Site İçi Arama

dinfelsefe

Din-Devlet İlişkileri ve Hilafet Meselesi (2)

Hanefî-Maturidî-Yesevî çizgide Türkistan Müslümanlığını temelini oluşturan âlimleri ve klasikleşmiş eserlerini hareket noktası olarak günümüzdeki sorunlara mutlak çözüm önerileri üretecek şekilde bir varış noktası olacak bir okuma yapmadığımız hususunda biraz daha açıklama yapmak gerekir.

Hanefî-Maturidî-Yesevî çizgide Türkistan Müslümanlığını temelini oluşturan âlimleri ve klasikleşmiş eserlerini hareket noktası olarak günümüzdeki sorunlara mutlak çözüm önerileri üretecek şekilde bir varış noktası olacak bir okuma yapmadığımız hususunda biraz daha açıklama yapmak gerekir. Şöyle ki:

Bu okuma ve yorumlama süreçleri ne bir yeniden doğuş/Rönesans ne de yeni-olanın doğuşu içindir. Değilleme yöntemiyle söyleyecek olursak, Türk Tarihi hakkındaki yazılanları tarihsici/totatiter/selefi yöntemle günümüze taşımak ve/ya günümüz kavramlarını temellendirmek için geçmişin son derece seçmeci, çarpık ve yaratıcı bir okumasını yaparak whiggsci/modernist yöntemi kullanmak da değildir. Biz, Çorum İlahiyat Fakültesinde Doğu/ ve Batı karşıtlığı üzerine değil, Türkistan’dan getirilen İslam tasavvuru ile diyar-ı Rum diye nitelenen Anadolu’da bulduklarımızı, bunların Selçuklu-Osmanlı döneminde yeniden üretilen yorumlama sürecini anlamaya çalışıyoruz. Bu nedenle Atayurttan getirdiğimiz kültürel birikimin Fatih Sultan Mehmet ile bir dünya kültürü haline gelmesini, kırılma noktalarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin muasır medeniyet seviyesini aşma hedefini tikel/tekil –tümel ilişkisi bağlamında inceliyoruz.[1] 

Bu süreçte incelenen ve hareket noktası olarak seçilen metinlerin önceki kültürel birikimin özümseyip döneminin sorunlarına çözüm üretmek için üretildiğinin farkında olarak şanlı tarih sendromuyla abartılı bir idealleştirmeye girmeden tahlil yapmaya çalışıyoruz.

Bu noktada ısrarla Doğu-Batı ikilemine düşmeden ve gerekli bir öteki konumuna düşmeden “muasır medeniyet” hedefini aşma imkanını müzakere ettiğimizi belirtiyoruz.  Dolayısıyla “... kendilerine dönülen eski metinlerde insanın kamusal varoluşunu, bireyselliğini ve toplumla olan yaratıcı ilişkilerini geliştirmesine imkân verecek fikir ve nosyonların tikel olarak mevcut” olduğunu ve Osmanlı’nın özellikle Fatih ile birlikte Doğu-Batı ayrımının kalktığını ve tümel değer haline gelmeye başlamasının önemini vurguluyoruz. [2]

Bu çerçevede tarihsel olayları betimleyip anlamaya çalışırken özgül/tikel olay ve tekil şahsiyetler üzerinde odaklaşıyoruz, olay yorumlarının belirli bir görüş açısıyla yapıldığının bilincinde olarak eleştirel okumaları deniyoruz. Yorumların bütün kayıtlarla birlikte anılsa bile denetleme sorunu olduğunun farkındayız. Bununla birlikte bir “görüş açısını” temsil ettiği için yorumlar önemlidir, ama tercih edilen yorumun bütün kayıtlarla uyum sağlasa bile denetlenmesinin zor olacağını, bunun bir kısır döngü olduğunu ortadadır. Çünkü aynı kayıtlar da çok farklı bir yorum imkânı da bulunabilir ama bu, her yorumun aynı değerde olduğunu göstermez.

Burada amaç köklü nitelikte farklı bir okuma yapmak ve yorumlamaktır. Platon’u bu şekilde okuyan Popper’in tespitleriyle söyleyecek olursak, her kuşağın kendine özgü dertleri, sorunları ve ona göre de kendi ilgileri, bakış açıları vardır. Dolayısıyla her kuşağın tarihe eski neslin bakış açısını tamamlayan bir şekilde bakıp onu yeniden yorumlama hakkı vardır.  Çünkü tarihi kendi sorunlarımızla ilgili bir şeyler öğrenebilmek için inceleriz. Bunu böyle yapmamız gerekiyor, çünkü geçmiş olayları ve tarihsel şahsiyetleri olduğu gibi bize aktaran bir tarih mümkün değildir. Dolayısıyla Gadamer’in dediği üzere, her dönemin kendi yorumunu içinde yaşadığı söylemle birlikte yapması ve tarihsel olay ile bir “ufuk kaynaşması” araması doğaldır. Hatta Popper bunu yapmanın bir yükümlülük olduğunu söyler. “Çünkü gerçekten karşılanması gereken acil bir ihtiyaç vardır. Dertlerimizin geçmişle nasıl bir bağı olduğunu öğrenmek ve ana görevimiz olarak saydığımız sorunları çözmek için hangi yoldan yürümemiz gerektiğini görmek istiyoruz.[3]

Bunu yapmazsak “Hangi sorunlarımızı en acil sayacağız, bunlar nasıl ortaya çıktı ve hangi yoldan giderek onları çözebiliriz?” gibi akılcı bir soru yerine “Nereye gidiyoruz? Tarih bize ne gibi görev verdi?” gibi akıl dışı sorular öncelenir ve tarihsici yorumlar zihin dünyamızda baskın olur. Bu noktada dindeki tarihsici unsurların bir nevi puta tapıcılığa ve yanıltıcı unsurlara dönüşmemesine dikkat edilmelidir. Çünkü din, ne bir piyango biletine ne de bir sigorta poliçesine dönüştürülmemeli; açık bir toplumda yaşamak gibi düşlerin ve isteğe erişmelerin yerine geçmemelidir. Bu anlamda Popper “tarihsiliğin akılcılık açısından savunulamadığı gibi vicdanın önemini öğreten herhangi bir din ile uyuşamayacağını özellikle vurgular. Çünkü böyle bir dinin akılcı tarih yorumunun davranışlarımızdan sonuna dek sorumlu olduğumuzu ve bunların tarihin akışı üzerinde etkili olduklarını ısrarla belirten tutumuyla uyuşması gerekir. Evet, umuda ihtiyacımız var, çünkü umut olmadan bir davranışta bulunmak, yaşamak gücümüzü aşar.”[4]

İşte bu nedenle biz İslam Ahlak Felsefesini üç temel soru/n merkezli; yani özgür irade, sorumluluk ve doğru eylemin imkânı üzerine kurduk. Diğer bir ifadeyle “özgür iradeye sahip olan kişi sorumluluğunu bilir, doğru eylem/salih amel yapar/sa, dünyada huzurlu ve mutlu (tahsilu’s-saade) olur.” Bu açıdan İslam felsefesinin etik-politik olduğunu vurguluyoruz. [5]

Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak dediğimiz tam olarak da bu süreci anlamak ve günümüz felsefi veriler ışığında Türk Tarihi hakkındaki yazılanları okuyarak yeniden özgürlük, adalet ve açık toplum uğruna tikel/tekil-tümel irtibatını kurmaktır. Hareket noktamız, düşünce tarihinde “İkinci öğretici” diye anılan Tarkan sıfatlı Ebu Nasr el-Farabî’nin İlimlerin Sayımı adlı eseridir.[6] 

Çünkü Farabî felsefeyi aslî yurduna son ilahî mesaj bağlamında yorumlayarak getiren filozoftur. Ona göre, felsefe Kaldeliler üzerinden Mısır’a, oradan da Antik Yunan’a geçmiştir. İskenderiye hattı üzerinden Musevî ve İsevî gelenek üzerinden Atina ve Ege şehirlerine taşınan felsefeyi Büyük İskender’in Doğu seferiyle birlikte edinilen birimi Helenistik felsefe olarak okuyoruz. Buna bir de Türkistan üzerinden getirdiğimiz Çin, Hind, Sasanî, Sabiî geleneklerinin farkında ve etkisinde olarak oluşturduğumuz Türkistan Müslümanlığı tasavvuru var.

Bu noktada asabiyetimizi yani birey, aile ve toplumsal varoluşumuzu, medenî/siyâsî aidiyetimizi İbn Haldun’un sebep/ırk ve nesep/din tasavvurlarını merkeze alarak temellendiriyoruz. Böylece Arap-Fars iktidar çatışmasına meşruiyet arayan felsefî, kelamî müzakereler dışında gelişen “Türk Aklı ve Felsefesinin Teşekkül” sürecini takip ederek, jeo-felsefe yapmayı deniyoruz. Çünkü eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, “mukaddes yurt” olarak gördüğümüz Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmalıyız. Yukarıda belirttiğimiz üzere bunun fıkhi boyutunu Ebu Hanife’ye; kelam ve akaid boyutunu İmam Maturidî’ye; halka taşınması kısmını Ahmet Yesevî’ye yönlendiriyoruz.Teknik/pozitif bilimler kısmının araştırılmasının tarihsel temelinin de Birunî ve yöntemini ile olabileceğini vurguluyoruz. [7]

Düşünce tarihimizin bu seçkin zekâlarıyla yolda/ş ettiğimizi, yöntemlerini hareket noktası olarak gördüğümüzü ama varış noktası olarak değerlendirmediğimizi özellikle belirtmek gerekir. Çünkü kendi dönemlerinde oldukça önemli dinî, siyâsî, itikadî öğretiler geliştiren ve dönemlerinde insanların yüreğine hitap eden âlimlerin fikirlerini mutlaklaştırmak ve günümüz eko-politik Şiî-Sünnî çatışmasının bir başka şekli olan Şiî hilaline karşı Sünnî hilali şeklinde bir meşruiyet arayışında olmak tutarsızdır.[8]

Türkiye Cumhuriyeti, laik, sosyal ve demokrat bir hukuk devleti olarak dini değerlere dikkat eder, ama ekonomi-politik bir savaşta dinin ve/ya mezhebin verilerini meşruiyet aracı olarak kullanmamalıdır. Özellikle Irak, Suriye, Güney Azerbaycan da Şiî öğretiye uygun olarak yaşayan Türk(men)leri düşündüğümüz zaman âlimlerimizi hareket noktası olarak görmek ile varış/nihai nokta olarak görmek arasındaki fark netleşecektir.

Bu tür okumalarla, Erol Güngör’ün ifadesiyle, objektif tarih olaylarıyla sübjektif tarih anlayışını mukayeseli ve eleştirel okumalar yaparak mümkün olduğunca birbirine yaklaştırarak sağlam bir tarih şuuru oluşturulabilir. Ulus devletin kurulması aşamasında yapılan hatalı okumalar böylece giderilebilir ve “Milli Tarih Şuuru” oluşturulabilir.  Bundan kasıt, “millete ait tarihin basit olaylar yığını olmadığın, günümüzdeki kaderimizi çizen anlamlı bir zincirin halkaları halinde anlaşılmasıdır.  Çünkü tarih şuuru gerek günümüz gerekse gelecek için önemli sonuçlar doğurması bakımından önemlidir.”[9]

1. Türkistan-Türkiye İrtibatının Kültürel Sürekliliğini Din ve Siyaset Üzerinden Takip Etmek

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam dünyasının her tarafında Batı medeniyetine karşı reaksiyonlar görülmeye başladı. “İslam’ın Bugünkü Meseleleri”ne dair tespitleri hala güncelliğini koruyan Erol Güngör’den hareketle söyleyecek olursak, Müslüman halkların kendi kaderlerini, kendi medeniyetlerini temellerin üzerinde tayin etme çabalarını ifade eden “uyanış”, “diriliş” denilen hadisenin birçok farklı sebebi vardır: Bunlardan en önemlisi, dünyanın enerji krizine düşmesi ve OPEC’e üye olan devletlerin Venezüella ve Ekvator hariç hepsinin Müslüman olmasıdır. [10]

Bu durum tespitine Asya’da petrol ve doğalgaz ve diğer madenlerin merkezlerine sahip yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerini ilave ederseniz, 1980’li yıllarda yapılan bu tespitin hala önemini koruduğunu ve küresel siyasal hareketlerin enerji koridorlarını hâkimiyet altında tutmayı hedeflediğini gözlememek mümkündür. Göngör’e göre İslami uyanışın ikinci nedeni, Batı tesiriyle İslam dünyasına yerleştirilmeye çalışılan siyasi, iktisadi sistemlerin, ideolojilerin iflasla neticelenmesidir. Yönetim tarzı ve adı her ne olursa olsun İslam ülkelerinde Batı tarzında kurulan hükümetler, halklarının siyasal, toplumsal ve dinsel sorunlarını çözememiş, fiili birer oligarşi veya diktatörlük haline dönüşmüşlerdir.[11]

Göngör’e göre, Batı medyası tarafından siyasal İslam, İslamcı, fundemantalist veya radikalist hareketler diye nitelendirilen olgunun bu iflasların sonucunda veya uygulanan politikalara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Din”in bir eylem aracısı (mediator of action) olarak kullanılması riski işte bu tepkisellik bağlamında ortaya çıkmaktadır. Bu durum; Müslüman ülkelerde temel özellikleri çok merkezlilik ve devamlılık olan diriliş ve uyanışı gölgelemektedir, dini yeniden bir eylem aracı ve eko-politik savaşlara meşruiyet sağlayıcı konumuna düşürmektedir.[12]

Enerji üretim ve arz merkezlerinin tamamına yakını Türk ve Müslüman halkların olduğu yerler olunca ve çatışmaların temelinde eko-politik gerekçeler olduğu gerçeği karşısında Türkistan-Türkiye irtibatının güncellenmesinin önemi daha da artmıştır. 1989-1991 yıllarında yaşanılan gelişmeler karşısında kadim medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerindeki Türkistan’daki kardeş devletler bağımsızlıklarına kavuştular. Artık dünya siyasal arenasında altı Türkçe konuşan devlet vardır. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte özgürlüklerini kazanan Türk halkları, bir zamanlar medeniyet mihveri olan İpek yolu üzerindeki ekonomi politik önemlerden dolayı bütün dünyanın ilgisini çekiyor. Özellikle Türkmenistan zengin doğal gaz kaynakları yüzünden büyük devletlerin çekim merkezi konumundalar. İran ve Türkiye; diğeri Afganistan üzerinden iki açılım projesi üzerinde çalışıyor yıllardır.

Türkiye, tarihsel birikimi ve sürekli devlet geleneğiyle yeni enerji hattı olan ipek yolunda bulunan Türk devletlerinin dünya pazarlarına açılması yönünde önemli projeler geliştiriyor: Bakü-Ceyhan; Mavi Akım (Samsun), Şahdeniz Doğal gaz projesi, Nabucco boru hattı projeleriyle Oğuz boylarının denizlere açılan kapısı olma yolunda ilerleyen Türkiye’nin konumu Çin Pekin şehrinden kalkan yük treni Marmaray’dan geçerek Londra’ya ulaşacak olmasıyla iyice belirginleşmektedir.  [13]

Bunu gerçekleştirilmesi UNESCO’nun kararıyla 1988 yılında Büyük İpek yolu: Milletlerin Diyalog Yolu- başlığıyla ilan edilen projenin hayata geçirildiğini gösterir.  O halde, eğer, düşmanlık ve savaşın tahripkâr güçlerine karşı koymak için muhtelif ülkelerin ve milletlerin, siyasi sistemlerinin ve ideolojilerinin barış içerisinde inkişafı yolunda bütün insanlığı ilgilendiren bir entegrasyonun gerekli olduğuna düşünüyorsak, öncelikle Türkiye’de birlikteliği, sonra Oğuz/Türkmen İttihadının fikri temellerini güncellemek şarttır.[14]

Bu durumda “İpek Yolu Projesinin Canlandırılması” İsmail Gaspıralı’nın dediğini gerçekleştirmek yani Türk/çe Felsefe ile dil ve fikirde birlikteliğin iş/ekonomide birlikteliğin alt yapısını oluşturulması demektir.[15] Bu noktada aslında bizim göç yollarımız, salt siyasal kargaşalarla izah edilemez, temelde ekonomik açıdan İpek Yolundan pay kapma mücadelesi olarak da okunabilir. Asya’nın kuzeydoğundan ortaları ile batısına intikal eden Türklerin gerek hedef gerekse etkilendikleri medeniyet ise tarihte Çin’den İran’a kaymıştı. Türkler, Pers-İran’ı devre dışı bırakarak Çin ile önce Doğu Roma, ardından Bizans arasındaki ticaretin aracı olmayı hedeflemişlerdi. Bu ticaret, Avrasya medeniyet ekseninin iki ucu arasındaki mal, tavır, hüner, zaanat, fikir ile zihniyet değiş tokuşuydu.

Günümüzde duruma bakınca; yaklaşık bir buçuk milyar nüfusa sahip ve hızla büyüyen ekonomisiyle Çin’in doğalgaz, kömür, altın, bakır açısından zengin olan bölgeye hâkim olmak için Gwader liman kentine büyük yatırımlar yapması, İran ve Hindistan üzerinden Batı’ya ulaşmaya çalışmasını hatırlayınca, Yemen’de kavganın Şiî-Selefî savaşı adı altında tarihten bu yana etkin olan Basra ve Hürmüz Körfezleri ile Aden limanı üzerinde yoğunlaşma gerekçesi de ortaya çıkar. Yemen de Suudî Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Şiî-Zeydî Husîlere karşı mücadele ettiklerini iddia ederken Aden limanı üzerinde anlaşamadıklarını ve birbirleriyle çatıştıklarının gerekçesi de ortaya çıkar. İran’ın gerek bu bölgede gerekse Körfez merkezli Arap dünyasında yüzyıllardır hâkim olma projelerinde Şiiliği nasıl bir savaş aygıtına dönüştürdüğü de ortaya çıkar. Aşağıda Hilafet tartışmasında Yavuz Sultan Selim kısmında bu konuya tekrar döneceğiz, şimdi tekrar Türkistan-Türkiye irtibatı ve kültürel sürekliliğinin felsefi temellendirmesi çabamıza bir sonraki yazımızda değineceğiz.

 

(Devam Edecek)

 

 

[1]İlk önce Niğbolu savasında (1396) Haçlıları yenen Yıldırım Bayazıt’a Abbasi Halifesi tarafından verilen unvan.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u ele geçirince kendine Kayser-i Rum sıfatını da ilave etti. Torununun oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı Birinci Fransuva'ya gönderdiği mektubunda kendisini şöyle tarif eder: "Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rum ilinin, Anadolu'nun, Karaman'ın, Rum'un ve Zü'l-Kadriyye vilayetinin ve Acem 'in ve Diyar-ı Bekr 'in ve Azerbaycan 'ın ve Şam 'ın ve Haleb 'İn Ve Mısır’n, Mekke 'Nin Ve Medine'nin, Kudüs'ün, Külliyen Diyar-ı Arab'ın ve fetheylediğim nice diyarın Sultanı ve Padişahı: Bağdatta Şah, Mısırda Sultan Bizans’ta Kayzer Sultan Bayezit Han Oğlu Sultan Selim Han Oğlu Sultan Süleyman Han’ım," Mektubun özgün hali için bkz. http://cihanhukumdari.istanbul.edu.tr/Kanuni-Sultan-Suleyman-Fransa-Krali-Fransuva-Mektup.html

https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/ben-ki-hakanlar-hakani-sen-ki-fransa-vilayeti-krali-fransuvasin/228408

[2] Mevlüt Uyanık, “Çağdaş İslam Düşüncesinde Tarihsellik ve Evrensellik Sorunu”, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunması, edit.:M.Uyanık, Fecr yay., Ankara 2017, s.175-234, Whiggsh’ci okuma için bkz.  “Gelenekselci Akım ve İlerleme Düşüncesi,”Modernizm ve Gelenekselcilik Arasında Din, edit.:Ş.Öçal, C.Özyurt, Hece yay., Ankara 2013, s.144 vd.; Doğancan Özsel, “Devlet Destekli Bir Ölü Diriltme Ayini: İslâmi Rönesans Çabaları” https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8952/devlet-destekli-bir-olu-diriltme-ayini-islami-ronesans-cabalari?fbclid=IwAR0OQH8vc4dwRHuUXN8ojC4YJPup2Je6-QTKhDhyleL1lVkzP7qx0KTJY78#.XcKraJozaUm; https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8987/islami-ronesans-cabalarinin-jeopolitigi?fbclid=IwAR3ArbfBME8JjYjxUbWytjCXHSBJGB10mvQccqPWOywbb7a1Yawos1a_bMs#.XcQdqVczaUm.

[3] Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, (Tarihin Bir Anlamı Var mıdır?”, çev.:H. Rızatepe, Remzi Kitapevi, İstanbul 1994, s. 226-232. Uyanık, Tarihsellik ve Evrensellik Sorunu, s. 212 vd.

[4] Popper, a.g.e., s. 234-243.

[5] M.Uyanık, A.Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, Elis yay., Ankara 2018, s. 183-425.

[6] M.U, Aygün Akyol, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesinin Hareket Noktası Olarak Farabî  ve İhsau’l-Ulum Adlı Eseri”, Ebu Nasr el-Farabî, İlimlerin Sayımı, Telif ve Tercüme, Aygun Aykol ile Elis yay. Ankara. 2017, s.13-73.

[7] Mevlüt Uyanık, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: İslam Felsefesinin Günümüzdeki Anlamı Üzerine Bir Deneme, İslamiyat Dergisi, cilt, 8, sayı 4,  2005,  s.57-78; Ebu Nasr el-Farabî, İlimlerin Sayımı, Telif ve Tercüme, Aygun Aykol ile Elis yay. Ankara. 2017, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesinin Hareket Noktası Olarak Farabî ve İhsau’l-Ulum Adlı Eseri” adlı makale, aynı eser, s.13-73.

[8] Bkz. Bayram Sinkaya, “Şii Ekseni Tartışmaları ve İran”, https://www.academia.edu/228584/%C5%9Eii_Ekseni_Tart%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1_ve_%C4%B0ran

[9] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken yay, İstanbul 1995, s.75,  86.

[10] Güngör, Erol.  İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul 1993, 8. Baskı, s.18 .

[11] Güngör, a.g.e, s.20-23.

[12] Güngör, a.g.e, s.19-20, Mevlüt Uyanık, “Arap Baharının Mezhepçilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi”, Eski ve Yeni Dergisi, sayı:25, 2012, ss. 84-93, İslam demokrasi ve Şiddet Bağlamında Köktencilik Kavramının Tahlili: http://www.haberlotus.com/2012/01/21/islam-demokrasi-ve-siddet-baglaminda-koktendincilik-kavraminin-tahlili/ , Arap Dünyasında Dönüşümler: Yemen, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, yıl 5, sayı.18, 2011/3, Ankara. Memur Sen, ss. 28-42; Demokrasi, Değerler ve Eğitimi Üzerine Felsefi Notlar, Eğitime Bakış Dergisi. Eğitim Bir Sen, yıl.6, sy.18.2010. s.39-42, “Din Hegomonik Bir Siyasetin Aracı Olamaz”, Siyasi, Tarihi, Dini ve Kültürel Boyutlarıyla İslam ve Şiddet, edit.: M. Türköne, Ufuk yay., İstanbul 2007, s.43-63.

[13] China Railway Express, Çin'den başlayan yolculuğunu Hazar Geçişli Uluslararası Ulaştırma Güzergahı "Trans-Caspian International Transport Route (TITR)" üzerinden gerçekleştirecek. Elektronik aksam taşıyan, 42 adet 76 metreküp yükleme hacmine sahip konteyner yüklü vagondan oluşan tren Kars üzerinden Türkiye'ye giriş yaptı. Yaklaşık 850 metre uzunluğundaki China Railway Ekspress, 6 Kasım'da saat 14.30'da Bakan Turhan tarafından karşılanacak. "Tek Kuşak Tek Yol" projesi kapsamında tarihi Ankara Garı'nda tören düzenlenecek karşılama törenine, Çin ve bölge ülkelerin yetkililerinin de katılması bekleniyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan iş birliği ile 30 Ekim 2017'de işletmeye açılan ve "Orta Koridor"un en önemli halkasını oluşturan Bakü-Tiflis-Kars (BTK) demiryolu hattının verimli kullanımı için bölge ülkelerinin önemli iş birliğine imza attığını anlattı. Kazakistan-Hazar Denizi-Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye parkurunda blok konteyner treni seferlerinin bölge ülkeleri arasındaki ticaretin güçlenmesine katkı sağladığını dile getiren Turhan, Çin'in Xi'an şehrinden hareket eden yük treninin, Kazakistan, Azerbaycan, Gürcistan'ın ardından Kars üzerinden Türkiye'ye giriş yaptığını bildirdi. Turhan, Demir İpek Yolu üzerinden Marmaray Tüp Geçidi'ni de kullanacak trenin, Bulgaristan, Sırbistan, Macaristan ve Slovakya'yı geçerek, Prag'a ulaşacağını ifade etti."Çin'den Avrupa'ya kesintisiz gidecek ilk yük treni, Marmaray'ı da kullanarak Avrupa'ya ulaşacak ilk yük treni olarak tarihe geçecek." diyen Turhan, söz konusu trenin Türkiye'de Ahılkelek, Kars, Erzurum, Erzincan, Sivas, Kayseri, Kırıkkale, Ankara, Eskişehir, Kocaeli, İstanbul (Marmaray) ve Kapıkule (Edirne) güzergahını kullanacağını sözlerine ekledi. https://www.sabah.com.tr/ekonomi/2019/11/04/cinden-avrupaya-gidecek-ilk-yuk-treni-6-kasimda-ankarada

[14] Mevlüt Uyanık, “Küreselleşme Olgusu ve İpek Yolu Medeniyetinin Yeniden Dirilişi”, Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı.18-19 (2013) s.104-131; “Türk(men)lerin Birliği”, www.corumhakimiyet.net 27.12.2006.

[15] İsmail Şık, Gaspıralı İsmail Bey”, Çağdaş İslam Düşünürleri, edit: K. Sözen, A.K.Yılmaz, S.Yılmaz, Divan Kitap, İstanbul 2017, s.245-256; Yavuz  Akpınar, “ İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası”, Türk dünyası Kültürel Degerleri Uluslarası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, editör Burhan Sayınır Eskişehir  4-8 Kasım 2013 Türk Dünyası  Kültür başkenti Ajansı, s. 371. İsmail Şık, Gaspıralı İsmail Bey”, Çağdaş İslam Düşünürleri, edit: K. Sözen, A.K.Yılmaz, S.Yılmaz, Divan Kitap, İstanbul 2017, s.245-256Mevlüt Uyanık, “Türk Dünyasının Birliği ve Türk Medeniyetinin Yeniden Dirilmesinde Dinin İşlevi”, İlesam Dergisi, Yıl 2, Sayı 8, 2017, s.38-52.

Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Tüm Makaleler

  • 18.10.2021
  • Süre : 5 dk
  • 1483 kez okundu

Google Ads