Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Asker Siyaset İlişkileri ve Silahlı Kuvvetlerin Etkinliğine Yansımaları
Çok partili sisteme geçildikten sonra gerçekleşen darbeler ve son olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi askerlerin siyasete müdahalesi olarak tarihteki yerini almıştır. Her müdahaleden sonra askerlerin siyasi ve toplumsal hayatta, kurumsal yapılarda temsil ve kontrol yetkilerini artıran düzenlemeler yapılmış olması askeri vesayet tartışmalarının da kaynağını teşkil etmiştir.
Asker Siyaset İlişkilerinin Kökenleri
Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık yaşamında askeri darbelerle siyasete müdahale edilen tecrübeler yaşamıştır. NATO üyesi olarak Türk Silahlı Kuvvetleri askeri olarak belirli standartları benimsemiş ve uygulamış ancak asker sivil ilişkileri demokrasilerde olması gereken standartlara da ulaşamamıştır. Çok partili sisteme geçildikten sonra gerçekleşen darbeler ve son olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi askerlerin siyasete müdahalesi olarak tarihteki yerini almıştır. Demokrasilerde darbelerin savunulacak yanı yoktur ancak son olay hariç darbelere direnmeyen sivil otoritelerin de sorumluluğunu not etmek gerekir. Her müdahaleden sonra askerlerin siyasi ve toplumsal hayatta, kurumsal yapılarda temsil ve kontrol yetkilerini artıran düzenlemeler yapılmış olması askeri vesayet tartışmalarının da kaynağını teşkil etmiştir.
Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerine karar verildiği 10 Aralık 1999 Helsinki zirvesi sivil asker ilişkilerinde de dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra üyelik standartları gerekçe gösterilerek silahlı kuvvetlerin sivil ya da demokratik kontrolü gibi kavramlar çerçevesinde siyasi otoritenin askerler üzerindeki kontrol yetkilerini güçlendirici düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Örneğin darbelere dayanak teşkil ettiği düşüncesi ile İç Hizmet Kanunu 35nci maddesi değiştirilmiş, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önü açılmış, EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) planı iptal edilmiş, MİT’e atanan sivil yöneticilerin sayısında büyük bir artış yaşanmıştır.
Yaşanan bu gelişmelerle birlikte aynı dönemde Balyoz, Ergenekon ve Casusluk gibi davalarla toplumda askerleri itibarsızlaştırma süreci de başlamıştır. Bütün yapılanlara rağmen 2016 yılında TSK içinde bir grup FETÖ üyesi tarafından tertiplenen başarısız darbe teşebbüsü siyasi kurumların bu tehlikeye karşı hassasiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. Bu olaydan çok kısa bir süre sonra Kanun Hükmünde Kararnamelerle-KHK’ler ile yapılan köklü değişiklikler siyasi iradenin bu düzenlemeler konusunda daha önceden fikri bir hazırlığı olduğunun da işaretidir. Söz konusu değişiklikler içerik açısından daha önceki dönemlerde de gündeme gelen silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü normlarının çok ötesinde, askeri darbelere karşı rejimi ve siyasi liderliği daha dayanıklı hale getirme görüntüsü vermektedir.
Harplerden elde edilen tecrübeler ve teknolojideki gelişmelere bağlı olarak silahlı kuvvetlerin değişim ve dönüşümü bütün dünya ordularının gündeminde her zaman yerini korumuştur. Bu değişikliklerin yapılmasında bazı ülkeler hızlı ve büyük dönüşümlere karar verirken bazıları da maruz kaldıkları tehditler nedeni ile güvenliği tehlikeye atmamak için daha muhafazakâr değişim ve dönüşüm yöntemlerini benimsemiştir (1). Orduların değişim ve dönüşümünde sivil otorite, genel olarak güvenliğe yönelik dış tehditlerin belirlenmesi, askeri ittifak tercihleri, personel yapısı, askerlik sistemi ve kaynak tahsisi gibi konularda aldıkları kararlarla etki etmektedir. Buna karşın kuvvetlerin yapısı, teşkilatı, sahip olunacak silah sistemleri, eğitim ve doktrin gibi uzmanlık gerektiren konularda değişimin asıl planlayıcısı ise bizzat askerlerin kendisidir.
Soğuk savaşın bitmesinden itibaren değişen güvenlik ihtiyaçlarına göre Türk Silahlı Kuvvetleri de kendi içinde değişim ve dönüşüm için çalışmalar yürütmüş ancak köklü değişimlere karşı mesafeli, statükoyu koruyucu bir tutum benimsemiştir. Bunun sonucunda bazı kurumsal değişiklikleri yapmakta geç kalmıştır. Siyasi otorite tarafından 2013-14 yıllarında Cumhurbaşkanlığı himayesinde “savunma reformu” gibi bir çalışma yapılmış olsa da hayata geçmemiştir. Bu nedenle FETÖ’cü darbe girişiminden sonra yapılan köklü değişiklikler sivil otoritenin silahlı kuvvetlerin değişim ve dönüşümünde insiyatif alması gibi görülebilir ancak uygulamalar temel düşüncenin iktidarın darbelere karşı korunması, TSK’nin bir daha darbeye kalkışamayacak hale getirilmesi olduğunu göstermektedir. Bu süreçte askerler, darbenin sorumlusu olarak görüldüğünden değişikliklerin ordunun kurumsal işleyişi, sevk idaresi ve muharebe yeteneklerini nasıl etkileyeceği konusunda görüş bildirebilecek konumda olmamıştır.
Askerlerin Demokratik Sivil Kontrolü Kavramı Nedir?
Her ülkenin tarihi, askeri kültürü ve geleneklerine bağlı olarak farklı uygulamalar ortaya çıkmış olsa bile yirminci yüzyılda demokrasilerin işleyişinde asker siyaset ilişkilerinin düzenlenmesinde Askerlerin Demokratik Sivil Kontrolü-ADSK kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Bu kapsamda dikkate alınan kriterlerin evrensel normlar olduğunu iddia etmek güçtür. Bir ara NATO’nun genişleme sürecinde üye olacak ülkelerde bu kriterler de aranan şartlar arasında gösterilmiştir. Bu kavramın içeriğinde öne çıkan temel hususlar şunları kapsamaktadır:
-Askerler yürütmenin başı ve temsilcileri olan Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Savunma Bakanına tabi olmalıdır.
-Parlamento üst düzey askerî atamalar, savunma bütçesinin tahsisi, askeri harcamalar ve silahlanma programlarının yürütülmesinde denetim ve gözetim yetkisine sahip olmalıdır.
- Sivil toplum ve medyanın da denetimine açık olacak şekilde askerlerin iktidara, siyasete, topluma hesap verebilmesi ve demokratik değerleri benimsemesi gerekir.
Yukarıda belirtilenlere uyum sağlama gerekçesi olsa da kısa sürede çıkarılan KHK’ler ile hayata geçirilen değişiklikler Türkiye’de asker siyaset ilişkilerini kökten değiştirmiştir. Biraz sonra değinilecek değişikliklerin içeriği dikkate alındığında bunlara sadece ileri demokrasilerdeki uygulamaların ilham verdiğini söylemek zordur. Literatür araştırması yapıldığında “rejimin darbelere dayanıklı hale getirilmesi, darbelerin önlenmesi ya da caydırılması, darbe önleme stratejileri” gibi kavramlar da göze çarpmaktadır (2). Darbe ile iktidarın kaybedilme riski yüksek olduğunda sivil asker ilişkilerinde ister istemez darbeyi önleme düşüncesi de göz ardı edilememektedir. Demokratik sivil bir yönetimin gerekli temel koruyucu vasıtalarına sahip olmayan devletler/rejimlerin aldığı tedbirler yukarıda belirtilen ADSK kavramının dışına çıkarak rejimi ve iktidarı “darbeye dayanıklı” hale getirme gayretine dönüşebilmektedir. Bu görüş basit olarak, ordu ve onun liderliği yeterince güce sahip olmaz ise darbe de yapamaz anlayışına dayanmaktadır. Bu düşüncelerin bir kısmının KHK’lerle getirilen değişikliklerde dikkate alındığı gözden kaçmamaktadır.
İncelenen kaynaklarda bu tedbirlerin darbe tehlikesini ortadan kaldırabileceği ancak uygulamada başka riskleri de beraberinde getireceğine işaret edilmektedir. Silahlı kuvvetleri darbe yapamayacak şekilde fazla güçlendirmeden, merkezi bir yapıda kontrol altında tutma çabaları ordunun savaşma kapasitesini olumsuz etkilemektedir. Rejimi korumak için fazla güçlenmesi istenmeyen ya da aşırı kontrol tedbirleri ile etkinliği azaltılan orduların dış düşmanlara karşı ülke çıkarlarını korumada başarısız olma ihtimali de artmaktadır. O zaman sadece rejim değil ülkenin bekası da risk altına girmektedir.
Bu çalışmanın amacı; dipnotlarda belirtilen kaynaklardan derlenen ve diğer ülkelerde uygulanan darbeleri önleyici tedbirler ile 15 Temmuz sonrası alınan tedbirler arasındaki benzerlikleri ortaya koymak ve söz konusu değişikliklerin TSK’nin muharebe etkinliği üzerinde yaratabileceği olumsuz etkilere dikkat çekmektir.
Darbe önleyici stratejiler ve öne çıkan başlıca tedbirler
Konuya ilişkin olarak dipnotlarda belirtilen kaynaklar incelenmiştir. Her birine ayrı ayrı atıf yapmak yerine söz konusu kaynaklarda öne çıkan hususlara aşağıda maddeler halinde yer verilmiştir. Önemli görülenler şunlardır:
-Birbirini dengeleyecek paralel askeri ve yarı askeri yapılar oluşturmak. Böl ve yönet mantığı ile benzer fonksiyonları yapabilecek güçler ve kurumlar oluşturmak. Orduya karşı denge sağlayabilecek ve onun hegemonyasını kırabilecek büyüklükte ikinci bir silahlı güç yaratmak.
-Kuvvetler ve kurumlar arasındaki iletişim ve etkileşimi sınırlamak. Her ünite üzerinde kontrol yetkisi tesis ederek komutanların yetkilerini azaltmak ve alt seviyedeki unsurlara çok az inisiyatif tanımak. Karar verme yetkilerini azami derecede merkezileştirmek.
-Askeri personel alımları, terfi ve atamaların siviller tarafından kontrol edilmesini sağlayacak düzenlemeler yapmak.
- Mevcut askerî kültürü değiştirmek, kayırmacı ve himayeci politikalarla hızlı yükselme, kollama gibi uygulamalarla sadakatleri sınananları daha fazla ödüllendirme yoluna gitmek. Bu suretle, çalışma, inisiyatif ve risk alma kültürü yerine, eleştirmeme, sessiz kalma, her şeye karşın sadık olma ve ödül alma düzenini hâkim kılmak.
-Askeri kültürün değişim ve dönüşümü için askeri öğretim kurumlarını kapatmak, müfredatı yeniden düzenlemek, var olan askerî kültürü yok etmek, askeri değersizleştirmek ve onursuzlaştırmak. Köklü askerî okulları kapatarak bu okullardan mezun olanları yeni kurulan yapılardan dışlamak.
-Askeri birlikleri başkentin ve kritik şehirlerin dışına çıkartmak, konuş yerlerini değiştirmek ve yurt sathına dağılmasını önleyerek kontrolü sağlamak, askeri toplumdan soyutlamak. Tarihi değeri olan askerî binaları “sivilleştirerek” kadim askerî kültürü yok etmeye çalışmak.
-Tek bir istihbarat örgütü yerine birbirlerini kontrol edecek birkaç örgüt/teşkilat oluşturmak.
-Orduyu dış düşmanlarla çatışmalara sokarak içeride milliyetçilik duygularını yüceltmek, orduyu asli görevleri ile meşgul etmek.
Bunlara eklenebilecek son bir husus askerlik sisteminin değiştirilmesidir. Bir görüşe göre mecburi askerlik sistemine sahip yarı demokratik ülkelerde darbe riski daha yüksektir. Çünkü her ferdin görev aldığı silahlı kuvvetlerle toplumun bağı daha güçlüdür. Böyle bir sistemin bazı gruplar ve düşünce akımları için silahlı kuvvetler içinde toplu bir faaliyetin organize edilmesine daha müsait ortam yaratabileceği öne sürülmektedir (3). Diğer taraftan bu tür orduların darbelerden sonra demokrasiye geçiş isteğinin profesyonel ordulara göre daha yüksek olduğuna da işaret edilmektedir. Ancak buna rağmen darbe önleyici tedbirler kapsamında profesyonel orduya geçişin yararlı olabileceği not edilmektedir. Bu yolla personel alım sistemi üzerinden seçilerek alınacak bireylerle profesyonellerin sadakatinin de kazanılacağına inanılmaktadır.
Tedbirlerin olumsuz yansımaları
Yukarıda sıralanan tedbirlerin yaratabileceği olumsuzlukların en başta geleni askeri gücün zayıflaması ve güvenlik zaafiyeti yaratma riskidir. Bunların bir kısmı aynı kaynaklarda şu şekilde yer almaktadır.
Denge arayışı için teşkil edilen kurumlar silah malzeme gibi benzer yeteneklerin birden fazla kuruluşta bulundurulmasını gerektirdiğinden kaynak israfına neden olur.
Çift başlılık ihtisaslaşmayı önler, bu durum muharebe sahasında birlikte kullanılması gereken unsurlar arasındaki koordinasyonu zayıflatır.
Mevcut kuvvetlerin kontrolünün farklı birimlere dağıtılması muharebede değişik sınıf ve branşları birlikte kullanarak sinerji yaratma yeteneğini azaltır. Darbe korkusu ile müşterek eğitim ve tatbikatların azaltılması, kuvvetler arası iletişimin sınırlanması, eğitim ve harp hazırlıklarını olumsuz etkiler.
İnsiyatif kullanamayan, karar verme yetkileri aşırı merkezileştirilmiş ordular günümüz muharebelerinin değişken koşullarına ayak uydurmada zorlanırlar.
Personel alımı ve yetiştirilmesinde uygulanan aşırı politize edilmiş kurallar mesleki açıdan yetersiz liderlerin hak etmedikleri yerlere gelmesine ve onların da sevk ve idarede başarısız olmalarına neden olur.
İç politikada belirli gruplarla ittifak yaparak iktidarını koruyan liderler üst düzey terfi ve atamalarda bu grupların isteklerini de dikkate almak zorunda kalacakları için ordunun dayanışma, itaat, ehliyet ve disiplin anlayışında bozulmalar başgösterir. Gelecek beklentisinde olan personel siyasi liderlere yakın olmaya, ilişki kurmaya çalışacağından ordunun aşırı politize olma tehlikesi ortaya çıkar.
Tarihi tecrübeler göstermiştir ki tepkisel bir anlayışla ele alınan ve hayata geçirilen tüm tedbirlerin darbeleri önlemede her zaman başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Zayıflıkları giderici tedbirler
Darbeleri önlemek için alınan tedbirlerin aşırı uygulamalara dönüşmesi halinde bu durumun silahlı kuvvetlerin etkinliğini azaltma ve özellikle dış düşmanlarla mücadelede zafiyet yaratma riski oldukça yüksek olduğuna daha önce değinilmiştir. Geçmiş dönemlerde yaşanan örneklere bakıldığında söz konusu ülkeler ve bazı liderlerin bu riski gidermek için başvurduğu başlıca iki yöntem öne çıkmaktadır.
İki Yöntem
-Silahlı kuvvetlerin yetersizliklerini gidermek için kitle imha silahlarına sahip olma yoluna gitmek. Bunlar daha çok kimyasal ve nükleer silahlar olabilir. Çünkü bu silahlar dış düşmanlara karşı caydırıcı bir yetenek sağlarken aynı zamanda bunların kontrolü lidere sadık küçük bir gruba verilerek darbe riski azaltılabilir.
-İkinci yöntem ise dış politikada yeni ittifaklar kurmak veya yeni bir ittifaka üye olmak sureti ile güvence sağlamaktır.
15 Temmuz sonrası sivil asker ilişkileri ve TSK’de yaşanan değişim ve dönüşümler
Bu bölümde darbe girişimi sonrası TSK’nin kurumsal yapısında yapılan değişiklikler ele alınmıştır. Yukarıda açıklanan strateji ve tedbirler daha çok lider hakimiyetine dayalı, demokrasi tecrübesi olmayan ülkelerin uygulamalarını esas almaktadır. Türkiye’nin demokrasi tecrübesi, idari ve toplumsal yapısı bunlardan farklıdır. Ancak getirilen değişikliklerde bazı benzerliklerde gözden kaçmamaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra TSK yapısında büyük çaplı bir değişim ve dönüşüm kaçınılmaz olmuş ve siyasi irade bu değişiklikleri vesayetin ortadan kaldırılması ve darbelerin önlenmesi gerekçesi ile hiçbir siyasi ve toplumsal muhalafet olmaksızın gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki söz konusu değişiklikler yaşanan olaya tepki olarak radikal değişim ve dönüşümleri de içerek şekilde çıkarılan KHK’ler ile yapılmıştır (4). Söz konusu değişiklikler aşağıda belirtilenlerle sınırlı olmamakla birlikte burada önemli olanların üzerinde durulmuştur.
TSK Komuta ve Teşkilat Yapısındaki Değişiklikler Nelerdir?
Genelkurmay Başkanı savaşta eskiden olduğu gibi TSK’nin Komutanı olarak tanımlanmış ancak barışta Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri doğrudan MSB’na bağlanmıştır. Bu uygulama ile Genelkurmay Başkanının Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki yetki ve otoritesi sınırlanmıştır. Personel, lojistik, strateji geliştirme gibi sorumluluklar da MSB.lığına verildiğinden mevcut şekli ile Genelkurmay Başkanı askeri danışman gibi bir statüye dönüştürülmüştür.
Hiyerarşik yapıda sivillerin vereceği emirler aynı askeri komutanlıklar tarafından verilmiş gibi uygulanacaktır.
Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığının TSK ile ilişkisi kesilmiş ve İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır.
MSB.lığı karargâhı güçlendirilmiş, belirli kadrolara atanan sivillere de askeri rütbe eşidi ünvanlar verilmiştir.
Jandarma’nın kendi personelini yetiştirmesi için Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi kurulmuş böylece diğer askeri okullarda okuyan personel ile jandarma personelinin irtibatı kesilmiştir.
Askeri mahkemeler kapatılmış, askerlerin yargılanması sivil mahkemelerin yetkisine verilmiştir.
TSK Sağlık Komutanlığı lağvedilmiş, Askeri Hastaneler Sağlık Bakanlığına devredilmiştir.
Personel sisteminde getirilen değişiklikler
Askerlik kanunu değiştirilerek mecburi askerlik hizmetinin süresi azaltılmış ve çeşitlendirilmiş, profesyonel askerliğe geçiş hızlandırılmıştır. Muharip birlikler daha çok uzman personel ile teşkil edilmiş, operasyonel görevler bu askerlerden oluşan birliklerin sorumluluğuna verilmiştir.
Askeri öğrenci ve her türlü personel alımı için yapılan sınavlarda mülakatların ağırlığı ve komisyonlarda sivil üyelerin sayısı artırılmıştır.
Önceki dönemlerde mezun olan kurmay subayların çoğu sistem dışına çıkarılmış, sınıf subaylığından general/amiral terfileri tercih edilmiştir.
Yüksek Askeri Şüra’nın yapısı değiştirilmiş, sivil üyelerin sayısı artırılmış, general amiral ve üst düzey terfilerde siyasi makamların yetkileri güçlendirilmiştir.
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları seçim ve atama kriterleri değiştirilmiş Cumhurbaşkanı’na mevcut oramiral ve orgeneralden birini atayabilme yetkisi verilmiştir. Generaller için rütbe bekleme süreleri dolmadan terfi veya emekli edilebilme imkânı getirilmiştir.
Eğitim sisteminde yapılan değişiklikler
Askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları kapatılmıştır. Kuvvet Komutanlıklarına ait Sınıf Okulları hariç diğer okullar ve eğitim kurumları doğrudan MSB.lığına bağlı olarak faaliyet gösteren Milli Savunma Üniversitesi bünyesine alınmıştır.
Rektör ve Harp Okullarına dekan olarak sivil yöneticiler atanmış, öğretim konuları yeniden düzenlenmiştir. Darbe teşebbüsü sonrası ilişiği kesilenlerin yerine personel boşluğunu kapatabilmek için hızlandırılmış eğitimlerle personel temin yoluna gidilmiştir.
Savunma sanayiinde yaşanan değişiklikler
Savunma sanayi son dönemde büyük bir gelişme göstermiş ve kazanılan yetenekler Silahlı Kuvvetlerin değişen harekât ihtiyaçları için yeni bir kuvvet çarpanı olmuştur. Dışa bağımlılığın yarattığı zaafiyetleri giderme ve tedarik süresini hızlandırarak ihtiyaçların süratle karşılanmasında savunma sanayi ülke güvenliği ve bekası açısından önemli roller üstlenmiştir. Bu gelişmeler sadece güvenliğe değil iç piolitikaya da siyasi başarı açısından katkı sağlamaktadır.
Savunma sanayiine ayrılan kaynakların kullanımında, askeri ihtiyaçların öncelikleri yanında kurulacak tesislerin yer ve yüklenici seçiminde siyasi tercihler rol oynamaktadır. Kaynak kullanımı ve proje onayları için en üst karar organı olan Savunma Sanayi İcra Komitesi-SSİK üyeliğine Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanına ilave olarak CB yardımcısı, İçişleri, Sanayi ve Teknoloji Bakanları ile Hazine ve Maliye Bakanı dahil edilerek siyasi otoritenin ağırlığı artırılmıştır.
MSB kuruluşunda olan müsteşarlık daha hızlı iş yapabilme gerekçesi ile Savunma Sanayi Başkanlığına dönüştürülerek doğrudan Cumhurbaşkanına bağlanmıştır. Kaynak kullanımında da devlet ihale kanunu hükümlerinden muaf tutulmuştur. Sektörün en önemli şirketleri olan Vakıf Bağlısı Ortaklık Şirketleri (ASELSAN, TUSAŞ, HAVELSAN, ROKETSAN vb.) ve TSK Güçlendirme Vakfı yönetiminde SSB’lığı ve iktidarın atadığı yöneticiler önemli görevler üstlenmişlerdir. Böylece eskiden olduğunun aksine askerlerin bu kurumlarda da görünürlüğü azaltılmıştır.
Savunma sanayi yeni yetenekler kazandırarak ordunun gücünü artıran bir işlev kazanmıştır. Bu sektörde askeri gücün geliştirilmesinde asıl uzmanlık sahibi ve yeteneklerin kullanıcısı olan askerlerin istekleri kadar kaynakları kullanan sanayinin talepleri de yönlendirici olmaya başlamıştır. Bu noktada sadece başarılara odaklanmak yerine kaynakların yerinde, verimli ve milli güvenliğe öncelik verecek şekilde sarf edilmesi için Meclisin gözetim ve denetim sorumluluğu önem kazanmaktadır.
Değişimin Türk Silahlı Kuvvetlerine Yansımaları
Kuvvet Komutanlıklarının doğrudan Bakana bağlanması ile Genelkurmay Başkanının yetkileri ve sorumlulukları sınırlanarak gücün bir merkezde toplanmasını önleme amacı hedeflendiği çok açıktır.
Ancak günümüz harplerinde her zamankinden daha fazla ihtiyaç olarak ortaya çıkan müşterek harekatın yönetimi, eğitim ve harbe hazırlık faaliyetlerinde bu yapılanmanın olumsuz etkilerinin olması muhtemeldir. Gelkurmay Başkanı savaşta CB adına TSK’nin komutanı olarak görev yapacaktır. Fakat barış zamanında sınırlanmış yetkilerin, eğitim ve tatabikatlarla geliştirilmemiş usüllerin savaşta süratle kullanıma alınması üzerinde durulması gereken bir konudur. Mevcut sistemde Genelkurmay Başkanının rolü azaltılırken müşterek harekatın yönetimi için kurulmuş komutanlıkların olmaması da ayrı bir ihtiyaç olarak göze çarpmaktadır.
Jandarma, Emniyet ve MİT hem yetki ve teşkilat hem de sahip olduğu imkanlarla geçmiş döneme göre oldukça güçlendirilmiştir.
Benzer yeteneklerin kazanılması için harcama yapılması kaynak israfına da neden olmaktadır. Aradan geçen sürede uygulamalar dikkate alındığında bu kurumların güçlendirilmesinde esas maksadın silahlı kuvvetlere karşı bir denge düşüncesinden çok emniyet, asayiş ve toplum güvenliğini sağlama, her alanda iç kontrolun artırılması olduğu söylemek daha doğru olacaktır. Özellikle Jandarmanın TSK ile olan bağı koparıldıktan sonra İçişleri Bakanlığı teşkilatında yeni bir kurumsal kimlik ve kültürle geliştirilmesine hız verilmiştir. Kendine özel eğitim kurumları, personel alımı, terfi ve yetiştirme sistemi ile Jandarma teşkilatı üzerinde siyasi iktidarın nüfuzu ve kontrolü artmıştır. Personel seçimi, yetiştirme ve atamaları siyasetin tercih ve taleplerine karşı daha hassas hale gelmiştir. Askeri rütbeler halen kullanılmakla birlikte Jandarmanın TSK ile benzerlikleri giderek azalmaktadır. Terfi sistemi bakanlık bünyesinde oluşturulan kurullar vasıtası ile yürütülmektedir.
Jandarma Genel Komutanlığında dikkati çeken en önemli değişikliklerden biri general sayısının çok artmış olmasıdır. Bölge komutanlıkları kapatıldıktan sonra yakın bir zamanda 61 ilin jandarma komutanları kadrosu general seviyesine çıkarılmıştır. Bu gelişme daha önce açıklanan hususlar dikkate alındığında bir çeşit ödüllendirme ve komuta kademelerinde daha sadık personeli işbaşına getirme düşüncesi olarak da yorumlanabilir. Sadece personel sistemi ile değil Jandarma, Emniyet ve MİT kuruluşuna silahlı ve silahsız helikopter, İHA, SİHA ve çok sayıda zırhlı araç verilerek güçlendirilmiştir. Diğer taraftan halen yurt içinde ve sınır ötesinde yürütülen operasyonlarda bu unsurlar silahlı kuvvetlerin yanında görev alabilmektedir. Savaş durumunda bunların silahlı kuvvetlerle birlikteliği daha da artacaktır. Bu tür görevlerde emir komuta birliği ve koordinasyonun sağlanması çok önemlidir. Kurum kültürleri ve eğitim düzeyleri farklı personelin birlikte çalışabilirliğinin sağlanması her zaman zordur, iyi eğitim ve tatbikatlar yapılmasını gerektirir.
Sivil kontrolün derecesinin artırılması askerlerin liderlik yetenekleri ve görev esnasında insiyatif kullanmalarını olumsuz etkileyebileceğine yukarıda değinilmiştir. Bu durumdan en fazla etkilenecek unsurun Kara Kuvvetleri olması doğaldır. Çünkü en fazla insan gücüne sahip kuvvet olduğundan darbelerde bunların görünürlüğü de daha yüksek olmaktadır. O yüzden kara kuvvetlerinin kontrolü daha da önem kazanmaktadır. Darbe ve kalkışmaları önleme gerekçesi ile alınacak aşırı tedbirlerin maliyeti birliklerin muharebe etkinliğinin azalması şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Örneğin Ukraynadaki çatışmaların başlangıcında merkezi bir yönetim anlayışına sahip Rus ordusunun küçük birlik komutanlarının insiyatif kullanamadıkları ve bu durumun zayiatı artırdığı yönünde tespitler yapılmıştır. Başka bir örnek olarak Afganistanda görev yaptığım dönemde Almanya’nın ISAF komutasına tahsis ettiği birliklerin parlemento ve bakanlık temsilcisi çok sayıda heyet tarafından sıklıkla ziyaret edildiğine şahit oldum. Verilen görevlerin yapılmasında sahadaki Alman askerlerinin uymak zorunda olduğu kısıtlamaların çokluğu ve insiyatif kullanımında yaşadıkları zorluklar NATO harekât planlanlayıcılarının da işini zorlaştırmıştır. Bu durum bölgeden sorumlu üst düzey ABD generalinin de dikkatini çekmiş ve bir sohbet esnasında “iki dünya savaşını yapan Alman askerleri bunlar mı, şaşırıyorum” şeklinde bir ifade ile bu durumu eleştirmişti. Bu olayda savaştan sonra Alman silahlı kuvvetlerinin sivil kontrolü için getirilen düzenlemelerin de payı olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle sivil kontrolün artırılması darbeleri önlemede bir güvence olsa da birliklerin muharebe etkinliğini olumsuz etkilemektedir.
Askeri gücün savaşma ve kullanım usullerinin belirlenmesinde ülkelerin kendi tecrübeleri yanında diğer bölgelerde yaşanan savaşlardan çıkarılan dersler de dikkate alınmaktadır. Ukrayna - Rusya savaşı ve son olarak yaşanan İsrail - Hamas çatışması bütün dünya orduları tarafından yakından incelenmektedir. İkinci Körfez savaşından sonra ağır silahların ve müşterek harekatın tüm boyutları ile kullanıldığı bu çatışmalar gelecek harplerin doktrinlerine de yön verecek niteliktedir. Bu gelişmelerin TSK ve bir bütün olarak güvenlikten sorumlu tüm kurumlar tarafından da dikkatle takip edildiğini ümit etmekteyim.
Örneğin Ukrayna’daki savaşta personel konusunda yaşanan problemler mevcut asker alma ve eğitim sistemimizin de dikkatlice gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Uzun süreli çatışmalarda profesyonel askerlerden oluşan birliklerin vereceği zayiatın karşılanmasında seferde aynı uzmanlık derecesine sahip personel kaynağının bulunması zordur. Barış zamanında olsa da Türk ordusu şu andaki görevleri itibari ile oldukça operasyonel bir kuvvettir. Mevcut personelin bu görevler arasında dinlenme, eğitim tazeleme ve rotasyonu bile planlayıcıları uğraştıracak düzeydedir. En son meydana gelen 6 Şubat depreminde yaşanan tecrübeler de dikkate alındığında personel konusunun önemi daha da artmaktadır. İnsan kaynağının etkili kullanımı sadece askeri uzmanların değil kanun koyucuların da dikkatlice düşünmesi gereken bir konudur. Savunma sanayi tarafından üretilen modern ve üstün teknoloji ürünler ancak yetişmiş personelin varlığı ile anlam kazanmaktadır.
Personel seçimi, eğitimi ve kaynağın kontrolü yaşadığımız tecrübeler ışığında en hassas konuların başında gelmektedir. Liyakati, terfi ve görevlendirmelerde adaleti sağlayan bir yönetim sisteminin varlığı modern harp silah araçları ile birlikte ordunun morali ve gücünün en önemli dayanağıdır. Profesyonel personel sayısındaki artışa bağlı olarak sadece giriş aşamasında değil sürekli mesleki gelişimin sağlanması, yenilenmesi zorunluluktur. Hangi rütbede olursa olsun kişisel sorunları yönünden iyi davranış sergileyemeyen personelin yetkilerini kötüye kullanmasının önlenmesi ve tarafsızlık içinde işleyen bir sistemin tesisi askerlerin siyasetin etki alanı dışında tutulmasının da güvencesidir. Çalışma hayatında bu tür sorunlarla karşılaşan ancak adaletli çözüm yolları bulamayan personelin kendilerine vaatlerde bulunan gruplara, akımlara ilgi duyması ihtimal dahilindedir. Aynı şekilde bazı davranışların siyasi açıdan ödüllendirilmesi, kayırılması, liyakat yerine başka meziyetlerin öne çıkarılmasına neden olacağından ordunun dayanışma ruhunu da zedeler. 15 Temmuz sonrası yapılan değişiklikler siyasete askerlerin mesleki uygulama ve çalışma sistemlerine fazlası ile etki etme imkânı vermektedir. Türk Ordusunun milletin ordusu olarak kalabilmesi için iç siyasette yaşanan ayrıştırıcı söylem ve davranışların silahlı kuvvetler kültürüne yansımasına müsade edilmemelidir.
Ordunun doğal afetler ve toplumsal olaylarda sivil otoritelere yardım gibi görevler hariç iç tehditlerle ilgili görevlerden sıyrılarak dış tehditlere odaklanması hem kendi işini daha iyi yapması hem de siyasi tartışmalardan uzaklaşması için iyi bir çözüm olabilir. Bu durumun savunma sanayinde gerçekleşen atılımların itici güçlerinden biri olduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. Jandarma teşkilatının iç güvenlik sorumluluğunu alacak şekilde güçlenmesi bu açıdan yararlı bir değişiklik olarak kabul edilebilir. Ancak sınır güvenliğinin Silahlı Kuvvetlere ait olması, terörle mücadelenin doğası gereği yurt içi ve yurt dışı operasyonların kesin çizgilerle ayrılamaması, yetki ve sorumluluk paylaşımını zorlaştırmaktadır. O nedenle bu unsurlar arasında sağlıklı bir işbirliğini yürütecek bilgi ve tecrübe paylaşımı, koordinasyon usullerinin geliştirilmesine olan ihtiyaç devam etmektedir.
Sonuç
Askeri darbelerle siyasi hayata müdahale etmek demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş ülkelerde kabul edilebilecek bir durum değildir. Bu bakımda asker sivil ilişkileri sağlıklı bir demokrasinin işleyişi için ülkelerin kendi değerleri ile şekillenen kurumsal bir işleyiş üzerine bina edilmelidir. Askerler seçilmiş sivil iradenin üstünlüğünü tanırken siviller de askerlerin uzmanlık alanlarına çok fazla müdahale etmemelidir.
Türkiye ne yazık ki Cumhuriyet döneminde demokrasi serüveninde askeri darbelerle siyasetin kesintiye uğradığı acı tecrübeler yaşamıştır. Askerlerin konumu ve toplumsal hayattaki etkileri vesayet tartışmalarının da kaynağı olmuştur. Son yaşanan başarısız darbe girişimi TSK’nin kurumsal kimliği ile gerçekleştirdiği bir olay değil uzun yıllar sinsi bir şekilde orduya sızarak yuvalanan FETÖ örgütü mensuplarının bir eylemidir. Bunun sonucunda halk nazarında yitirdiği itibar ile en çok zararı da TSK’nin kendisi görmüştür.
Söz konusu teşebbüs siyasi iradeye sivil asker ilişkilerini yeniden düzenleme fırsatını vermiştir. Sadece kurumların birbirleri ile ilişkileri ve demokrasilerde olması gereken işleyiş şekli değil bunlara paralel olarak TSK’nin değişim ve dönüşümünü de içerecek önemli değişiklikler yapılmıştır. Ne yazık ki bu değişimler sağlıklı, karşılıklı tartışılmış karar süreçlerinden geçmiş rasyonel değişiklikler yerine büyük ölçüde tepkisel değişiklikler şeklinde olmuştur. Yapılan değişikliklerle askerlerin bir daha darbe yapamayacak konuma getirilmesinin amaçlandığı çok açıktır. Bunun için de dünyadaki diğer uygulamaların incelendiği ve yararlanıldığı kanaatine varılmaktadır. Bugün gelinen noktada askerlerin demokratik sivil kontrolu değil iktidar tarafından kontrol edilen bir ordu görünümü oluşmuştur. Son iki dönemde TSK’nin komutanlığını yapmış asker kökenli şahsiyetlerin Milli Savunma Bakanı olarak atanması sonucu askerlerin siyaset ile temasa geçtiği noktalarda bazı dengeler sağlanmış gibi görünse de Bakanlığın mevcut yürütme ve kontrol yetkilerini kullanmak suretiyle her dönemde siyasetin asker üzerindeki ağırlığının artacağını belirtmek yanlış olmayacaktır. Bu durum orduyu siyaset dışında tutma anlayışından uzaklaşmak anlamına gelecektir.
Son yıllarda ülkemizin değişen güvenlik ihtiyaçları TSK’nın dış görevlerde daha fazla kullanılmasını zorunlu kılmıştır. Sivil otoritenin değerlendirmeleri doğrultusunda icra dilecek yurt dışı operasyonlar ile silahlı kuvvetlerin sahip olduğu yetenekler ve geliştirdiği harp etme doktrini uyumlu olmaz ise başarı riske girecektir. Askerlerin görevi önce kendilerinin geliştirmekten sorumlu olduğu doktrini güncel tutmak ve gerektiğinde sivillerin talepleri ile askeri gücün yeteneklerini uyumlaştıracak irade, cesaret ve direnci gösterebilmektir.
Darbe teşebbüsünden sonra aradan geçen yedi yılın değerlendirmesi öncelikle profesyonelliğin gereği olarak Silahlı Kuvvetlerin kendisi tarafından yapılmalıdır. Doğru uygulamalar muhafaza edilirken etkinliği azaltan tedbirlerin yaratığı riskler ve giderici teklifler siyasi makamlara dürüstlükle bildirilmelidir. Parlemento da gerektiğinde ilgili komisyonlarda siyaset üstü bir yaklaşımla bu konuları doğrudan askerlerin kendisinden dinleyecek, sorgulayacak, değerlendirecek bir ortamı sağlamalı ve birliklere giderek yerinde gözlemlerde bulunmalıdır.
Kaynakça
(1) Doç. Dr. Oktay Bingöl ve Ali Bilgin Varlık tarafından hazırlanan ve Ağustos 2017’de Barış Kitap tarafından yayımlanan “15 Temmuz sonrası Türk Ordusu: Kriz ve Çıkış” kitabı daha detaylı bilgiler ihtiva etmektedir.
(2) Notların hazırlanmasında yararlanılan ve Darbelere karşı çeşitli ülkeler tarafından getirilen uygulamalar için önerilen kaynaklar
- Cameron S. Brown, Christopher J. Fariss and R. Blake McMahor, Recouping after Coup-Proofing: Compromised Military Effectiveness and Strategic Substitution
- Dan Reiter, Avoiding the Coup-Proofing Dilemma: Consolidating Political Control While Maximizing Military power, Political Science, Foreign Policy Analysis, 1 June 2020
- Jonathan M Powell, Leader Survival Strategies and the Onset of Civil Conflict: A Coup-Proofing Paradox, Armed Forces & Society, 4 December 2017,
-Joseph Paul Vasquez, Jonathan M Powell, Institutional Arsenals for Democracy? The Post coup Effects of Conscript Militaries. Armed Forces & Society, 9 October 2019
- Ulrich H. Pilster, Tobias Böhmet, Coup proofing and military effectiveness in interstate wars
-James T. Quinlivan, Coup Proofing, Its practice and consequences in Middle East
- Doç. Dr. Oktay Bingöl ve Ali Bilgin Varlık, 15 Temmuz sonrası Türk Ordusu: Kriz ve Çıkış, Barış Kitap, Ağustos 2017
(3) Ioannis Choulis, I want you…or not? The effect of conscription on coup risk in anocracies, International Politics, 11 November 2021
(4) 668, 669, 671, 674, 676, 677 ve 678 sayılı KHK’ler