Savaş ve Politika İlişkileri Nedir?
Savaşlar tarih boyunca dünyayı şekillendiren ana unsurlardan biri olagelmiştir. Bununla birlikte konuyu felsefi açıdan ele alan eserler pek azdır. Bu nedenledir ki Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”, Carl Von Clausewitz’in “Savaş Üzerine” gibi eserleri oldukça popülerdir. Ki bu eserler içlerinde yanlış ve hatalı yaklaşımları da barındırır.
Örneğin Clausewitz’in şu sözü: “Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.” Doğrusunu söylemek gerekirse, iki dünya savaşına da, sonrasındaki birçok çatışmaya da bu söz, daha doğrusu yargı, kavram, anlam derinliği kazandırmıştır. Hâlbuki bu söz aslında savaşların kaotik dünyasında savrulan bir yazarın, yaşadıklarına anlam kazandırma çabasından başkaca bir şey değildir. Dolayısıyla aynı fikirde olmasam da, Sezar’ın hakkı Sezar’a demek mecburiyetindeyim.
Evet, bildiğimiz dünya tarım çağı medeniyetinden, sanayi çağına geçiş yapmıştır. Bu geçişlerin arasında, anlamlı süreler kaplayan değişim ve dönüşüm süreçleri de vardır. Şimdi buradan, bilgi çağına geçiş sürecini yaşıyoruz. Tüm bu medeniyetler ve değişim süreçleri, savaş kavramına da bakışımızı değiştirmektedir. Bu konuda belirli doneler koymanın, bazı farkındalıklar oluşturmanın, oldukça önemli olduğu kanaatindeyim.
Eski Avrupa kıtasından yayılan ilk iki dünya savaşı, ülkelerin belirli amaçlarla direkt birbirine karşı mücadelesi şeklinde cereyan etmişti. Aslında savaş denildiğinde hala dünya kamuoyunun aklına gelen ilk kavramın budur. İki ülke ya da ittifakın, askeri başta, tüm milli güç unsurlarını içerecek şekilde mücadelesi. Sonuç olarak, bir kazanan ve bir kaybedenin olması. Fakat teknoloji doğrultusunda gelişen kitle imha silahları ve oluşan dehşet dengesi, savaşın bu (direkt) kimliğini değiştirecek arayışları dikte ettirmiştir.
Soğuk savaşla birlikte dünyanın birçok yerinde “Vekâlet Savaşları” çıkarıldığını görürüz. Yani iki ülke, ya da bir ülke içindeki iki ayrı fraksiyon, iki ayrı kamp adına savaşa tutuşurlar. Bunun dışında asimetrik harp çözümlerinin devreye alındığını da görürüz. Bir taraf bir diğer ülkenin iç huzurunu ve milli direncini bozmak adına, çoğunlukla terör örgütlerini de kullanarak, o ülkeye karşı asimetrik bir harp yürütür. Bazen Vietnam’da ve Afganistan’da yaşandığı gibi, süper güçlerden birisi bu savaşa direkt taraf olmak durumda da kalır. O zaman savaşın kimliği bir “yıpratma harbine” dönüşmeye başlar.
Fakat sonuç olarak tüm bu savaş türleri, bir politik amacın uzantısı olarak mantık zeminine oturur. Askeri açıdan gerçekleştirilen tüm çabalar da, aynı Clausewitz’in söylediği gibi, politikanın başka araçlarla devamı biçiminde kurgulanmaktadır. Fakat günümüz bu eğilimin de büyük bir kavramsal değişim sürecinde olduğunu göstermektedir. Bunu gerçek hayattan örneklerle açıklamak isterim.
ABD’nin planlı ve programlı biçimde böldüğü ve karıştırdığı Irak ve Suriye coğrafyasında, Türkiye hayati menfaatlerine şah damarından saldıran gelişmeleri önlemek için, askeri güç kullanmak zorunda kalmıştır. Bu askeri güç kullanımı belirli bir politik başarıya ulaşacakken, B.A.E. ve Suudi Arabistan liderliğindeki, görünüşte direkt ABD kampı üyesi olan devletler, Rusya’yı; bölgeyi Türkiye’nin eline bırakma söylemiyle ikna etmiştir. Rusya; İran ve Şii kampı gibi karmaşık/istemediği ilişkilerin de bulunduğu bu coğrafyaya direkt askeri güç projeksiyonu yapmıştır. Bu durum Başkan Obama ve Başkan Erdoğan’ın Beyaz Saray’da birlikte yağmurda ıslandıkları zirve sonrasında, bölgedeki tüm politik yapının değişimini tetiklemiş ve potansiyel birçok fay hattını açığa çıkarmıştır.
Suriye ile birlikte bölgedeki boşlukları gören ve değerlendiren Rusya ise, Türkiye’nin tek başına yaptığı askeri güç projeksiyonu nedeniyle, Libya’da emellerine ulaşamamıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse Fransa ve Yunanistan dâhil birçok ilave adım, politikanın sınırlarının yetmediği yerde, askeri gücün sağlayacağı politik avantajların önünün açılması noktasında, dolaylı değil direkt müdahalelerin popülerleşmeye başladığı farklı bir çağın işaret fişekleri olmuştur. Bu eğilimi Kafkaslarda, Balkanlarda, dünyanın birçok köşesinde kuvvetli biçimde görmeye devam ediyoruz. Kısacası klasik anlayışla aracın amacın önüne geçtiği, askeri harekatların veya hareketlerin politikada belirleyici ve öncü olduğu bir çağa doğru yürüyoruz.
Dünya hava kuvvetlerinin tamamında, fazla konu edilmeyen bir gelenek vardır. Ufak sınır ihlalleri, keşifler vb. unsurlar kullanılarak sıkça rakiplerin refleks ve kabiliyeti ölçülür. Haberlerde sıkça görmeye alıştığımız Çin-Tayvan, Baltık, Japonya hava sahası çekişmelerinin özü de budur. Aslında tüm askeri kurgularda da karşı tarafın tolerans temelleri göz önüne alınır. Örneğin Soğuk Savaş dönemindeki sorular bu anlamda önemlidir: Sovyetler Türkiye’de konuşlanan nükleer füzeleri tolare edecek mi? ABD, Küba’daki füzeler hakkında ne yapacak? Yani konuya askeri akılla yaklaştığımızda, farklı gelişmeler ve radikal değişimler için de, farklı askeri planlamaların yapılmasını gayet doğal bir süreç olarak görürüz. Askeri perspektifte, en olmadık ihtimallere karşı bile bir plan hazırda tutulmaya çalışılır.
Fakat politikanın bakış açısında; statükoyu korumak, refahı sürdürmek, ticareti devam ettirmek gibi farklı öncelikler vardır. Bu nedenle politik hareketlerin planlayıcıları, genellikle radikal durumları ve gelişmeleri istemsizce göz ardı ederler. Buna günümüzün süper gücü (?) ABD açısından şu örnekle bakalım:
Yarım yüzyılı aşkın süredir, ABD’nin tüm Ortadoğu politikalarının temeli, ana hattı, merkez noktası, İsrail’in güvenliğidir. Bunun aslında trilyonlarca dolar dışında muhteşem bir zaman ve enerji kaybına da yol açan bir kara delik olduğunu görürüz. Aslına bakarsanız bu devasa çabalar karşılığında ABD’nin kazancı pek azdır. Özellikle Çin başta olmak üzere tüm küresel sisteme karşı başkaldırıların söz konusu olduğu bu zamanda, Amerika’nın kendisi için en doğru ve gerekli alanlara konsantre olması gerektiği bir gerçektir. Hele ki İsrail ve defalarca savaştığı kadim düşmanları Araplar arasında bu sıcak iklim oluşmuşken.
Politik açıdan baktığınızda, ABD’nin bölgedeki askeri ağırlığını azaltma noktasında attığı adımların, milli çıkarları açısından anlam ve önemi görülebilir. Başarıya ulaşması da gayet olasıdır. Peki, tüm bu seyre İran nükleer tesislerine yönelik ağır bir İsrail saldırısı ve artçı şoklarını da ekleyelim. Kendisiyle alakalı olmasa da, bir başka ülkenin bu askeri hareketi karşısında, ABD’nin Ortadoğu’dan çıkma noktasında gösterdiği tüm askeri ve politik hareketlerin kesintiye uğrayacağı düşünülebilir. Zira İsrail’in varlığına yönelik tehditler önemsenmeyebilir, ama direkt İsrail’in gireceği bir savaş Amerikan politikaları açısından mutlak bir şekilde önceliğe sahip olmak zorundadır.
Elbette böylesi bir olasılık gerçekleşir ise, bunun radikal etkilerinin Uzakdoğu bölgesinde de yaşanacağını söyleyebiliriz. Zira Çin daha rahat bir hareket alanı bulacak, Kore, Japonya, Tayvan ve diğer birçok müttefik ülke de yeni kaygılar ve hassasiyetler geliştirecektir. Örneğin Çin, İran’ı kullanarak savaşı tırmandırmak ve bölgeye yaymak noktasında tereddüt etmeyebilir. Sonuç İran’ın toptan feda edilmesine yol açacak olsa bile. Zira globalleşme aslen, dünyanın bir köşesindeki krizin, diğer köşesinde fırsata dönüşmesi demektir.
Gördüğünüz gibi artık askeri hareketler ve politika arasındaki sınırılar oldukça bulanıklaştı. Birine diğerinin başka araçlarla devamı yaklaşımı da geçerliliğini yitirmeye başladı. Yeni kabuller ve yeni planların devreye girdiğini görüyoruz. Türkiye için Yunanistan eliyle kurulmaya başlanan tuzak misali.
Bu kaynaksız ve amaçsız ülke, Türkiye korkusuyla konsolide ediliyor. Askeri bir harekâta zorlanarak feda edilmek isteniyor. Ordusu donatılıyor ve yenileniyor. Çeşitli askeri barajlar kuruluyor, sınırlar çiziliyor. Örneğin ABD diyor ki iki ülke havada ve denizde savaşabilir ama karada savaşamaz. Ben Dedeağaç’tayım ve kuvvetle varım. Beni çiğnemeden Yunanistan’a ulaşamazsın. Havada her yerde çatışabilir ve her meydanı hedef alabilirsin ama Girit’i denklem dışı bırakmak zorundasın. Çünkü ben de oradayım ve kuvvetle varım. Hatta İsrail’i de getirdim yanıma. Buraya dalarsan duyarsız kalmayacağım. Eh, iki ülke arasında gerçekleşecek topyekûn bir savaşa limit koyamayacağınıza göre. Koyarsanız ve yerse savaşın durumu ne olur?
Tüm bu ABD öncülüğünde gerçekleşen askeri ve politik çabalar, planlamalar, yeni bir yapılanmanın felsefi kimlik değişimini işaret etmektedir. Artık askeri güç, politik güçle eşit belki de üstün durumdadır. Birçok bölgede vekiller dışında, direkt müdahaleyi de gerektirecek bir yapıya evrilmektedir. Bunun temelinde de çok katmanlı bir tolerans ölçüm mekanizması yatmaktadır.
Askeri konularla oldukça küçük yaşlardan beri ilgilenmiş birisi olarak, eskiden şöyle bir düşünceye sahiptim. Sadece nükleer başlıklı kitle imha silahları değil, konvansiyonel silahların da oluşturduğu bir dehşet dengesi vardı. Zira savaş denen şey, ciddiye alındığında geçmiş savaşların tamamından çok daha yıkıcı ve gaddar olacaktı. Bu sebeple ülkeler arasındaki savaşın, ancak bir zincirin tetiklenmesiyle gerçekleşebileceği düşüncesindeydim. Mesela Japonya ve Rusya savaşır ise, Çin Tayvan’ı işgal etmeye cesaret edebilir. Ya da Rusya (o zamanki adıyla Sovyetler) Avrupa boşluğuna girerse, Çin de Sibirya’ya doğru ilerlemeye imkân bulabilir. Zincir de benzeri şekilde tüm dünyadaki potansiyel alanları içerecek ve çatışmaları tetikleyecek biçimde büyüyebilir.
Elbette bu liseli genç düşünceleri üzerinden çağlar geçti ve dünya ciddi anlamda değişti. Fakat o genç yaşlarda da olsa felsefi açıdan doğru bir noktayı yakaladığımı fark ediyorum. Zemin değişince tüm planlar ve hareketler değişir.
Dikkat ettiyseniz günümüzün tüm askeri ve politik hareketleri temelde, zemini kendi lehine değiştirme, olayları kendi seyrine yönlendirme amacına matuf gerçekleşmektedir. Bu kapsamda İsrail’in olası İran saldırısı da, çok önemli ve güncel bir durumdur. Zira ancak bu seviyede majör bir hareket sonrasında İran Basra körfezini kapatabilir. Bu kapanış da ABD’yi direkt çatışma ortamına sürükleyebilir. (Türkiye açısından oluşacak risk ve fırsatları konu dışında bırakıyorum.)
Açık konuşacağım. Dünyadaki askeri, politik, ekonomik, teknolojik vb. tüm güç unsurlarının mücadele ettiği vadi, derin bir sis ve duman katmanı altında kalmıştır. Evet, kurtlar puslu havaları sever. Ama bunun sebebi puslu havalarda yollarını bulacak, hedeflerine ulaşacak biçimde donatılmış olmalarıdır. Bu nedenle ülkemizdeki düşünce kuruluşlarının desteklenmesi ve güçlenmesi elzemdir.
Bu sebepledir ki bundan sonra sizlerle STRASAM yazılarıyla buluşmak arzusundayım. Bazen okuduğunuz gibi askeri -politik makalelerle, bazen detaylı askeri konularla, bazen bilgi ve iletişim teknolojileriyle bazen de farklı hususlarla karşınıza çıkmak arzusundayım. Düşünce ufkumuzun gelişmesine ufacık bir parça da olsa katkıda bulunabilirsem ne mutlu bana. Saygılarımla…