Müslüman Toplumlarında Cemaatleşme Dinamikleri
Peygamber efendimizin ortaya koyduğu bireysel hakların korunması ve adaletin gerçekleştirilmesine yönelik çabaların kısa bir süre sonra nasıl tekrar karşı devrimle cahili sisteme (kabilevi-ebevi-patrimonyal yaıya) dönüştünün tahlilini yaparsak, günümüzdeki grupların/cemaatlerin de yapısını anlamak kolaylaşır.
Peygamber efendimizin ortaya koyduğu bireysel hakların korunması ve adaletin gerçekleştirilmesine yönelik çabaların kısa bir süre sonra nasıl tekrar karşı devrimle cahili sisteme (kabilevi-ebevi-patrimonyal yapıya) dönüştüğünün tahlilini yaparsak, günümüzdeki grupların/cemaatlerin de yapısını anlamak kolaylaşır.
Bu amaçla daha önce İslamiyet’in ilk yüzyılında üç büyük iç çatışmanın ortaya çıkardığı fikri ve siyasi gerilimlerisiyaset felsefesinin metafiziksel ve epistemolojik boyutu açısından tahliline “giriş” yapıp kamuoyuyla paylaşmıştık. O metin, “ Peygamberimizin veda hutbesiyle ortadan kaldırdığı cahili (ebevi/kabilevi/patrimonyal) yapıya tekrar dönülen karşı bir devrim yapıldı” ile bitmişti. Şimdi bu tespiti siyaset felsefesinin metafiziksel ve epistemolojik boyutları açısından tahlil edelim.
Siyaset Felsefesinin Metafiziksel ve Epistemolojik Boyutu:
Metafiziksel boyuttan kastımız, birey ve grup (fırka/cemaat/tarikat) merkezli okumalardır. Peygamberimizin döneminde birey ve yetenekleri merkezli bir yönetim belirlenirken yani politik açıda gerçekten var olanın birey iken; vefatıyla birlikte yöneticinin belirli bir aile (Ehl-i Beyt) ve belirli bir kabile (Kureyş)den olacağı tartışmalarıdır. Özellikle Hz. Osman döneminde ailesi, kabilesi (grup,/cemaat) öncelenmesi, Hz. Ali’nin seçimi ve ardından Muaviye’nin tekrar kendi kabilesini öne çıkarmasını, buna karşılık Hz. Ali ve taraftarlarının (Şia) Ehl-i Beyt’ten yönetici olma iddialarını incelediğimiz zaman İslam siyaset felsefesinin metafiziksel boyutunu müzakere etmek önem taşır. Çünkü bireyi merkeze almak, dini dili ırkı cinsiyeti ne olursa olsun ona yapılan haksızlığı bütün insanlığa karşı yapılmasını istemek, kendine yapılmasını istemediğini başkasına da yapılmaması için toplum sözleşmesine katılmak, bireyi etik ve politik açıdan en temel gerçeklik, en yüce değer olarak almak demektir. Batı felsefesinde bu liberalizm olarak geçer.
Siyaset Felsefesinin metafiziksel boyutunun ikinci şeklibireyi bir grubun, bir cemaat ya da topluluğun üyesi olarak görenler en yüce değerli grup ya da topluluğa vermektir. Günümüz siyaset felsefesi açısından söyleyecek olursak, 1980 itibaren yeniden ortaya çıkmaya başlayan bu bakış açısının iki boyutu vardır. Negatif kozmoteryanizm ya da cemaatcilik, esas itibarıyla bireycilik ya da liberalizm karşıtlığıyla belirlenir. Dostluk, sadakat ve görev bağları ile kendini gösteren cemaat, en genel anlamıyla belli bir mekândaki insan topluluğunu ifade eder. Bu salt cemaatlerde değil sosyalistlerin kardeşlik ve iş birliği iddialarında, Marksistlerin komünist toplum ihtiyacında, toplumu karşılıklı sorumluların bir arada tuttuğu bir bütün olarak gören muhafazakarlıkta ve hatta faşizmin milli topluluğun bölünmezliğine yaptığı vurguda da görülebilir. (Cevizci, Felsefe, 2012, 150-152)
Türkiye’de Grupçuluk ve Cemaatçilik
Türkiye açısından 1970’li yıllardan itibaren kendi içine kapalı cemaatler şeklinde yaşayan cemaat ve tarikatların 1980 yılı itibarıyla “küresel kapitalizme entegre olup Cemaat kapitalizmi’nin oluşturduğunu ve bunlardan en fazla sivil toplum kuruluşu olmakla, okulları, üniversiteleri, dershaneleri, fabrikaları, hastaneleri olan bir cemaatin terör örgütüne dönüşerek 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde bulunduğunu düşünürsek, siyaset felsefesin metafiziksel boyutunun önemini koruduğunu görebiliriz.
Cedel/diyalektik yöntemin gereği, yaptıklarının her şeye rağmen doğru olduğunu ve karşıtlarının hatalı olduğunu söylemek gibi bir “akıl tutulması”ndan filozofların burhani yani yakini bilgiyi aramak ve hakikate dair getirilen bilgilerin tamamını (epistemolojik açıdan) eleştirel analize tabi tutan politik rasyonalizm ile mümkün olduğunu söylüyoruz. Politik rasyonalizm, toplumsal düzenin tesisi ve politik hayatın kuruluşunda akli çıkarımları önceleyip, bireylerin ve içinde kullandıkları grup veya cemaatlerin öznel veya kültürel ön yargıları yerine aklın evrensel mantığına tabii olmaları gerektiğini öne sürer. Bunun karşıtında ise politik irrasyonalizm denilen komütaryanizm yani cemaatçilik/grupçuluk vardır.
Grupçuluğun Özellikleri
Bunlar komünal iyinin sosyal değerlerin bireysel haklardan önce geldiğini söylerken de adaletin sadece gelenekte ve herkes tarafında paylaşılan bir iyi telakkisiyle ilişki içinde merulaştırılabileceğini savunurlar. Siyaset felsefesinin epistemolojik boyutubağlamında politik rasyonalizmin karşıtı, muhafazakarlık diye de bilinen politik irrasyonalizmdir. Burada bir grup ya da kültüre rasyonel ve haklı görünen çözümlerin başka bir grup (ya da kültür için) geçerli ya da doğru bir çözüm olarak kabul edilmeyeceği vurgusu vardır. Bu anlamda muhafazakârlık insani sosyal ve politik alanda veya siyaset felsefesinde soyut, a priori akıl yürütme ve devrimlere güvenmediği, geleneği ve insanoğlunun yıllardır çeşitli vesilelerle test edilmiş deneyim ve düzenlemelerini temele alması, ilk dönemde olanları anlamak ve yorumlamakta bir ölçüt olabilir.
Bireyi bir grubun, bir cemaat ya da topluluğun üyesi olarak görenler en yüce değeri grup ya da topluluğa verirler. Liberalizmin bireysel hakları temel alıp onu değerin nihai kaynağı ve dayanağı olarak görmek yerine, kamusal ve komünal (cemaat/grup) iyiliğin değeri vurgulanır. Değerlerin cemaat hayatının veya topluluğun pratiklerinde kökleştiğini savunur. Bu noktada pozitif yönüyle komüniteryanizm ortaya çıkaran iki farklı tez vardır. Bunlardan değer biçici veya kural koyucu (normatik) olan birincisine göre insan hayatı cemaatin değerleri, kolektif ve kamusal değerler tarafında inşa edildiği ve yönlendirildiği zaman kesinlikle daha iyi ve daha sağlam ve daha nitelikli bir hayat olacağını iddiası unutulmalıdır.
Bu hususlar önemli, çünkü “Nerede hata yaptık?” veya en azından “Nerede hata yapmış olabiliriz?” bile demeden kaçtıkları yerlerden bile insanları tehdit etmelerinin ya da hedef göstermelerinin ardında bu komuteryanist zihniyeti yattığını gözden kaçırmamak gerekir. Aksi takdirde “Cebir ve Şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ön gördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan” dolayı yurtdışına firar etmiş birisi bulunduğu yerden insanları hedef göstermeye devam edebilir? Üstelik Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) “Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturmaları kapsamında 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana 4 bin 238 hakim ve savcı meslekten ihraç edildi” (Milliyet:11.05.2017)açıklamasına rağmen, bu şahıs her alanda etkili ve yetkili günlere döneceğini hesap soracağını belirtmesi ancak komutaryanist zihniyetle izah edilebilir.
İslamiyet’in İlk Döneminde Grupçu-Kabileci Zihniyet
Bu tutum peygamberimizin dini ve siyasi ıslahatlarıyla ortaya koyduğu yeni düzene karşı devrimi yapan Emevi tutumunda görülür. Emevi kabileciliğinin gelenek, tarih ve tecrübeyi esas aldığı ortadadır. Buna karşı İslam siyaset felsefesinin ilk özgürlükçü ve protest metni olan “Kader Risalesi”nde Hasan Basri insan eylemlerinden sorumludur diyerek bireysel ve sivil dirineşi vardır. Basri’nin karar veren, eyleyen ve sorumluluk alan insanın yaptıklarını ilahi bir kadere yaslamasının hiçbir anlamı olmadığı tezini politik rasyonalizmle; determinist-cebri öğretiyi savunan Emevilerin bakış açısını ve aklın politik dünyadaki rolüne kuşkuyla baktığını politik irrasyonalizm olarak okuyabiliriz.
Yönetimi (Hilafeti) eline geçiren Emeviler, irade hürriyetini kabul etmeyen ve her şeyin önceden Allah tarafından takdir edildiğini, insanın irade ve seçme kudretinin olmadığını savunan Cebriyye öğretisi ile meşruiyetlerini sağlamaya çalışmışlardır. Emeviler determinizmi desteklemiştir, çünkü insan özgürlüğü ve girişkenliğiüzerinde ısrar edilmesinin kendilerini yerlerinden edeceğinden korkmuşlardır da diyebiliriz.
Muaviye’nin iktidarı zorla ele geçirmesinin oğlu Yezidi halife tayin ederek yönetimin şeklini hilafetten saltanata dönüştürmesi ve Yezid’in Mekke, Medine şehirlerine yaptığı seferlerle karşı devrimin tamamlandığını söylemiştik. Burada beşeri eylemin temeli teamül, ön kabuller (yargılar) ve alışkanlıklardan yani atalardan gördüklerinden oluşur. Üstelik burada ön kabullerin irrasyonel bir davranış türü olmayıp nesiller boyunca süren deneyimlerden süzülüp gelen bilgeliği ifade ettiği vurgulanır. Çünkü ön yargı gelenek ile özdeşleşir, bu nedenle ön yargı ile eylemde bulunmak elbette kişinin atalarının davrandığı gibi davranması anlamına gelir.
Görüldüğü üzere İslam’ın ilk dönemlerinde özellikle siyasî ve dinî bir mesele olarak ortaya çıkan yönetim/hilafet merkezli çatışmalar, aslında otoritenin kaynağının ne olduğu üzerinedir.Şiî-Haricî çizginin, Murcilik ile uzlaştırılmaya çalışıldığı hatırlanırsa, siyasî söylemlerin itikadî boyutlarının ihmal edilmemesi gerektiği ortaya çıkar.Bu hususların tarihsel boyutunu incelediğimiz takdirde, bugün nerede durduğumuzu ve kendi rasyonalitemizin ölçütünü tespit etme imkânı olacaktır.
Bunun için ilk dönemden itibaren ortaya çıkan akımlarımızın arasındaki farklılıkların dinî bir kategori ve statünün tezahürü olarak değil de, siyasal tavırları ile aksiyolojik ölçütlerindeki çeşitliliğin bir yansıması olarak görme imkanını müzakere etmek gerekir. Çünkü tarih, insanların ya da grupların kendi varoluşları açısından bağlı oldukları sınırsız sayıda ilgilerin bir savaş alanıdır.
Sonuç:
İlk dönem siyasal gelişmelerin metafiziksel ve epistemolojik boyutlarına dair bu bilgilendirmelerden hareketle, günümüz Arap dünyasında da kabilevi-ebevi nizamın, Türkiye’de ise grupçuluk-cemaatciliğin (komütaryanizm) baskın olduğunu söyleyebiliriz. Hala eğer gruptan veya cemaattan ayrılırsan şefkat tokadı yersin demek; bireye özgürlüğü korumayı gözeten bir toplumda yok olup gideceğini söylemek, inandıkları grup ve-ya kabilevi değerlere her şeye rağmen bağlılığı sağlamaya çalışmaktadırlar.