Site İçi Arama

dinfelsefe

İbn-i Haldun Mukaddime Adlı Eserinde Arapları Nasıl Anlatıyor?

Arapların olağan halleri sürekli olarak hareket halinde bulunmak ve bir yerden başka bir yere intikal etmektir. Oysa bu durum, sosyal hayatın ihtiyaç duyduğu sükûn ve istikrara terstir ve onunla çatışmaktadır.

İbn-i Haldun'un en önemli eseri Mukaddimedir. Yüz yıllar öncesinden kaleme alınan bu müthiş eser, dünyanın en büyük üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Arapça olarak kaleme alınan bu esere ülkemizde de son yıllarda ilgi artmış ve sosyal medyada alıntılar yapılarak paylaşımlar yapılır olmuştur. Aslında bu eser okundukça ibret alınacak açılımlarla doludur. Günümüz teknolojisinin de yardımıyla her dile çevirisi yapılmış ve meraklılarının hizmetine sunulmuştur.

Mukaddime Arapçada bir kitabın asıl metninden önceki yazısı, önsözü anlamına gelir. Klasik kaynaklarda "mukaddimetu'l-kitâb" ve "mukaddimetu'l-ilim" olarak ikiye ayrılır. Birincisi kitaba bir giriş, ikincisi ise eserin ait olduğu ilim dalı ile ilgili temel bilgilerin verilmesini amaçlamıştır. İbn-i Haldun bu kitabında gelecek nesillere toplumsal hayatı ve bunun yanında toplumsal hayatta yer alan yönetim, ekonomi, yaşam biçimleri, ticaret gibi birçok konuyu bu eserinde incelemektedir. Peki İbn-i Haldun neyi savunuyor?

Toplum ve Organizma:

İbni Haldun, toplumların da insanlar gibi, doğup, gelişip (büyüyüp), yok olduklarını savunmaktadır. Bu görüş, onun “tavırlar teorisi” felsefesine dayanmaktadır. Aynı toplum içinde olan Araplar arasında nasıl devamlı bir mücadele varsa, toplumlar arasında da egemenlik mücadelesi vardır diyor. Bu kitapta anlatılmak istenenler fasıllar halinde anlatılmış ve kaleme alınmıştır. Bu fasıllardan 26 ve 27’inci fasıllarını önemli buluyorum. Kitabın yazarının da bir Arap ve çağının en büyük filozofu olduğunu düşünürsek, Mukaddime’yi okumakla elde edilebilecek kazanımların ve bir yönüyle de alınması gereken derslerin ne kadar büyük olduğunu anlayabiliriz. 

26. Fasıl: Arapların Hâkim Oldukları Beldelerin Kısa Sürede Yıkıma Uğradıkları Hakkında yazılmıştır.

Bunun sebebi şudur: Onlar (diğer toplumlardan uzak bir şekilde çöllerde yaşayan) yabani bir topluluktur. Onların bu özellikleri kişiliklerinde iyice yerleşip sağlamlaşmış, artık bir ahlak ve tabiat haline gelmiştir. Birilerinin idaresi altında olmamak ve bir yönetime itaat etmemek Arapların hoşlarına gider. Ancak onların bu özellikleri toplumsal hayatın akışına terstir ve onunla çatışmaktadır.

Arapların olağan halleri sürekli olarak hareket halinde bulunmak ve bir yerden başka bir yere intikal etmektir. Oysa bu durum, sosyal hayatın ihtiyaç duyduğu sükûn ve istikrara terstir ve onunla çatışmaktadır. Örneğin Araplar taşlara sadece tencerelerinin altına koymak için (ocak taşı olarak) ihtiyaç duyarlar ve bunun için binaları yıkarak taşları alıp götürürler. Aynı şekilde ağaç ve tahtalara da sadece çadırlarının direkleri ve evlerinin kazıkları için ihtiyaç duyarlar ve bunun için buldukları evlerin tavanlarını yıkarlar. Böylece varlıklarının tabiatı, uygar toplumun temeli olan binayı (imarı) ortadan kaldırmaktadır. Genel olarak durumları budur.

Aynı şekilde, tabiatlarında olan bir başka şey de insanların ellerinde olan şeyleri zorla almaktır (yağmalamaktır). Rızıkları oklarının gölgesindedir. Başka insanların mallarını yağmalamak hususunda herhangi bir sınır da tanımazlar. Gözlerinin ulaştığı her malı ve eşyayı yağmalamayı bir hak olarak görürler. Bir devlete sahip olmak suretiyle bu işleri (yağmayı) tam olarak yapacak güce sahip olduklarında, siyasetin (yönetimin) insanların mallarını koruyacağı esası geçersiz olur ve toplum bozulup yıkılır.

Yine onlar ustaların, sanat ve meslek erbabının eserlerini yıktıkları için, onlara hiç kıymet vermezler ve böyle ustalıkları da hak ettikleri ücretlerden mahrum bırakırlar. Oysa ileride bahsedeceğimiz gibi, çalışma hayatı kazancın temelidir. Eğer çalışma hayatı bozulur, bedelsiz ve karşılıksız hale gelirse, kazanç elde etmek emeli zayıflar, çalışmaktan el çekilir, insanlar dağılır ve toplum bozulur.

Yine onlar (toplumsal düzeni sağlayacak) hükümlerin uygulanmasına önem vermezler, insanları kötülüklerden sakındırmazlar ve onların birbirlerine zarar vermelerine engel olmazlar. Bütün düşündükleri yağma ve zulümle insanlardan alacakları ganimet mallarıdır. Bu hedeflerine ulaşmışlarsa, artık insanların hallerini düzeltmek, onların çıkarlarını gözetip korumak ve insanları kötülüklerden alıkoymak gibi şeylerle pek ilgilenmezler. Hatta insanların mallarını daha çok ele geçirebilmek için mali cezalar (para cezaları) koyarlar. Bu cezaların amacı kötülükleri önlemek ve insanları kötülüklere bulaşmaktan sakındırmak değil, haksız yere ve daha kolay olarak insanların mallarını bir şekilde ele geçirmektir. Böylelikle halklar onların ülkelerinde, hiçbir düzenin olmadığı tam bir kaos ve kargaşa ortamında yaşamak zorunda kalır.

Oysa kaos, toplumu temelinden sarsan bir durumdur. Çünkü insanların toplum halinde ve bir düzen içinde yaşamaları ancak (bu düzeni sağlayacak) güçlü bir devlet ile mümkündür. Bu meseleye (birinci bölümün) birinci faslında değinmiştik.

Yine onlar riyaset (başkanlık) için rekabet ederler ve riyaseti babaları, kardeşleri veya aşiretlerinin ileri gelenleri de olsa, başkalarına bıraktıkları gerçekten çok az görülür ve bunu da istemeyerek ve utandıkları için yaparlar. Onun için onlarda yönetici ve emirlerin sayıları gereğinden fazladır, vergi toplamak ve yönetmek için halkın üzerinde pek çok otorite vardır. Bütün bunlar da toplumsal düzenin bozulmasına ve yıkılmasına yol açar. Halife Abdulmelik, kendisine gelen bir bedeviye (vali) Haccac’ın durumunu sorduğunda, bedevi Haccac’ı, onun siyasetini ve toplumsal durumu övmek için şöyle demiştir: “Tek başına (sadece kendisi) zulmediyor’

Arapların ele geçirip hakimiyetleri altına aldıkları ülkelerdeki toplumsal hayatın çöktüğüne, oralarda yaşayanların çöllere göç ettiklerine ve oraların değişip (bozulup) bambaşka bir hale geldiklerine dikkat et! Örneğin merkezleri olan Yemen, az sayıdaki şehirleri dışında tamamen harap bir haldedir. Aynı şekilde bir zamanlar Farsların yaşadığı Arap Irak’ındaki şehirler de harap hale gelmiştir. Çağımızda Şam için de aynı durum söz konusudur. Yine beşinci yüzyılın başlarından itibaren üç yüz elli senedir Hilaloğulları ve Süleymoğulları’nın gidip geldikleri Afrika ve Mağrib’in düzlük yerleri de tamamen harap hale gelmiştir. Oysa Sudan (siyahların yaşadığı bölgeler) ile Rum Denizi (Akdeniz) arasında kalan bu yerler imar edilmiş şehirlerle doluydu. Oralardaki kalıntılar ve eserler buna tanıklık etmektedir. Yeryüzünün ve yeryüzünde olanların varisi Allah’tır ve O varislerin en hayırlısıdır.

27. Fasıl: Arapların Ancak Peygamberlik, Velilik veya Büyük Bir Dini Yöneliş Gibi Dinsel Saikler ile Devlet Olabilecekleri Hakkında yazılmıştır.

Bunun sebebi, onların çöllerde başlarına buyruk yaşamalarının kendilerinde bir tabiat haline gelmesinden dolayı, birilerine itaat etmesi en zor olan millet olmalarıdır. Yine bunda kabalık olmalarının, kibirlerinin ve başkanlık için büyük bir rekabet içinde olmalarının da etkisi vardır. Onun için ortak bir görüş üzerinde birleştikleri çok az görülür. Eğer onlara hükmetmeye kalkışan otorite -yine aralarından çıkmış bir peygamber veya veli vasıtasıyla- “din” olursa, o zaman kibirleri ve rekabetleri ortadan kalkar ve itaat edip bir araya gelmeleri kolaylaşır. Bu da kabalıkları ve kibri tedavi eden, birbirini çekememeyi ve rekabeti yasaklayan dinsel inancın onları kuşatması sayesinde olur. Eğer onların içinde, Allah’ın emrini yerine getirmek için gönderilmiş bir peygamber veya veli olursa; içlerindeki kötü ahlakı ve diğer olumsuz davranışları ortadan kaldırıp onlara güzel ahlakı aşılarsa; hakkı ve doğruyu göstermek suretiyle onları birleştirirse, işte o zaman bir araya gelip birlik olmaları mümkün olur ve bu sayede güçlenip bir devlete dönüşebilirler.

Araplar, yukarıda saydığımız bütün olumsuzluklarına rağmen, (kendilerine gelen) hakkı ve hidayeti kabul etme hususunda da insanların en hızlı olanlarıdır. Çünkü tabiatları, ilkel ve göçebe hayattan kaynaklanan olumsuzluklar dışında, (hükümdarlığın bir sonucu olan) lüks hayatın çarpıklıklarından ve kötü ahlakından korunmuş olduğundan, hayrı kabul etmeye de yatkın ve hazırdır. Lüks hayatın çirkin alışkanlıklarından uzak oldukları için, (bozulmamış) ilk fıtratları üzere kalmaya devam etmişlerdir. Çünkü daha önce değindiğimiz bir hadiste de söylendiği gibi: ‘Her çocuk (bozulmamış ve doğruyu kabule hazır) bir fıtrat üzere doğar’...

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 11.07.2024
  • Süre : 6 dk
  • 1367 kez okundu

Google Ads