Din-Devlet İlişkileri ve Hilafet Meselesi (3)
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliğinin takip edilmesin şarttır, çünkü Fars ve Arap Akıllarının dini verileri meşruiyet aracı olarak kullanmadan bir öğreti geliştiren Türk Aklını ve ortaya koyduğu felsefi/siyasi tutumu güncellemek gerekir.
Öncü Şahsiyetlerimiz:
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliğinin takip edilmesin şarttır, çünkü Fars ve Arap Akıllarının dini verileri meşruiyet aracı olarak kullanmadan bir öğreti geliştiren Türk Aklını ve ortaya koyduğu felsefi/siyasi tutumu güncellemek gerekir. Biz bu sürecin din ve siyaset irtibatı/ilişkisi çerçevesinde incelenmesini Tuğrul Bey, Sultan Alparslan, Osman Bey, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Mustafa Kemal Atatürk’ü simge siyâsî şahıslar olarak alıyoruz.
Erol Güngör bu sürekliliği şöyle anlatır. “Bizimle çağdaş milletler içinde hiçbiri aynı ülkede veya çeşitli yerlerde bin yıllık bir devlete sahip olmuş değildir. Bize bu ülkeyi ve devleti Selçukoğulları'nın idaresi altındaki Oğuzlar kazandırdı. Bugünkü Türkler Alparslan'la birlikte ve ondan sonra Anadolu'ya, daha sonra da Rumeli'ye gelen Oğuzlar'ın torunlarıdır; Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti de Selçukoğlu Tuğrul ve Çağrı beylerin kurduğu devletin bir devamı olmuştur. Fakat bu devamlılıktaki sırrı iyi kavramak lazımdır. Osmanoğulları'nın siyasi dehası olmasaydı belki Anadolu Türk devleti de tıpkı Cengiz imparatorluğu veya Timur Bey'in imparatorluğu gibi dağılıp gidecekti ve belki biz bugün Doğu'da kalan amca çocuklarımızın kaderini paylaşacaktık” der.[1]
Simge liderlerimizi ana hatlarıyla verecek olursak, Tuğrul Bey, Arap ve Fars akıllarının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarının dışında gelişen Türk aklı ve Müslümanlık tasavvurunun ortaya konulması açısından önemlidir. İktidar çatışmalarını dini tasavvurlarla meşruiyet sağlamak için “seyyid” kavramıyla Hz. Muhammed (sav) uzanmayı deneyen Fatimî/Şiî ve “imamlar Kureyşt’en olur” sözü ile iktidarına meşruiyet sağlayan Abbasî/Sünnî hilafet kavgalarının dışında gelişen Türk Devlet geleneğinde din ve devlet ilişkilerini özerk bir şekilde temellendiren Tuğrul Bey, önemli bir hareket noktasıdır. Sünnî düşünce modeli içinde kalıp, dini değerlere önem vermekle birlikte meşruiyeti için “Büyük Türk Tarihi” hakkındaki yazıtları merkeze alan bu bakış açısının temellendirilmesi ve yaygınlaştırılması bize göre Tuğrul Bey ile olmuştur. [2]
Türklerin Müslüman olmaları oldukça karmaşık ve uzun araştırmalara ihtiyaç duyan siyâsî sosyal ve kültürel boyutlara sahiptir. Bununla birlikte yaşadıkları coğrafyada Sünnî İslâm’ın kurumsallaşmış siyaset geleneği, sistematik bir hukuk düzeni ve yazılı bir teolojiye sahip bulunması, kısaca çağın bir Müslüman devletinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapılanmanın imkânını sunduğu bir gerçektir.[3] Buna rağmen doğrudan incelediğimiz soruna yönelirsek Büyük Selçuklu Devletinin ilk Sultanı (940-1063) Ebu Talip Muhammed b. Mikail b. Selçuk nam-ı diğer Tuğrul Bey’in (993-1063) devlet olarak Abbasî Halifesi Kaim bi Emrillah’ın yanında yer alıp Büveyhioğulları devletine son verdi. Halife, Tuğrul Beyin başarısı üzerine onun istediği unvanları verdi ve kurduğu devleti (438/1046-47) tasdik etti. Ramazan 1047/ Aralık 1055 yılında Bağdat’a gelmeden halifenin emri ile Tuğrul Bey’in adı hutbelerde zikredildi. [4]
Şiî İsmailî Buvehyî (Fatimî) söylemine karşı Sünnî temellere göre eğitim veren Nizamiye medrese/üniversitesini kurması, buralarda felsefe din ve temel bilimlerin bir arada okutturması son derece önemlidir. Günümüz İlahiyat Fakültelerinin temeli buraya kadar gider ve dünyada ilk devlet üniversitesi de denilebilir. [5]
İkinci önemli simge siyasetçi Sultan Alparslan olup, Anadolu’nun fethiyle Türkleşmesi ve İslâmlaşması ve günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin misak-ı millî sınırlarının çizilmesi ve Anadolu’nun yurt edinilmesi açısından önemlidir.[6] Milli tarihimiz açısından Malazgirt zaferiyle 11 asırda Anadolu’da Selçuklular bir dinî diriliş (Rönesans) başlattılar. Ama bir yanda Moğol, diğer yanda Haçlı hücumları, içteki saltanat çatışmaları yüzünden bu hareketlenme çabuk söndü.[7] Bununla birlikte Türkler hanedan ve rejim değiştirmekle birlikte sürekli devlet kurmuşlar daima bağımsızlıklarına önem verdikleri için dini ve milli kültür de her daim bu ortamlarda yeşermiştir. [8]
Osman Bey, Moğol saldırılarıyla dağılan Anadolu Selçuklu Devletinde, beyliğini bir devlet haline getirmesi açısından önemlidir. Farabî’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, medeni ilimlerde küçük site/devlet kurması, Türk devlet geleneğinin devam ettirilmesi açısından bağlamında ayrıntılı incelenebilir. Bu noktada Yavuz Sultan Selim hakkında bilgi vermek gerekir ama ayrıntılı olarak.
Fatih Sultan Mehmet’in Anadolu Türk Birliğini sağlaması, İstanbul’u fethederek Osmanlıyı bir dünya devleti haline getirmesi önemlidir. Farabî’nin siyaset felsefesi bağlamında söyleyecek olursak Osman Bey’in kurduğu site devletini orta ölçekli devletten dünya devletine dönüştürendir. Nizamiye medresesinin devamını Fatih külliyesi ile devlet üniversitesini bir dünya markası haline getirmiştir. Nurettin Topçu’nun tespitiyle “Kılıç Arslan[9] ve Alparslan ile başlayan Anadolu’nun Türkleşmesi/Müslümanlaşması Fatih’in bize bıraktığı miras Konstantiniye’nin fethedilerek İslâmbol’a çevrilmesinin felsefesini ve Türk Ruhu’nu gençlere iyice anlatmak gerekiyor.”[10] Bunu gerçekleştirdiği için Osmanlı Devleti uzun süre Batılılara karşı İslâmiyet’in hamisi oldu.[11]
Tuğrul Bey ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmet ile zirvesine ulaşan Din ve Devlet ilişkilerinin düzenlenmesi Türk Tarihinde artık kurumsallaşır. Çünkü Fatih, Papalık ve Şia’nın imamlık nazariyesi gibi bir kutuplaşmaya izin vermeyeceğini Şeyhü’l-İslâmlığı Bizans Patrikliğinde olduğu gibi kendisine bağlı bir kurum haline getirmiştir. Onu tayin ve azil yetkine sahip olması, A.Y.Ocak’a göre Osmanlı devletinde hem devlet ve siyasetin hem de İslâm’ın en üst temsilcisi mevkiine Osmanlı sultanı yerleşmesi demek olup, bağımsız bir manevi otorite merkezi oluşturmanın önüne geçilmesiydi.[12]
Bu konuda farklı düşünen ve Hilafeti devralmaya rağmen Osmanlı’ın teokratik bir devlet olduğu söylemenin tutarlı bir tarafı olmadığını belirten Güngör, dini değerlere dikkat etmek ile din adına karar vermenin farklı olduğunu özellikle belirtir. Burada Ocak’ın dediği anlamda İslâmiyet’in en üst mevkiinde olması, Şeyhu’l-İslâm’ı kendisine bağlaması, dini konularda karar vereceği anlamına gelmez. Ayrıca Osmanlı sultanlarının hilafeti siyaseten kullanmaya da uzun yıllar hiç ihtiyaç duymadıkları da unutulmamalıdır.[13] Buna ilaveten Fatih bir sanat Rönesans’ına hazırlık yaptı. 2. Bayezid bu Rönesans’ın ilim sahasında temellerini kurmaya çalışırken imanlı milliyetçilik davası ortaya koyan[14] Yavuz Sultan Selim ise bunu uluslararası alanda ilanı demek olan hilafet tasavvurunu şahsında birleştirir.
Oğuz Türklerinin Kayı boyundan olan bir hanedan artık Tuğrul Bey ve Fatih Sultan Mehmed’in alt yapısını hazırladığı Din ve Devlet ilişkisini seyyid ve şerif gibi unvanlarla kendini Kureyş kabilesine ulaştırmaya resmen hiç ihtiyaç duymayan fiili (de facto) yapıyı hukuki hale (de jure) dönüştürüp bütün dünyaya ilan eder. Zaten Mısır’da Memluklerin gölgesi altında yaşayan Abbasî Halifesinin ne siyâsî ne de dini açıdan bir hükmü bulunmuyordu. Dolayısıyla Arapların Emevi dönemiyle birlikte kendilerine meşruiyet aramak için yöneticilerin tek ve Kureyşten olma şartı tarihte geçerliliğini sürdüremedi.[15] Zaten Türkler, hükümdarlık hakkının kendilerinde olduğuna ilaveten hilafeti de alarak dünya devleti olduklarını Orhun Abidelerindeki “Kut Alma söylemine uygun olarak gerçekleştirdiklerini vurguluyorlardı.
Görüşlerini merkeze aldığımız Erol Güngör, Yavuz Sultan Selim’i dünya çapında bir strateji dehâsı olarak görür. Bu nedenle Yavuz Sultan Selim hakkında biraz daha bilgi vermek gerekir: Memluklu/Kölemen devletinin başkanı olan Sultan Baybars’ın (el-Melikü’z-Zahir Rüknüddin es-Salihi –el-Bundukdari, ö.6761277) bir Kıpçak Türkü olduğunu, köle olarak Eyyübilere satıldığını orada hızla yükselip devlet başkanı olduğunu, Haçlı ve Moğollara karşı özverili bir şekilde mücadele ettiğini, bu bağlamda Anadolu’daki Türk beyliklerine yardım ettiğini, Altın Orda Devleti ile iyi ilişkiler kurduğunu, Osmanlı devletiyle bazen iyi bazen gerilimli olduğunu hatırlamak gerekir.[16]
Konumuzla ilgili olarak Moğollarca yok edilen Abbasi hilafetini yeniden diriltmesine dönecek olursak, Harzemşahlıları gerek Moğolları yenen Baybars’a Sultan Kunduz söz verdiği Halep valiliğini vermedi. Bunun üzerine 1261 yılında onu öldürüp yerine geçmişti. Moğolların öldürdüğü Abbasi Halife Zahir’in oğlu Ahmed’i Mısır’a getirtip Halife ilan ederek gölge bir kişilik altında Arap dünyasında bir Türkün devlet başkanlığına dinsel bir meşruiyet sağladığı görülür. Halife burada tamamen şekliydi, hiçbir otoritesi yoktu, her devlet başkanına menşur vermek zorunda olan biriydi. Sultan Baybars’ın Arap dünyasındaki devletin başındaki bir Türk olarak meşruiyeti sağlamak için hilafeti bir araç olarak kullandığı görülür. Memluklü devletinin Osmanlı’ya yönelik hamleleri Malatya’da kendilerine bağlı olan Dulgadiroğullarını yenmesiyle birlikte hız kazandı. Anadolu’ya yönelik hedeflerini büyüten Memluklülerin Kayseri’ye kadar ilerlemesi, Yavuz Sultan Selim’in rakibi olan Şah İsmail ile Kansu Gavri’nin anlaşması üzerine Yavuz Sultan Selim 1516 yılındaki Mercidabık savaşını kazandı. Ekonomik olarak da zor durumda olan Memlüklüleri Tomanbay toparlamaya çalıştı, Yavuz onunla anlaşmak istedi, itaat ederse Mısır valiliğini vereceğini söyledi. Ama Tomanbay bu teklifi reddedince Yavuz Sultan Selim 1517 yılındaki Ridaniye savaşıyla Memlüklü devletine son verdi. Ardından Halep, Hama, Humus ve Dımaşk ile Hicaz bölgesini ele geçirdi, gölge ve sembolik olan hilafeti uhdesine aldı, kutsal emanetleri İstanbul’a getirdi. Memluklülerin hepsine beraat belgesi vermesi neticede çoğunluğunu Türk olduğunu düşündüğümüzde oldukça makul görülür, ama daha sonraki bölgedeki isyanları tetiklemesinde önemli etken olduğu da söylenilir. [17]
Bunlar İslam dünyasındaki dönemin önde gelen liderleri olan Yavuz Sultan Selim, Timur Han, Sultan Baybars ve Şah İsmail gibi dört Türk liderin mücadelelerinden ibaret olduğunu gösteriyor. Bir de uluslararası boyut vardır ki, Timur’un 1402 yılında Ankara savaşında Osmanlı’yı, ardından Memlüklü devletine yönelik hamleleriyle zayıflayan eko-politik yapıya, bir de Haçlılar, Moğolların saldırılarını eklersek, Sultan Baybars’ın ticaret yolu olarak Kızıldeniz, Mısır üzerinden Avrupa’ya ulaştırma gayretlerinin önemi ortaya çıkar. Bunun için Bizanslılarla da iyi ilişkiler içinde olan Sultan Baybars’ın dönemin sömürge gücü olan Portekizlilerin Yemen’e Kızıldeniz ve Basra Körfezine yönelik saldırılarını bu ekonomi-politik içinde okumak gerekir. Portekizlilerin Mısır’a, oradan da Hicaz’a Mekke ve Medine’ye yöneleceklerinin farkında olarak Osmanlılardan yardım ister. II Bayezid Sultan olma dönemindeki kutlamama ve Cem Sultan tarafında yer almasına kızmasına rağmen mesele stratejik ve dini açıdan önemli olduğu için yardım göndedir ama engellenir. Aslında Portekizlilerin Nil’e paralel kanal açıp Mısır’ı susuzluktan kırmak, Basra ve Hürmüz körfezlerine hâkim oldular (1507). Ardından kutsal mekânlar Mekke ve Medine’ye yönelik icraatları Ebrehe zihniyetinin o dönemindeki simgesidir. 1512-1514 yılları arasında Yemen Aden üzerinden Hicaz bölgesine geçiş için bölge komutanı Portekiz kralından ek yardım ister. Yavuz Sultan Selim’in onların bu stratejilerini boşa çıkartma çabasıyla Mısır üzerine yürümesinde kadim muhalif Safevilerin dönemin sömürgecisi Portekizlilerle anlaşmasının da etkisi olsa gerekir. [18]
Bu okumalar/yorumlar Erol Göngör’ü örnek alarak Türk Tarihini bütüncül bir okumaya tabii tutma çabasıdır. Nitekim Göngür’de Yavuz Sultan Selim’in Suriye, Irak, Mısır ve Hicâz'ın Türk devleti bakımından ne ifade ettiğini çok iyi kavradığını, hattâ Hind Denizi yolunu eline geçirdikten sonra Hindistan'a kadar gitmeyi bile plânladığını söyler. “Ömrü bu projeye yetmiş olsaydı, Türkiye, daha sonraki yıllarda içine gireceği İktisâdi krizi daha baştan atlatabilecekti” der. Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Şiî Sünnî mücadelesini de Türklerin varoluşu açısından son derece önemli görür. Şah İsmail’in Türkçeye vurgusundan hareketle Türklüğünün öne çıkarılmasını tutarlı bulmaz, çünkü bir süre sonra Şah İsmail’in devleti bir İran Devleti olmuş ve Farsçayı benimsemiş, Yavuz’un devleti ise Türkçe’nin yegâne dayanağı olarak kalmıştır. Tabii bunda Yesevi’nin haleflerinin Sünni fıkıh ve kelamî öğretiyi halkın anlayacağı şekilde ve Türkçe ifade etmesinin de etkisini unutmamak gerekir.[19]
Malum olduğu üzere, 1789 yılında değişen dünya ekonomi politik modeline göre artık monarşi yerini Cumhuriyet’e, din merkezli yönetim laikliğe, çok uluslu devlet de ulus devletlere evrilmeye başladı. Bunun ayrıntılı incelenmesi için İpek Yolu’nun medeniyet mihveri olmaktan çıkması, coğrafi keşifler, Rönesans, reform ve aydınlanma süreçlerinin analizi gerekir. [20] Bu çerçevede Tanzimat ile dünya eko-politik paradigmasına uyum sağlamaya çalışan Osmanlı bu bağlamda ilk önce “Üç Tarz-ı Siyaset”in Osmanlılık kavramını gündeme getirilmişti. 2. Mahmud 1808 tarihinde Sened-i İttifak'ı imzalayarak kendi eli ile kendi yetkilerini kısıtlamayı kabul etti. 1839 yılında Tanzimat ilan edildi. Erol Güngör Tanzimat uygulamalarına oldukça eleştirel yaklaşır ama dönemin şartlarını düşününce bir derece de olsa mazur görülebilir, der.[21]
Bize göre aslında bu “Üç Tarz-ı Siyaset”in ilki olan Osmanlıcılığın devreye sokulmasıydı. Bununla zaman kazanırken Harbiye, Tıbbiye ve Mülkîye modernleşmenin üçlü sacayağı olarak görüldü ve yenilikler yapıldı. Bunu arka planında Batı’nın bilgi, bilim ve teknolojiyi kullanmak ve sanayileşmek olduğu, fikrî yenilenme (Rönesans) ile dini yenilenmeyi (reform) gerçekleştirmesi vardı. Dini bir çatışma alanı olmaktan laiklik ile çıkartan Batı, yenidünya düzeninin belirleyicisi olmuştu. Tarihsel olarak bu süreci Viyana kuşatmasına kadar götürebiliriz. 1683 yılında yapılan 2. Viyana kuşatması sırasında Avrupa bilimde Newton düzeyine çıkmış, teknik buluşlar gerçekleştirilmeye başlamıştı. Ticaret ve keşiflerle sömürgecilik artmaya başlamıştı. 1699 Karlofça Antlaşması bizim Batı’nın üstünlüğünün resmen başlangıç tarihidir de diyebiliriz. [22]
Osmanlıcılık siyasetinden sonra Üç Tarz-ı Siyaset’in ikinci aşaması olan İslâmcılık, Hilafetin manevi etkisini güncelleyip kullanılarak hayata geçirildi.[23] Tabii bu uygulamada Türkiye’nin ittifaklarının özellikle Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Rusya’nın Panslavizm öğretisine karşı geliştirilen bir bilinçlilik oluşturma çabasının da etkisi vardı. [24] Türk Tarihi başlıklı eserinde bütün Osmanlı sultanlarını inceleyen Güngör sonuçta “Osmanlı Devleti dört yıllık savaş içinde dört cephede savaştı ve yüzbinlerce evlâdını kaybetti. Aslında çok iyi de savaşıldı. Özellikle Çanakkale'de, Irak cephesinde ordularımız müttefik kuvvetleri yendi. Daha sonra modern Türkiye'nin kurucusu olacak olan Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) Çanakkale savaşlarında albay olarak kazandığı başarı ile ismini duyurmuştu. Türkler Filistin-Suriye cephesinde İngilizlere yenilerek Adana’ya kadar çekildiler ve burada bir savunma hattı hazırladılar. Fakat Almanya'nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılması üzerine Türkiye de bu kötü şartlar altında barış istemek zorunda kaldı. 1918'de savaş bitmiş, Türkiye de bitmişti” der. [25]
Osmanlı Devleti, Balkanlar’da gayr-i müslim, Ortadoğu’da Müslim unsurların bu hareketleri karşısında askerî ve mülkî bürokratlarda gerekli önlemleri almaya çalışması da bir fayda vermedi. Aslında 23 Nisan 1920 tarihinden beri fiilen mevcut olan Büyük Millet Meclisi 1 Teşrisani 1922 yılında Osmanlı Saltanatının ilgasının zarureti hakkında Gazi Mustafa Kemal’in teklifini görüştü. Türkiye bir Cumhuriyet yönetimi olarak 29 Ekim 1923 yılında hukuki şeklini dünyaya ilan etti ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet ilga edilerek, bütün kamuoyuna artık din üzerinden Türkiye’ye yönelik bir tehdide izin verilmeyeceği açıklandı. [26] Diğer bir ifadeyle aslında siyâsî hiçbir gücü kalmayan ve Papalık gibi manevi bir otoriteye dönüştürülmeye çalışılan halifeliğin[27] kaldırılması doğaldı.
Erol Güngör “Türkiye devlet reisinin İslam dünyasının lideri olduğu ve şeyhülislamın da kabine üyesi bulunduğu bir rejimden çıkarak cumhuriyet rejimine girmiştir” diyerek bu geçiş sırasında, ister istemez, eski rejimin temeli sayılan veya onunla yakın ilgisi bulunan müesseseler üzerinde köklü tedbirler alınması bir zaruret olduğunu düşünür. Bu çerçevede vakıfları devletleştirirken, cemaat teşkilatı kurulmasına izin vermeyerek, dini müesseselerin ve din adamlarının devlet yönetimi altına alınmasını normal görür.[28] Günümüzde bu önlemlere rağmen cemaatlerin ve tarikatların dernek adı altında yeniden siyasete eklemlendiğini düşünürsek, alınan kararların tutarlığına rağmen günümüzde bir cemaat kapitalizminin oluştuğu ve tehlikenin hala devam ettiği de söylenilebilir.[29]
Mustafa Kemal Atatürk bu sürecin son simge siyâsî figürü olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ekibin lideri olarak hilafeti ilga eder. Meşveret/istişare görevi demokrasinin bir işlevi olarak [30]Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devredilir. Bu siyasî/fikrî ve kültürel sürecinin son halkası olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında kurulması bu tarihsel sürecin sürekliliğini gösterir. 1789 yılında değişen dünya siyasî paradigmasına yani monarşiden cumhuriyete; din merkezli yapıdan laikliğe, çok uluslu (imparatorluk) yapıdan ulus devlete geçişi sağlaması ve muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedef olarak kurmasının önemi vurgulanabilir.[31]
Görüldüğü üzere, dünyada Türkler sürekli devlet kurmuşlardır. Türkiye Türkleri yeniden bağımsız bir devlet kurmuşlarıyla şimdiye kadar hiç esir olmamış, başka bir dil ve bayrak altında yaşamamışlardır. “Bu kadar uzun bir macerası olan bir millet hala yaşadığına ve yakın zamana kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu yaşattığına göre, her şeyden önce eşi az görülür bir hayat gücüne sahip demektir.”[32] Üstelik bugün Birleşmiş Milletler Teşkilatının millet sıfatını verdiği birçok toplulukları idaresi altında tuttuğu da görülünce onun siyasi ve fikri kültürünün gücü de ortaya çıkmıştır.
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmanın Yerli Ayağı Olarak Erol Güngör
Erol Güngör, Türkiye’nin çok gençte kaybettiği önemli bir âlimdir. O kadar ki alanım adına söyleyecek olursam İslâm’ın Bugünkü Meseleleri ve İslâm Tasavvufu’nun Meseleleri adlı eserleri son derece vukufla yazılmış eserlerdir. Buna ilaveten profesörlük takdim tezi olan Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar Ahlâk Psikolojisi, Ahlâkî Değerler ve Ahlâkî Gelişme (Ötüken yay., İstanbul 1998) ile Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak (Ötüken yay., İstanbul 1997) adlı eseri, Mümtaz Turhan geleneğini devam ettiren ve ülkemizin birikimini sosyal psikoloji alanında değerlendiren yegâne çalışmalardandır.[33]
Türkistan Türkiye irtibatını en iyi temellendiren bilim insanlarında birisi olarak Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme (Paul Hazard, çev. E. Güngör, Tur yay., İstanbul 1981) bağlamında yerli/milli ve manevi değerlerimizi okuyarak tümelleştirmeye çalışmasının takipçisi olmaya çalışıyoruz. Bu nedenle Tarihte Türkler adlı eserini merkeze alarak Din-siyaset ilişkisini ana hatlarıyla incelemeye geçmeden önce niçin Erol Güngör önemli sorusunun cevabını anlamak için hayatına kısaca bakmak gerekir.
1938 yılında Kırşehir’de doğan Güngör, İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesine 1956 yılında kayıt oldu. Muhafazakar gençliğin yetişmesinde isimsiz kahramanlardan birisi olan Fethi Gemuhluoğlu onu Mümtaz Turhan ile tanıştırdı. Mümtaz Turhan’ın önerisiyle aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi'ne geçiş yatı ve burayı 1961 yılında bitirdi.
Aynı yerde Tecrübî Psikoloji asistanı oldu. Bu sırada Türkiye’de yeni bir bilim dalı olan Sosyal Psikolojiye yöneldi. Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield'in Sosyal Psikoloji kitabını Türkçeye çevirdi. 1965’te “Kelâmî (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon” adlı teziyle doktor oldu. [34]
Ziya Gökalp’tan biraz daha yoğun olmakla birlikte Mehmet Akif Ersoy, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Hüseyin Nihal Atsız ve Dündar Taşer gibi âlimlerden etkilenmiştir. 1966'da ABD Colorado Üniversitesinden tanınmış sosyal-psikolog Kenneth Hammond'un daveti üzerine Amerika'ya gitti. Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı. Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü. “Şahıslar arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü” konulu teziyle 1970 yılında doçent oldu.
Akademik çalışmalarının yanı sıra çeşitli yerlerde yazılar yazmaya devam etti. Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle, ilmi yayınlarıyla Türkiye'de sosyal-psikoloji dalını önemli bir saha haline getirdi. Devlet Planlama Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nın çeşitli komisyonlarında görev alan Güngör, 1978 yılında "Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar" adlı teziyle profesör oldu.
Akademik metinlerin yanı sıra yaşanılan sosyo-politik sorunlarla dair gazetelerde kısaca yazılar (fıkra) ve dergilere makaleler de yazmıştır. Yazıları Türk Yurdu, Klinik Sempozyum, Hisar, Türk Birliği Dergisi, Töre, Türk Edebiyatı, Türk Kültürü, Millî Eğitim ve Kültür, Millî Kültür, Konevî, Toprak ve Diriliş dergileri ile Millet, Hergün, Yeni Düşünce, Yeni Sözcü, Yol, Ayrıntılı Haber, Yeni İstanbul ve Ortadoğu gazetelerinde yayınlanmıştır.
Güngör ayrıca 1974-77 yılları arasında Ortadoğu gazetesinin başyazarlığını yapmıştır. 1982 yılında YÖK tarafından Selçuk Üniversitesi’ne rektör tayin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983’te geçirdiği bir kalp krizi sonucunda fiziken aramızdan ayrıldı ama eserleriyle her daim yanımızda olmaya devam ediyor. Onunla Dündar Taşer hakkında söylediklerini aynen kendisi için de geçerli görüyoruz. “Onunla münasebetimizi" devam ettirmenin en iyi yolu herhalde bize öğrettiklerini başkalarına da öğretmek, yetiştirirken yarım bırakıp gittiği gençlerin eğitimini onun bıraktığı yerden devam ettirmek olacaktır.” [35]
Erol Güngör’e Göre Din-Siyaset İlişkisi ve Hilafet
İslâm âleminde din ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl olacağı genelde siyasetçiler tarafından belirlenmeye çalışmasının tutarlı olmadığını, bunu Türk Tarihini bilen aydınların görevi olduğunu belirtmesi makalenin ilk hareket noktasıdır. Çünkü ona göre “Türkler daha ilk Müslüman oldukları yıllardan başlayarak dinle devlet arasında tam İslâmiyet'e uygun bir ayırım yapmışlardır. Türklerde devlet reîsi aynı zamanda dinin de reisi olmuyordu. Öyle olsaydı, siyâsî bir mevkide bulunan insanlar dîni istedikleri gibi yorumlayabilir ve istedikleri uygulamayı yapabilirlerdi. Hâlbuki Türkler dîn konularında hüküm vermeyi devlete değil, siyâsetle hiç ilgisi olmayan âlimlere bıraktılar. Böylece devlet idâresinde bulunanlar dîni kendi istedikleri gibi değil, âlimlerin yorumladıkları şekilde uygulamak zorunda kaldılar. Böylece hangi devlet idâresinin Allah'ın emrettiği gibi adâletli, şefkatli, haksever olup olmadığı konusunda objektif ölçüler kullanmak imkânı doğdu. [36] Bu çerçevede Güngör, ilk önce dini manevî meselelerin çözüm arayışı olarak inceler. Sonra tarihî açıdan yeni bir medeniyet (İslâm ve medeniyet) inşasında dinin rolünü araştırır. Son olarak, toplumsal ve sosyolojik açıdan laiklik ve din irtibatını inceler. [37]
Makale konusuna doğrudan gelecek olursak Güngör, tarihte görüldüğü üzere tek bir halifelik hiçbir zaman olmadığı aynı anda Abbasî, Fatimî ve Endülüs Emevî Hilafetlerinin bulunmasından hareketle tezini destekleyen görüşlere sahiptir. Ona göre, İslâm’a göre hareket eden her siyasî lider, bir çeşit halifedir, yani yöneticidir. Ayrıca İslâm dünyasının tek bir devlet altında birleşmesine gerek olmadığı için, ulus-devletlerin varlığı İslâmiyet ile çelişmez.[38]
Bu çerçevede ümmetçiliği romantik bir hayâl olarak gören Güngör, millî farklılıkları dikkate almayan İslâmcı söylemler, siyasî motivasyonlardan hareket etmektedirler. Pan İslâmcılık ile hilafet arayışları İslâm dünyasındaki milliyetçilik hareketleriyle eş zamanda ortaya çıkar.[39] Bu açıdan II. Abdülhamid’in politikasını İslâmcılık olarak değil de, Batı emperyalizmine karşı bilinçlendirip parçalanmayı engellemek için hilafeti siyaset aracı olarak kullandığı söylenilir. Nitekim A.Y. Ocak’a göre bu politikayı “hilafetizm” diye adlandırmak daha tutarlıdır.[40]
Benzer tutum Güngör’de vardır; temelinde merkezî otoriteyle sorunları olan etnik azınlıkların ideolojisi ve İslâmcılık adına asıl söylemlerin gizlendiği kanaatinin güncelliğini daima koruduğunu belirtir. Bu noktada insanların İslamcılık adına her türlü Arapçılık-Kürtçülük gibi ideolojileri savunup Türk düşmanlığı yapmalarının tutarsızlığını söylemek gerekir. Nitekim Suud kabileciliğinin Osmanlı düşmanlığında nasıl işlevsel hale getirildiğini, daha sonra selefilik adıyla dinselleştirip bütün İslam âlemine yaymalarının ortaya çıkardığı sorunları yaşıyoruz. Bu çerçevede Suud kabilenin Müslüman olma sürecini, Peygamberimiz dönemindeki konumlarını ayrıntılı olarak çalışmak Körfez Merkezli cahili kabileci-patrimonyal yapının İslam alemindeki etkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. Tekrar Güngör’e dönecek olursak, Arabistan ve Balkanlarda yaşanılan travmaları düşününce Türklerin kendi kavimlerini sevmesi, onun yücelmesini istemesi demek olan Milliyetçiliğin İslâmiyet’e aykırı olmadığını düşünür. Burada çokluk içinde birlik anlamında bir mensubiyet duygusu vardır ki, birini diğerinden üstün görmeyi gerekli kılmaz.[41]
Bu aşamada Osmanlı’nın Balkanlar ve Arap Dünyasında yaşanılan kırılmalar, misyonerlik faaliyetleri karşısında İslâmcılık ve halifelik kavramlarının kullanılmasının bir neticede vermediğini de hatırlamak gerekir.[42] Güngör, kavimleri, kültürlerin çokluğu ve farklılığı olarak görür ve temel ilkenin iyilik ve güzellikte yarışmak olduğunu belirtir. Bu anlamda Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle hemhâl olduğunu söyler, burada gözden kaçırılan hususun dini bir kültür meselesi olmaktan çıkıp ideolojiye dönüştürülmesi gerçeğidir.[43]
Bu noktada ilk baskısı 1975 yılında yapılmış olan eserinde günümüzde hala önemli bir sorun olarak bulunan Milliyetçilik, Atatürk Milliyetçiliği veya Kemalizm denilen tasavvurları müzakere etmesi onun sosyal-psikoloji ve felsefe alanındaki vukufiyetini gösterir. Ona göre, “henüz elimizde işlenmiş ve hazırlanmış bir Türk milliyetçiliği görüşü mevcut değildir. Günümüzde ideolojik aşırılıklara engel olmak ve plüralist demokrasinin ayakta kalmasını sağlamak gayretinden başka bir manaya gelmeyen Atatürkçülük bir siyasi tedbirden ibarettir, yani bazılarının Kemalizm adını verdiği ve bir siyasi partinin bayrağını teşkil eden sloganlarla ilgisi yoktur. Bu tedbirlerin başarılı olması elbette Türkiye için hayırlı olurdu, fakat alelacele alınan tedbirlerin veya masa başında icat edilen kurtuluş prensiplerinin ne başarılı ne de uzun ömürlü olması beklenebilir. Bu durumda Türkiye'nin kültürü ve sosyal yapısı üzerinde temellenmiş bir milliyetçilik anlayışı geliştirilmelidir. Bu bağlamda milliyetçilik hakkında ileri sürülen eleştirileri ayrıntılı bir şekilde inceler ve bir medeniyet oluşturulmasındaki yerini tikel/tümel değerler bağlamında inceler.”[44]
İslâmiyet’in Hristiyanlıkta olduğu gibi bir laiklik olmadığını, bunun inanç ve vicdan özgürlüğü açısından önemli olduğunu düşünür. Dinin bir ideolojiye dönüştürülmemesi bağlamında laikliği önemser. Bununla birlikte İslâm’ı kamusal alandan ayırmanın zorluğunu bilir ve dinin hayatın içinden ayrılamayacağını da ileri sürmekte ve devletin dine müdahale etmesinin sakıncalarını da belirtir. Çünkü “Laik bir devlette umumi hayatı düzenleyen kaideler dini hayatı düzenleyen kaidelerden ayrılmıştır; fakat devletin kanunları ile dinin kaideleri umumi hayatı bozacak şekilde birbiriyle çatışamaz. Bizde bu prensip umumiyetle "devletin dine, dinin devlete karışmaması" şeklinde ifade edilegelmiştir. Mamafih, iş burada söylendiği gibi basit ve kolay değildir. Kamu nizamı ile ferdi hürriyetler arasındaki sınır meselesi her zamanın hal ve şartlarına göre yorumlanmakta, objektif bir çözüm tarzı bulunamadığı için”[45] sorunlar güncelliğini korumaktadır.
Türklerin Müslüman olma süreçlerini ve İslâm önceki dini tasavvurlarını ana hatlarıyla inceleyen Güngör’e göre de “Türkler dünyanın idaresinin Tanrı tarafından kendilerine ısmarlandığına inanırlardı. İslâm'a girmekle onlar Allah’ın askeri oluyorlar, ellerine hiçbir yerde bulamayacakları eşsiz bir dayanak geçirmiş oluyorlardı.”[46] Türklerin ilk temasta oldukları Araplar Sünnî Müslümanlığın temsilcileriydi. Yaşadıkları coğrafya Hanefi fıkhı ve Maturidî akaidinin etkisi altındaydı. Yesevîlik bu resmi söylemin halka yansıyan popüler İslâm diyebileceğimiz ve bir süre sonra Tekke İslâmı haline gelen yapısıydı.[47] Dolasıyla Şiîlik ve Bâtınîlik şeklinde gelişen muhâlefet hareketlerine -birkaç istisnâ dışında- katılmadılar. Büyük çoğunluğu Hanefî mezhebini tercih etli ve hep öyle kaldılar. Türkler Peygamber Sülâlesine karşı büyük bir sevgi ve saygı gösterdiler ve Emevîlere karşı Abbasîleri desteklediler. Emevî saltanatının yıkılıp yerine Abbâsîler’in gelmesinde önemli rol oynadılar. [48] Ama yönetime karşı kendi geleneklerini korudular ve Devlet olarak doğrudan mevcut halife’nin kontrolü altına girmediler.
Bu girift meselenin boyutlarını müzakere etmek için Güngör “Büyük Türk Tarihi” üzerinde çalışmalar yapar. Bu konuda oldukça şanslı olduğumuzu düşünür, çünkü “Türk'ün bütün tarihî kaybolsa, sâdece Orhun Abideleri’ne bakarak bu milletin yüksek medeniyetini, devlet kurucu dehâsını, ahlâk ve faziletini, askerî kahramanlığını, devlet ve kanun anlayışını öğrenmek mümkündür.”[49] Nitekim Türk-İslâm düşüncesinin şaheserlerinden ve bizim Türk Felsefesinin kurucu metinlerinden birisi olarak ele aldığımız Dîvân- Lûgai't-Türk adlı eserde, Kâşgarlı Mahmut, Peygamberimizin Türkleri övdüğünü, Dünyâ hâkimiyetinin Allah tarafından Türklere verilmiş olduğunu söyler. Bu yüzden Türklerin dilini öğrenmekte herkes için büyük faydalar bulunduğunu belirtir. Kâmil bir Orta-Asya Türk çocuğu olan Yusuf, hem dönemin doğu ve batı felsefe ve ilmine; hem de Türklük gelenek, görenek ve terbiyesini de tam anlamıyla hazmetmiş, özümsemiş bir âlim olan Kâşgarlı Mahmut bu eseri 1077'de Bağdad'daki Abbâsî Halîfesine takdim ettiğini belirtmesi bana göre bu özgüvenin simgesidir. Bu çerçevede Karahanlılar devrinde yazılan bir başka önemli eser de Karahanlı Saray Nâzın Yûsuf Has Hâcib'in (1075) kaleme aldığı Kutadgu Bilig ve Selçuklu baş veziri Nizamülmülk’in Siyasetnamesi ayrıntılı olarak incelenebilir. [50]
Görüldüğü üzere bu husus bütün Türk geleneğinde zaten vardı, Tuğrul Bey ile birlikte başlayan sürecin Yavuz Sultan Selim tarafından resmen Oğuz Kayı boyunun İslâm dünyasının lideri olarak ilanı olarak düşünüyorum. Nitekim Erol Güngör de Türkler siyâsî hâkimiyete alışkın olduklarını, çok eski bir devlet geleneğine sâhip oldukları için İslâm medeniyeti içine girdikleri zaman bunu kolayca devam ettirdiklerini söyler. İslâm'ın devlet anlayışıyla temelde çatışmadığını söylerken (Sünnî) Müslümanların başında Abbâsî Halîfesi'nin otoritesi olduğunu düşünüp, "Halîfe" tabirini Peygamberimizin “vekili” anlamında kullanıyorlar, hükümranlıklarını sürdürmek içinde bunu kullanmaya devam ediyorlardı. Ama “Hz. Muhammed son Peygamber olduğuna göre, dînî otorite bakımından kimsenin ona vekâlet etmesi düşünülemezdi. Halîfe ancak İslâm devletinin reîsi olarak ona "Halef” olabilirdi. Bunun için de devlet reîsinin İslâm esaslarına göre hükmetmesi yetiyordu.[51]
Kısacası, Müslümanlığa hakkıyla uyan bir Türk ve/yâ başka milletten- hükümdarla Abbâsî Halîfesi arasında herhangi bir fark olamazdı. Aslında Türk hükümdarlarının yaptığı bundan başka bir şey değildir. Önceden beri Türklerde devletin en büyük vazifesi halkını korumak, adâleti yerine getirmek, âsâyiş ve sükûneti sağlamaktı. Törenin hükümleri karşısında Sultanın bile boynu kıldan ince idi. İslâmiyet'ten sonra örfün yanı sıra şeriatın hükümleri de titizlikle uygulanır olmuştur. Bu dikkat sâyesinde herkes canından ve malından emîn bir şekilde yaşardı.
Bu bağlamda ilk dönemlerde kendilerinin hükmetmeye hak ve yetkileri olduğuna dâir Halîfelerden "menşur" aldılar. O zamanlarda Sünnî düşüncede Abbâsî Halîfeleri, kendilerine Şiî/Fatimî hilafetine karşı destek veren Türk hükümdarlarına "Emîr", "Hâkan" gibi ünvânlar verdiler. İlk defa Gazneli Mahmud, sonra Tuğrul Bey "Sultan" ünvânın aldılar. Malum olduğu üzere sultanlık en büyük siyâsî otorite anlamına geliyordu. Zaten Abbâsî Halîfeleri’nin sâdece gelenekten ibâret mânevî bir otoritesi kalmıştı, asıl kudret Türk sultanlarında idi.[52] Yavuz Sultan Selim’in bu fiili durumu hukuki şekle dönüştürmesi önemlidir. Mustafa Kemal’da yeni dünya düzenine uyum sağlayan Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde bunu tamamen kaldırarak nesep üzerinden bir saltanat sürme gereksinimi tamamen ortadan kaldırdı.
Sonuç
Tarihte sürekli devlet kuran Türkler, uzun süre dönemin şartlarına uygun bir şekilde hanedan merkezli farklı siyasi birlikler kurdular. Hanedan ve beylikler şeklinde başlayan bu siyasi birliklerden bazıları kadim dünyanın bir çok yerini ele geçiren imparatorluklara da dönüştü. ed-Din anlamında Tanrı’nın farklı zaman ve mekanlarda aynı temel ilkeleri (Tevhid) farklı dillerde peygamberlere (nebi/resul) gönderdiğini, hiçbir topluluğa vahiy gönderilmeyeceğini düşündüğümüz zaman Mete Han/Oğuz Kaan’dan bu yana dini değerlere öncelik veren yapıları bulunduğu da malumdur. Orhun Abidelerinde yöneticilerin Tanrı’dan Kut aldığı ve bu mesaja göre insanlara adaletle hükmetmeyi vazifeleri gördüğünü düşündüğümüzde bu ilahî boyutun önemi de ortaya çıkar.
ed-Din’in son uygulaması Hz. Muhammed’e gönderilen şekli olan Müslümanlığa geçişleri hakkında bir çok iddia varsa da, önceki dini tasavvurlarına uygun yönlerinin baskın olması nedeniyle kabul ettikten sonra bu dinin hadimi ve hamisi (koruyucu ve hizmetçisi) oldukları bir gerçektir. Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğini din ve devlet ilişkisi bağlamında incelediğimiz zaman Türklerin Fars ve Araplardan farklı bir Müslümanlık tasavvuru olduğu görülür. Fars/İran geleneğinin Hz. Hüseyin üzerinden Kureyş kabilesine; Arapların Kureyş kabilesinin farklı kollarına aidiyetini sağlayarak siyasi hükümranlığına dinsel meşruiyet aramaları Türkler açısından çok anlamlı olmamıştır.
Selçuk Bey ile birlikte başlayan dini değerlere öncelik veren monarşi/hanedan yönetimi, Fatih Sultan Mehmet ile Patriklik ve Şiî Velayet tasavvurlarındaki gibi bir nevi yanılmaz buyrultusu veren bir statü olması engellenmiş, Şeyhu’l-İslam devlet başkanına bağlı bir kurum haline getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim, Arap dünyasında dini ve hukuki bir anlamı kalmayan ve gölge bir kuruma dönüşen Halifeliği devralarak Fatih’in geleneğini bütün dünyaya ilan etmiştir.
Osmanlı’nın dağılmasıyla Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu tarihsel sürekliliği dikkate alarak hilafet/saltanat kurumunu resmen kaldırmış, Şeyhu’l-İslam’ı Diyanet İşleri Başkanı olarak görmüş ve DİB anayasal bir kuruluş olarak ilan etmiştir.
Üniversite öğrenciliğim ve akademisyenliğim sırasında fikirlerinden oldukça istifade ettiğim merhum Erol Göngör’ün de hilafet ile ilgili görüşleri bu doğrultuda olduğu görülmektedir. Türkiye’nin milli tarihinden hareketle milliyetçilik tasavvurunu hayata geçirilmesinde Onun felsefî tahlillerinin yanı sıra sosyo-psikolojik yönlerini açıklaması açısından son derece önemlidir. Bu anlamda Mümtaz Turhan ve Erol Güngör geleneğini takip eden Yılmaz Özakpınar’ın İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü, Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma hakkındaki fikirleri, bir medeniyet teorisi oluşturma çabaları başka bir yazıda ayrıca incelenecektir.
[1] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken yay, İstanbul 1999, s.126
[2] Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken yay, İstanbul 1997, s.92-107, 162, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken yay, İstanbul 1993, s. 149
[3] Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim yay, İstanbul, 2016, s.32-42
[4] Güngör, Tarihte Türkler, s. 169-170, Mehmet Ali Aynî, Milliyetçilik: Tarihte ve Türklerde Din, Millet ve Milliyetçilik, İstanbul 1944, yeni baskı: haz: İsmail Dervişoğlu Kurtuba yay. İstanbul 2011, s. 468-469. M.Altan Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1975, s.1,11, 33-50. Mevlüt Uyanık, Hilafet hakkında bazı genel bilgiler ve yeni Türkiye, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/3609-hilafet-hakkinda-bazi-genel-bilgeler-ve-yeni-turkiye 12.08/2018
[5] Mevlüt Uyanık, “Tarihsiz Okumaların Talihsizliği: Hilafet, İlahiyat-Medrese” http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/3164-tarihsiz-okumalarin-talihsizligi-hilafet-ilahiyat-medrese 11 Mart 2018
[6] Mevlüt Uyanık, Türkiye Cumhuriyeti Kuruluş Dönemi Ve Anadoluculuk Felsefesi -Nurettin Topçu Ve Aksiyon Felsefesi Merkezli Bir İnceleme Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi, 2018, Cilt 1, Sayı 3, s.1-32.
[7] Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh yay. İstanbul 2018, s.103. Haçlı seferlerinin başka kavramlar adı altında hala devam ettiği fikri için bkz. Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken yay, İstanbul 1997, s. 162
[8] Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 173
[9] Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken yay, İstanbul 1997, s.102
[10] Topçu, Yarınki Türkiye, s. 26,36, 44 107
[11] Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 24
[12] Ocak, a.g.e, s. 70
[13] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s.133-136, 145, 149
[14] Topçu, Yarınki Türkiye, s. 103
[15] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 132, 145-149. Yavuz, Abbasî Halifesi El- Mütevekkil ile görüştü, kendisini daha birçok âlimlerle birlikte İstanbul'a gönderdi. Ayasofya Câmii'de yapılan bir merasimden sonra El-Mütevekkil'- in halifelik emânetini Yavuz"a teslim etti. Osmanlılar, Osman Gâzî’nin Oğuz Han torunu olduğunu, Oğuz'un da Nuh’un oğullarından Yâfes neslinden geldiğini kabul ederler. Aynı durum Tuğrul Bey içinde söylenilir. Onların verdiği şecerelerden birine göre Osman Gâzî’den îtibâren Oğuz Han’a kadar varan zincir şöyledir: Osman, Ertuğrul, Süleyman Şah, Kaya Alp, Kızıl Buğa, Bayıntur, Aykutlug, Togar, Kaytun, Sunkur, Bakı, Sugar, Tok Temir, Başak, Gök Alp, Oğuz, Karahan. Buna benzer başka şecereler de vardır. Bunların aslı olup olmadığı şüphelidir, ama anlaşıldığına göre Osmanoğulları kendi soyları hakkında kuvvetli bir şuûra sâhip bulunuyorlardı. Güngör, Tarihte Türkler, s. 259-269, 183
[16] Diplomasiyi iyi kullanan Baybars, Moğollara/İlhanlılara karşı Artın Orda Hanlığı, Suriye’deki Haçlılara karşı da Bizanslılarla anlaşmalar yaptı. Suriye Batinileriyle de mücadele eden Baybars samimi bir Müslümandı, yönetim de Cengiz Han yasasını uygular, düzenli çalışkan bir yönetimi olarak adalete, hak ve hukuka büyük önem verirdi. Dört büyük Sünni mezhebe mensup olanların sorunları çözmek için her mezhebe ait ayrı bir kadı, onların başına da kadı’l-kudat tayinini ilk yaptı. Merkeziyetçi bir yönetim ile Kahire’ye ulaşan yollar yaptı, güçlü bir posta teşkilatı kurdu. İlmi olarak Baybars dönemi son derece verimliydi, Moğol ve Haçlıların zulmünden kaçan alimlere kapılarını açtı, onlara önemli destek verdi. Dımaşk’ta 160, Kahire’de 75 medrese bulunması bunu gösterir. Hadimu’l-Haremeyn sıfatını da ilk o kullandı. Suriye’nin pek çok yerine Türkmenleri yerleştirerek Türk Memlüklülerini çoğaltmaya çalıştı. Türk-Moğol geleneklerine olan bağlılığı Berke Han’ın kızı ile evlendiği ve veliaht olarak ilan ettiği olan tür adını vermesinden bellidir. İsmail Yiğit, Memluktüler” maddesi, TDVİA, Ankara 2004, c.29, 90 vd; Kazım Yaşar Kopraman, “Baybars I” maddesi, TDVİA, İstanbul 1992, c.5, s. 221-222, Süleyman Kızıltoprak, “Memluk” maddesi, TDVİA, Ankara 2004, c.29, s.87-89
[17] Yiğit, a.g.md, s. 93-95, https://islamansiklopedisi.org.tr/memlukler; Amar Elhossary, Memlük Kaynaklarına Göre Yavuz Ve Kanuni Dönemlerinde Mısır Ve Şam’da Çıkan İsyanlar , Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sosyal Birimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2015, s.44 vd.
[18] Yiğit, a.g.md, s. 93, Mustafa Armağan, “Yavuz Sultan Selim neden Memlüklülere savaş açtı?”https://www.sabah.com.tr/yasam/2012/08/12/yavuz-sultan-selim-neden-memluklulere-savas-acti.
[19] Güngör, Tarihte Türkler, s. 274. Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 172 vd
[20] Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurt kültürel sürekliliğini ve medeniyet oluşturma süreçlerini İpek yolunun jeo-politiği bağlamında okuduğumuz zaman göç tarihini bir nevi toplumsallaşma süreci ve millet-tarih ilişkisinin kurulması demek olan “tarih şuuru”nun nasıl oluştuğunu görürüz Mevlüt Uyanık, Küreselleşme Olgusu ve İpek Yolu Medeniyetinin Yeniden Dirilişi, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı.18-19 (2013) s.104-131. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken yay. İstanbul.1986, s. 78-79. Batıdaki reform çabaları için bkz. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.147-148
[21] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 81 vd
[22] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 80, İrfan Çiftçi, “Yirminci Yüzyılda Türk dünyasında Yenileşme Hareketleri” Yeni Türkiye Dergisi, yıl 1/1995, sayı 3,s. 591 vd. Soner Aksoy, “Cumhuriyetle Beraber Sanayileşme” Yeni Türkiye Dergisi, yıl 4/1998, sayı 23-24, s. 3486. Mevlüt Uyanık, “İslam Aklının Eleştirisi” Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, edit: M.Uyanık, Fecr yay. Ankara 2017, s.235-239
[23] Fuat Uçar, “Üç Tarz-ı Siyaset’in Bir Unsuru Olarak İslâmcılık Ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri” History Studies, cilt 10, sayı 4/2018, s. 191-217,
[24] Aynî, Milliyetçilik, s. 302-307, 320-324
[25] Güngör, Tarihte Türkler, s. 425
[26] Aynî, Milliyetçilik, s. 459-460. İlgili kanunun ilk maddesi şudur: Teşkilat-ı Esasi kanunuyla Türkiye halkı hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisini mümesil-i hakikisi olan Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabil terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irrade-i milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle misak-ı milli hududları dâhilinde Türkiye halkı hakimiyet-i şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekl-i hükümeti 16 Mart 1336/16 Mart 1920 tarihinden itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir. 1 Teşrisani 1922. Nutuk, c.2.s.185-186, krş. Aynî, Milliyetçilik, s.465, İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Kitapevi, İstanbul.1997, c.2, s.86-93. Seyyid Bey ve Ziya Gökalp’in bu konudaki görüşleri için bkz. Sönmez Kutlu, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, Ötüken yay. İstanbul 2017, s.110-116
[27] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s.140-142
[28] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.165
[29] Mevlüt Uyanık, Türk Ocağı ve Türk Yurdu Dergisi Üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Felsefesini Takip Etmek, Türk Yurdu Dergisi, 7. Devre, cilt 39 (71), yıl 108, sayı 377 (738), s.19-25.Türkiye için bir gelecek tasavvuru: Din politikası üzerine notlar -1- https://kafkassam.com/turkiye-icin-bir-gelecek-tasavvuruna-dair-notlar.html 14 Mart 2019 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2876/turkiye-icin-bir-gelecek-tasavvuru-din-politikasi-uzerine-notlar--1-.html 9.3.2019
[30] Demokrasinin tarihi ve günümüz açısından önemi için bkz. Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s.178 vd.
[31] Mevlüt Uyanık, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Felsefesinin Tarihsel Temellerini Anlama Çabaları” http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2769/turkiye-cumhuriyetinin-kurulus-felsefesinin-tarihsel-temellerini-anlama-cabalari.html 16.01.2019
[32] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 69
[33] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, (Önsöz) s.11,19, 104
[34] Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Türk Dili dersinde bile öğrencilerin teolojik bir metin analiz etmeyi tercih ettiği dönemde “Türkleşme, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” (Kültür Bakanlığı, Ankara 1976 ) adlı eserini analiz ettiğim Ziya Gökalp başta olmak üzere saydığı fikir ve gönül insanlarının yetişmemde etkisini belirtmekten onur duyuyorum.
[35] Kendi tabiriyle bir “ölenler” bir de “ yaşayanlar” vardır. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.138-143. Hayatı için bkz. Cafer Vayni, Erol Güngör, Alternatif Yayınları, Ankara, 2002, ss.13-18’den derleyen Gökhan Güler, “Erol Güngör: Hayatı, Eserleri ve Düşünceleri” Türk Akademisi Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Merkezi, Aralık 2012, s.2
https://www.academia.edu/3484470/EROL_G%C3%9CNG%C3%96R_HAYATI_ESERLER%C4%B0_VE_D%C3%9C%C5%9E%C3%9CNCELER%C4%B0?auto=download
http://www.biyografya.com/biyografi/6321 http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=260
[36] Güngör, Tarihte Türkler, s. 171
[37] Fahri Unan ve Mehmet Özden, “Erol Güngör ve Bir Medeniyet Amili Olarak Din”, Millî Kültürler ve Küreselleşme Sempozyumu, Tebliğler ve Tartışmalar, Konya, 1998, ss.187-204.dan alıntılayan Güler, agm, s.6
[38] Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, s.142-145, krş, Güler, agm, s.7
[39] Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, s.131
[40] Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim yay, İstanbul 2016, s.73
[41] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s.149
[42] Erol Güngör, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, Hisar gazetesi yayını, 1957 yılında Milliyetçiler Derneğinde verilen seminerleri yayına hazırlayan Emre Şahin, İstanbul 2003. s. 80
[43] Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, s.149-158, krş. Güler, agm, s.7-8
[44] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.18-19, 97-102
[45] Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.164, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, s.51.krş. Güler, agm, s.7
[46] Güngör, Tarihte Türkler, s.68
[47] Mevlüt Uyanık, “Yitik Medeniyetimizin İzlerini Takip Ederek Yeniden Diriltmek “Diyanet Aylık Dergi, Şubat 2016, sayı:302, ss.26-29; Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s.58-59
[48] Güngör, Tarihte Türkler, s.169 -171
[49] Güngör, Tarihte Türkler, s.34
[50] Ebu Ali Kıvamüddin Hasan b. Ali b. İshak et-Tusi Nizamülmülk, Siyasetname, çev. M.Taha Ayar, İş Bankası yay. İstanbul 2017, s. 3 vd, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Günümüz Türkçesine Aktaran: Reşit Rahmeti Arat, Kabalcı Yay., İstanbul 2008, Mahmud Kaşgari, Divanü Lugati’t-Türk. Haz. Besim Atalay, TDK, Ankara.2006. Güngör, Tarihte Türkler, s.174 Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, Araştırma Yay., 2. Baskı, Ankara 2015, s.120, Cenk Ayık, “Kutadgu Bilig ve Siyasetname’de Ahlak ve Siyaset İlişkisi, HÜSB, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çorum 2016, s.66, 85, “Yusuf Has Hâcib’e Göre Mutluluk Bilgisi”, Yusuf Has Hacib’in Doğumunun 1000. Yılında Kutadgu Bilig Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, İstanbul 2016,s.112 vd.
[51] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s.142
[52] Güngör, Tarihte Türkler, s. 163-165