F-16 Tedariki Olmasa Daha mı İyi Olur Acaba?
Ömrünün uzatmalarını yaşamakta olan F-4E 2020 ve F-16C/D uçakları dışında Türk Hava Kuvvetleri bir muharip güce sahip değildir. Yani bırakın NATO'yu tam bir ABD bağımlılığı söz konusudur. Hava gücümüz konsept, felsefe, organizasyon, insan kaynağı, lojistik ve operasyonel anlamda, neredeyse tamamıyla Amerikan tarzına sahiptir. İşin enteresan tarafı bu tarzı uzun süredir, ABD dışında en iyi uygulayan, muharip tecrübeye de sahip yegâne ülkedir.
Oldukça sıcak gündemlerin odağında, oldukça sıra dışı zamanlar yaşıyoruz. Askeri operasyon ihtimallerinin öne çıktığı, askeri milli güç unsurlarının ülkenin kaderine ve geleceğine uzanan damarları örmekte öncelenmeye başladığı zamanlar. Tüm güvenlik ittifaklarının zorlandığı, kiminin içinin boşaltıldığı, kiminin kimlik değiştirdiği bu devirde; kavramsal değişimlerin düşünsel emekleri zorlaştırmaya başladığını görüyoruz. Düşünsel boyutta yaşanan zorluklar da, geleceği doğru analiz ve tahmin etmeyi müşkül hale getirmektedir.
Gelin askeri güç unsurlarının başında gelen hava kuvvetlerimizi ele alalım. Ömrünün uzatmalarını yaşamakta olan F-4E 2020 ve F-16C/D uçakları dışında Türk Hava Kuvvetleri bir muharip güce sahip değildir. Yani bırakın NATO'yu tam bir ABD bağımlılığı söz konusudur. Hava gücümüz konsept, felsefe, organizasyon, insan kaynağı, lojistik ve operasyonel anlamda, neredeyse tamamıyla Amerikan tarzına sahiptir. İşin enteresan tarafı bu tarzı uzun süredir, ABD dışında en iyi uygulayan, muharip tecrübeye de sahip yegâne ülkedir.
Türk devlet aklı en sonunda, ABD'nin "vaz geçilmez NATO müttefikini" nasıl hedefe koyduğuna, dışladığına, sıkıştırdığına ve gelecekte de çok daha fazlasını yapma hususunda niyetlendiğine vakıf olmuş görünmektedir. Bu planlı süreç doğrultusunda yol taşlarının, uzun süredir döşenmekte olduğu da fark edilmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse biz de bir süredir milli savunma sanayimizi güçlendirme adına elimizden geleni yapmaktayız. Fakat bu gelişim sürecinin de, batı bloğu, ekolü ve alışkanlıkları doğrultusunda gerçekleştirildiği görülmektedir. NATO standartlarında etkin ve tecrübeli bir orduya sahip olurken, NATO'nun (en azından ülkemiz için) geleceğinin şüpheli hale gelmeye başladığı da bir gerçektir.
İstikbal göklerdedir. İşin esası "istiklal" de göklerdedir. Bu doğrultuda riskleri daha geniş bir bakış açısıyla okumaya çalışacağımız bir çalışma yapmak elzemdir. Olası Türk-Yunan Harbi ekseninde konuya bir bakış atalım isterim.
Şu an için hava kuvvetlerimiz, eldeki F-16 muharip uçak filosunun bakım ve idame işlerinde, yedek parça temininde sorun yaşamamaktadır. Evet, modernizasyon konusu sıkıntılı ilerlemektedir ve önümüze engeller de çıkarılmaktadır. Bununla birlikte olası bir savaş sonrasında, F-16 filomuzun elde kalanını idame etmekte zorlanacağımız, sağlam ambargolar yiyeceğimiz de bir gerçektir. Elde kalanı kısmını özellikle vurgulamak isterim. Zira zaferle neticelense bile bir savaşta en çok zarar görecek ve kayba uğrayacak unsurumuz hava kuvvetlerimiz olacaktır. Limitlerinin de ötesinde zorlanacak uçaklardan elde kalanların da durumları, lojistik açıdan sıkıntılı olacaktır. Bu nedenle sırasıyla:
1. Savaşın ağır yaralarını hızlıca sarma. (Minimal ölçüde de olsa uçabilir kalma/olma.)
2. Kal edilme ve kanibalizasyon süreçlerine karar verme.
3. Daha derin bir bakım, idame süreci başlatma.
4. Bu doğrultuda elde kalan kuvvetler için, yeni bir güç yapısını planlama.
5. Elde kalan uçaklar için eksilen mühimmat ve yedek parça stoklarını tamamlama.
6. Eksilen uçakların yerine yeni uçak temini noktasında planlama yapma.
7. Yeni oluşturulacak hava kuvvetleri için, A'dan Z'ye gerekli tüm planlama ve uygulamaları gerçekleştirme.
8. İnsan kaynağı, lojistik, platform, mühimmat vb. tüm açılardan hava kuvvetlerini baştan yaratma.
Sorunlarıyla karşılaşacağımız muhakkaktır. Tüm bu noktalarda ise, ABD başta olmak üzere, müttefiklerimizin insaflı davranacağını ummak "hayal kurmaktır". MMU, Hürjet, Hürkuş, Kızıl Elma, Akıncı vb. insanlı ya da insansız, yerli ve milli geliştirme programlarımızın da bu süreçten etkileneceği bir gerçektir. Gecikmeler, iptaller, yeni projeler, değişen ister ve öncelikler, önümüzdeki kritik 10-15 yılı, oldukça kaotik hale getirecektir.
Takip eden bu sürecin bir başka etkisi de, devrimsel nitelikteki değişim ve dönüşüm alternatiflerinin, uygulamaya geçirilme şansını yükseltmesi olacaktır. Örneğin 2012 yılında havacılık endüstrimiz için yüksek nitelikli bir iş jeti üretiminin, muharip uçak üretimi kadar önemli olduğunu yazmıştım. Zira mikrolaştırma çabalarıyla fazla zaman yitirmeden, birçok özel görevin (Elektronik Harp, SEAD vb.) bu platformlar tarafından icra edilebileceğini belirtmiştim. Ayrıca bu tip tayyarelerin, daha büyük, çok sayıda uzun erimli füzeler için bir taşıma platformu olabilmesi ihtimalinden de bahsetmiştim. Şimdi buna insansız savaş uçağı filoları için, radar ve komuta kontrol merkezi (uçar hub) olma ihtimali de eklenebilir. Yani daha önce uzak durulan, alışılageldik olmayan çözümler, Türkiye açısından bir savaş sonrasında daha mantıklı görünebilir.
Tüm bu alternatiflerle birlikte yadsınamaz bir gerçekte bulunmaktadır. Önümüzdeki 50-60 yıl içerisinde hava kuvvetlerimiz, daima minimum 300 adet olmak üzere, modern teknoloji ve konseptlerle dost, insanlı muharip uçakları, elde bulundurmak mecburiyetinde olacaktır. Her ne kadar lisans altında üreticisi olsak da, F-16 tayyaresi, bir savaş sonrasında bu denklemde kendisine yer bulmakta hayli zorlanacaktır.
Bu çerçevede birçok makul ve mantıklı öneri düşünülebilir. Bir önceki makalede ele aldığım analog uçarlı sayısal bileşenli modüler tayyare de, bunlardan sadece birisidir. Bununla birlikte mantıklı olacak husus şudur. Savaş sonrasında yeniden oluşturulacak hava kuvvetlerimiz, birden fazla kaynağa dayanan bir yapıya sahip olmak zorunda kalacaktır.
Yunanistan'ın uzun süredir ABD ve Fransız kaynaklı olmak üzere, çift kanallı tedarik stratejisi izlediğini görüyoruz. Aslında dünyadaki birçok başka ülke de, benzeri yaklaşımlar içerisindedir. Hatta bunların bir kısmında durum, ikiden çok kaynağa ve dolayısıyla lojistik karmaşa ve konseptsel kafa karışıklığına yol açabilecek seviyede ileri gitmiştir. Örneğin Mısır Amerikan, Fransız, Rus vs. bir savaş uçağı parkına dönmüştür. Endonezya, Malezya gibi birçok ülke, hem Rus hem batı kaynaklı platformlara sahiptir. Ülkemiz içinse durum daha farklı olacaktır.
Türkiye yerli ve milli, savunma ve havacılık sanayi oluşturma yolunda gayet ciddi adımlar atmaktadır. Kısacası ikinci bir tedarik kanalı açılsa dahi, milli platformlar için, üçüncü bir kanalın da mevcudiyeti mutlak bir gerekliliktir. Kısacası bir savaş sonrasında:
1. Elde kalan ABD ve NATO menşeli platformlar.
2. Yeni tedarik edilecek ve tercihen (gönül ister ki) NATO standartlarıyla uyumlu olacak platformlar.
3. Yerli ve milli platformlar.
Olmak üzere üç kanallı bir yapılanmaya gidilmesi, oldukça muhtemeldir. Her üç kanal içinde kendisine özgü zorluklar, mücadeleler hatta meydan okumalar bulunmaktadır.
Elbette konu muharip hava kuvvetleri olduğunda, insansız sistemleri, hava savunma unsurlarını, güç çarpanlarını denklem dışına atmak mümkün değildir. Bununla birlikte odağımızı dağıtmamak adına bu hususlar, makalemizin dışında bırakılmıştır. Bunun bir diğer sebebi de vurgulanmak istenen hususları daha anlaşılabilir kılmaktır.
Aaskeri havacılığa meraklı kamuoyunda, son on yılın en tartışılan konusu yeni uçak tedariki ihtimalleri üzerinde şekillenmekteydi. Batı ya da doğu yapısı birçok savaş uçağının fanları bile oluştu. Fakat amatör çevrelerde, her ne kadar yoğun biçimde tartışılsa da, TSK yeni bir uçak alım programına girişmedi. Bunun gayet mantıklı ve geçerli argümanları vardı. Bunları:
1. Batı menşeli olsa bile, ikinci bir uçak tipi tedarikinin, beraberinde getireceği ciddi lojistik sorunlar.
2. Bakım / idame adına edinilmesi gerek altyapının yüksek ilave maliyetleri.
3. Başta personel eğitimi ve doktrinel açıdan uçakların hakkını vererek işletilmesinin, zaman alacağı gerçeği.
4. Tamamen ABD ekolünde şekillenen ve bunu bir alışkanlık / bağımlılık haline getiren kuvvetimizin, yaşaması kuvvetle muhtemel, kan uyuşmazlığı sorunları.
5. F-16'nın gayet yeterli ve kullanıcısını memnun eden bir tayyare olması. Yani yeni bir tipin avantajları olsa bile, bunların anlamlı fark yaratmayacak seviyede düşük olması.
6. Sahip olduğumuz havada yakıt ikmal, erken uyarı, elektronik harp, vb. tüm kuvvet çarpanlarının, F-16 temelinde oluşturduğumuz kuvvet yapısına göre dizayn edilmiş olması.
7. Proje ortağı olduğumuz JSF (F-35) uçağı planlaması çerçevesinde, F-16'dan geçiş noktasında pürüzlerin yaşanmayacak olması. Malum hem üretici ABD hem de ABD'li üretici firma Lockheed Martin iki uçakta da aynıdır.
8. NATO dışı bir platform temininin ise, silah seçmek pakt seçmektir kabilinden, ciddi politik sonuçlarının olacağı.
9. Yerli ve milli mühimmatların gelişimi sürecinde de, öncelikle mevcut F-16 filomuzun, ardından gelecek F-35 filosunun temel olarak alınması. Yani ikinci bir uçak tipi tedarikinin de, yerli mühimatların kullanımı açısından, anlamlı zorlukları bünyesinde barındırması.
10. Adetsel açıdan hava kuvvetlerini güçlendirmek gerekiyor ise, bunun en mantıklı ve kolay yolunun, GE motorlu yeni ve daha modern F-16 temini vasıtasıyla giderilebilecek olması.
Açıkçası ABD'ye yaptığımız başvuru da, bu argümanların en büyük göstergesi olma hüviyetine sahipti. Hani reddedilmesi yönünde Yunan Başbakanının konuşma yaptığı ve defalarca ayakta alkışlandığı ABD kongresinde olan öneri. Yeni F-16 tedariki ve eldekilerin bir kısmının modernizasyonunu içeren bu proje üzerinde, soru işaretlerinin arttığı somut bir gerçektir. Kongreden geçse ve uygulamaya konsa bile.
Bu durumda şu soruyu sormamız gerekmektedir: En son standartlarda 40 adet yeni F-16 ve 80 adet modernizasyon kiti talebimiz kabul edildi diyelim. Ki bunun hayata geçirilmesi oldukça önemli bir zaman dilimini de kapsayacaktır. Bu Türkiye'nin kafasını kuma gömmesi, en iyi ve olumlu geleceği hayal etmesi, zaman kaybetmesi anlamlarına da gelir mi?
Bu yazıyı lütfen gecikmiş bir giriş olarak değerlendiriniz. Konuya odaklanmış birden fazla makale kaleme almayı planlamaktayım. Okumadıysanız bir önceki makalemi de incelemenizi rica edeceğim. Biraz uzun olmakla birlikte bu çerçeve içerisinde değerlendirilecek, önemli bir alternatif yaklaşımı da içermektedir.
İsteyelim ya da istemeyelim, tercih edelim ya da etmeyelim, bir yol ayrımına doğru ilerlemekte olduğumuz gerçektir. İster medeniyet farklılıkları ister bir kısım üçüncü parti unsurların zorlaması, ister kendi yaptığımız yanlışlarla (?) olsun, hedef tahtasına oturtulan bir ülke olduğumuz gerçektir. Bunun kuvvetli emarelerini bir süredir gördüğümüz halde, görmemeyi ve inanmamayı tercih ettiğimiz de bir realitedir. Artık bu "mış gibi" oyununun sonuna erdiğimiz gerçeğini kabul etmeliyiz. Zira Türk'ün aşırı sabırlı devlet aklı da, bu karara erebilmiştir.
Çok beğendiğim bir sözü hatırlatmak isterim. "Ya yol bul. Ya yol aç. Ya da yoldan çekil." Bu çerçevede yeni çalışmalarla karşınızda olmak ümidindeyim.