rusya da NATO destekli Amerikan askerinin Afganistan’a yerleşmesine ses çıkaramadıkları gibi küresel güvenlik bağlamında Taliban’a ve El-Kaide örgütüne karşı destek vermek durumunda bile kaldılar. Zamanla Afganistan stabil hale gelmeye başladığında, özellikle Putin yönetimindeki Rusya Federasyonu, Amerikan hegemonyasına karşı ‘çatlak’ ses çıkarmaya başladı. ABD’nin Doğu Avrupa’da ve Güney Kafkasya’da NATO’nun Barış İçin Ortaklık (BİO) mekanizması ile yerleşmeye ve NATO’nun genişleme süreci ile eski Varşova Paktı üyelerini birer birer Batı kampına almaya başlamasına karşın, Rusya da Çin ile birlik olup Amerikan hegemonyasına “dur” deme ihtiyacını yakından hisseder hale geldi.
Nitekim Putin, 2007 yılının Ağustos ayında gerçekleştirilen ŞİÖ’nün Bişkek Zirvesinde, “tek kutuplu dünya kabul edilemez!” çıkışını yaparak, Atlantik dünyasına karşı bir alternatif olarak Avrasyacılık kartını açtı. Başka bir deyişle, Atlantik Havzasındaki Batı ülkelerinin kurduğu güvenlik örgütü NATO’nun karşısında yer alan bir örgüt olarak Doğu’nun NATO’su denebilecek ancak o dönemde henüz kısmen âtıl ya da durağan halde bulunan ŞİÖ’nün öne çıkması gerektiğinin işaretini verdi.
Uluslararası sistemdeki konumlandırmasını ağırlıklı olarak ticari ilişkileri ve ekonomik gücüyle yapmayı tercih eden Çin’in, Batı dünyasının karşısına o dönemde çıkmaya hiç de niyeti yoktu. Yükselen Çin ekonomisi, dünyanın üretim fabrikası olarak işlev görürken, yaşam damarının canlılığı ancak ürettiklerini Batı dünyasına satması halinde mümkün olabiliyordu. Bu nedenle Batıyla çatışmak Çin için henüz öncelikli bir konu değildi. Çin’in bu bakış açısı, haliyle ŞİÖ’nün politikalarına da yansıdı ve ŞİÖ’nün bir güvenlik örgütü olarak evrimleşmesini mümkün kılmadı.
Rusya, ŞİÖ'den Bağımsız Kendi Güvenlikçi Açılımlarını Başlatıyor
Bu nedenle güvenlik alanında ŞİÖ’den bağımsız hareket etmeye başlayan Rusya, 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna müdahalelerinde Çin’den herhangi bir destek görmedi. Bununla birlikte ŞİÖ genişlemeye devam etti. 2017 yılında Hindistan ve Pakistan birlikte ŞİÖ üyesi oldu. Dolayısıyla, bu iki ülkenin tarihsel sınır meselelerinin (Keşmir Sorunu vb.) ve zaman zaman sıcak çatışmaya varan gergin ilişkilerinin varlığına rağmen, ŞİÖ’ye üye olmaları bir sorun teşkil etmedi. 2021 yılında ise İran’ın üyelik süreci başlatıldı ve 2023 yılında tamamlanması bekleniyor.
Halihazırda, Afganistan, Belarus ve Moğolistan bu örgüte gözlemci statüsünde katılım sağlamaktadırlar. Bu statüye göre daha alt seviyede kabul edilen diyalog ortağı ülkeleri arasında Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Kamboçya, Nepal, Sri Lanka, Mısır ve Katar bulunmaktadır. Ayrıca ASEAN, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Türkmenistan da destek veren gruplar/ülkelerdir.
Avrasyacılık’ın kalesi haline gelen ŞİÖ, mevcut yapısıyla Avrasya coğrafyasının %60’ını, dünya nüfusunun %40’ını (3.2 milyar) ve küresel GSMH’nın %30’unu (20 trilyon $) temsil etmektedir. Batı dünyasının karşısında dengeleyici bir güç merkezi olarak çıktığı artık açık bir şekilde belli olan ŞİÖ’nün cazibesi ve kendi içinde sunabileceği olanakları da artmaya başlamıştır.
Türkiye'nin Atlantikçilik ve Avrasyacılık Bağlamındaki İlişkileri
Türkiye, geleneksel olarak denge politikasını güden bir ülke olarak, özellikle 1964 yılında, Haziran ayında Kıbrıs’a müdahalenin arifesinde ABD Başkanı Johnson’un gönderdiği mektupla sarsılmıştı. Türkiye, ordusunun elindeki Amerikan malı silahları izinsiz “kullanamayacağını” acı bir şekilde öğrenmişti. Böylece, 1952 yılında katıldığı NATO’ya ve onun lideri ABD’ye kayıtsız-şartsız bağlılık temelinde kurgulanmış Türk siyasi ve askeri bakış açısı, yerini çok yönlü ve çok taraflı dış ilişkilere bırakmaya başladı. Devamında, Soğuk Savaş döneminde bile Ruslarla yakın ilişkiler geliştirmeyi gerekli gören Türkiye, NATO içinde de dengeli bir siyaset izler hale geldi. Soğuk Savaş sonrasında ise Batı Avrupa Birliği’nden dışlanan ve Avrupa Birliği’ne üye de yapılmayan Türkiye’yi, Osmanlı’nın son döneminden itibaren medeniyetin sembolü olarak görülen Batı dünyası; alternatif bir güç merkeziyle ilişki kurması için Türkiye’yi adeta öteki kampa itmeye başladı. Bu açıdan bakıldığında, bir anlamda Batı medeniyeti Türk siyasetinde ve hatta toplumunda eski önemini yitirdi. Atlantikçi dünya yanında Avrasyacılık da Türk insanına sıcak gelmeye başladı ancak ateşlenen bir füze, Türk toplumunda soğuk duş etkisi yaptı.
24 Kasım 2015 tarihinde bir Türk F-16’sının ateşlediği füzeyle vurulan Rus uçağı Su-24 yere düşerken, Türk-Rus ilişkisi büyük bir sarsıntı geçirdi. Ancak, 15 Temmuz sonrasında, 2016 yılının Ağustos ayında Putin-Erdoğan arasındaki kaydedilen temas, Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşmasının önünü açtı. Enerji bağlamında Rusya ile yakın temas halinde olan Türkiye, nükleer santral inşaatı yanında Atlantik dünyasının koro halindeki “hayır, alamazsın” ikaz ve ihtarlarına rağmen, S-400 hava savunma sistemini Türk ordusunun envanterine kattı. Buna ABD’nin tepkisi, diğer şeylerle birlikte, Türkiye’yi F-35 savaş uçağı ortak üretim programından çıkarmak şeklinde gerçekleşti. NATO’nun bazı üyeleri ise bazen açıktan bazen örtülü bir şekilde Türkiye’ye kendi ülkelerinin savunma sanayisi ürünlerinin satışına birtakım sınırlamalar getirdiler.
Türkiye’nin Batı Dünyası içindeki yerinin sorgulandığı bir dönemde, Rusların Ukrayna’ya saldırması, Türk siyasetine de yön veren birtakım gelişmeleri beraberinde getirdi. 24 Şubat 2022 tarihinde başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı ise özelde Rusya ile ABD’yi karşı karşıya getirirken, Ukrayna merkezli gelişmeler zamanla Doğu Dünyası ile Batı Dünyasının mücadele zeminini şekillendirmeye başladı. Rusya’ya yaptırımları devreye sokan ABD, bir yandan İngiltere ile birlikte Ukrayna Ordusunun Ruslara karşı direnişinde gereken silah yardımlarını devreye sokarken, diğer yandan da tüm Avrupa Birliği ülkelerinin Rusya karşısında neredeyse yek vücut halinde hareket etmelerini sağladı. Enerji alanında Kuzey Akım-2 hattı askıya alındı. Ruslar, Avrupa ülkelerini ruble ile doğal gaz satın almaya zorladı. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinin çoğunluğu, ABD’nin LNG desteğine de bir ölçüde güvenerek, Rusya’nın ‘ruble’ kararına uymamayı gerekli gördüler. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik süreci başlatıldı. Bu ortamda, Rusların karşısında konumlanan Atlantik dünyası, Avustralya, Yeni Zelenda gibi ülkelerin yanında uzak doğuda Japonya, Güney Kore, Tayvan, Filipinler gibi ülkelerin de desteğini alarak küresel nüfuzunu Rusya karşısında yaptırımlar şeklinde harekete geçirmeyi tercih etti.
Rusya ise Avrasyacılık ideolojisine daha fazla sarılmak suretiyle, alternatif çıkış yolları aramaya başladı. Başlangıçta Çin, her ne kadar Batı dünyasının yaptırımlarına sıcak bakmadığını ifade etse de, neticede dış ticaret bağlantıları nedeniyle Avrupa ve ABD ile çatışmamaya odaklandı. Bununla birlikte, Doğu Avrupa’da genişleyerek Rusya’yı sıkıştıran NATO’yu ve ABD politikalarını eleştirmekten geri kalmadı. Öte yandan, 3-4 Ağustos 2022 tarihlerinde Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’a gerçekleştirdiği ziyaret, Çin açısından da Amerikan çevreleme politikasına karşı görünür bir şekilde Rusya ile iş birliği içinde olmayı zorunlu kıldı. Böylece, ŞİÖ, aynı zamanda güvenlik bağlamında da NATO’nun küresel alternatifi olma, üye ülkeler arasında dayanışmayı, iş birliğini artırmayı, ortak küresel politikalar geliştirmeyi olanaklı kılan bir zemin olarak görülmeye başlandı.
Bu ortamda Özbekistan, 15-16 Eylül 2022 tarihinde gerçekleştirilmesi planlanan ŞİÖ Semerkant Zirvesi’ne Türkiye’yi de misafir katılımcı ülke statüsünde davet etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu davete icabet etmesi, zirvede çekilen liderlerin birlikte verdikleri fotoğrafların sunumu, bir anda Türkiye’nin kendini Avrasya’da konumlandırması tartışmalarını beraberinde getirdi. Türk dış siyasetine nispeten damgasını vurdu. Zirve’nin hemen sonrasında BM toplantısı için ABD’ye uçan Erdoğan’ın, 2016 yılının Kasım ayında ŞİÖ’ye tam üye olabiliriz yönündeki çıkışı, şimdi kendi ağzından bir kez daha ama daha kuvvetli bir şekilde tekrarlandı. Üstelik, Erdoğan’ın ortaya koyduğu üyelik iradesi, Batı dünyasına karşı müttefiklerinin sayısını artırma gayreti içinde olan “yalnız Putin” için bir anlamda bulunmaz Hint Kumaşı işlevi gördü. Türk basınında Putin’in Türkiye’nin ŞİÖ üyeliğini desteklediğine dair yorumlar yapılır oldu.
Erdoğan liderliğindeki Türkiye, şimdilerde siyasi kimlik ikilemi veya uluslararası sistem kimlik ikilemi ile karşı karşıya kalmıştır. Bir yanda demokrasinin, liberal değerlerin hâkim olduğu düşüş eğilimindeki Batı Dünyası (Atlantikçilik); öte yanda ise otokratlığın, totaliter rejimlerin, kişi kültünün hâkim olduğu yükseliş eğilimindeki Doğu Dünyası (Avrasyacılık) bulunmaktadır. Asya ile Avrupa arasında bir köprü işlevi de gören Türkiye, kültürel değerleri ve ortak geçmişi paylaştığı Türkistan coğrafyasıyla temasını Avrasyacılık üzerinden kurgulamak durumundadır. Ancak, dış ticaretinin %50’sinden fazlasını gerçekleştirdiği ve tarihsel olarak kendisini büyük oranda içinde konumlandırmak istediği Batı medeniyeti ile NATO üzerinden sahip olduğu bağı da korumayı gerekli görmektedir.
Türk Siyaseti 2023'te Yönünü Nereye Dönecek?
Güvenlik yönüyle NATO şemsiyesinin altında kendine yer bulan Türkiye bir açmazla veya ikilemle karşı karşıya bırakılmıştır. Ya da Erdoğan liderliğinde izlenen Türk dış siyaseti son 20 yıl zarfında bizi bu noktaya getirmiştir. Gerekçesi ne olursa olsun, Türkiye dış politika ve askeri ilişkileri açısından zor bir dönemden geçmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimine 2023 yılı için savunma ürünleri ihracatına izin veren ve Yunanistan ile ortak savunma işbirliği antlaşması imzalayarak bu ülkedeki üslerinin sayısını artıran, Suriye ve Irak’ta sözde Kürt bağımsızlık hareketlerinin ve hatta terör örgütlerinin hamisi haline gelen, Ermenistan’ı Azerbaycan’a ve dolayısıyla Türkiye’ye karşı kışkırtan, F-35 ve F-16 gibi kilit önemdeki savunma ürünlerinin satışında Türkiye’yi dışlayan bir ABD ve onunla birlikte hareket eden başta Fransa olmak üzere diğer Batı ülkelerinin varlığı karşısında Türkiye’nin acaba yönünü Doğu’ya tam dönme zamanı gelmiş midir?
Kanaatimce, Erdoğan bugünlerde özellikle Türkiye-ABD ilişkisindeki açmazları aşabilmek için ŞİÖ kartını ve Türk-Rus ilişkisini kullanmayı gerekli görüyor. Eğer Batı dünyasından beklenen “sıcak temas” bağlamında bir yakınlaşma yönünde hareket görülmezse, Erdoğan liderliğinin pek yakında keskin bir şekilde ŞİÖ için tam üyelik başvurusunu Pekin’e iletmesi beklenebilir. Bu üyelik şüphesiz hemen gerçekleşmez ama Türkiye’nin dünya üzerindeki konumlanmasında ciddi bir zelzele etkisi yapabilecek, S-400 krizini aşan sonuçları beraberinde getirebilir. Bu yönüyle, 2023 yılının Haziran ayında gerçekleşecek genel seçimler, biraz da Türkiye’nin dış siyasetteki yönünü de belirleyecek hamlelerin sınandığı tartışmaları tetiklemesi bir zorunluluk haline gelmek üzeredir.
Seçimleri kazanan taraf, Türkiye’nin bineceği trenin istikametini belirleyecektir. Görünen o ki, Erdoğan kazanırsa Doğu ekspresi, Millet İttifakı kazanırsa Batı ekspresi Türkiye’yi gelecekte gitmek isteyeceği istikamete taşıyacaktır.