“Tanrı Uludur”
Çağdaşlaşma tasarımı içerisinde modernleşen devlet İslam’ı da modernleştirmeliydi. Bu kesinlikle İslam’ı yok etme politikası değil, topyekûn modernleşmenin kapsamı içerisinde İslam’ı, hukuki ve toplumsal reformlarla beraber taşıma heves ve arzusuydu.
Her insanın, din özgürlüğü hakkı vardır; bu hak, din değiştirmek ile dinini öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle göstermek özgürlüğünü de içermektedir. İnsanın kendi anadilinde ibadet ile dinini anlayabilmesi de bu tür bir özgürlüktür. Türk insanı için ibadet dili her kelimesini anladığı Türkçe mi olmalı yoksa hiç anlamadığı Arapça mı olmalıdır? İnsanlarımızın Türkçe ibadet etmesi dini sevdirip müminlerin sayısını çoğaltacak mıdır yoksa o kitleyi dinden soğutup düzenli cemaatin sayısını azaltacak mıdır?
Cumhuriyetle birlikte hukuk sisteminde, toplumsal hayatta, ticaret ve ekonomide, dilde ve eğitimde Arap kültürünü dışlayan birçok yenilikler yapıldı. Yeni devletin Batılılaşma hedefi İslami düşünüş ve yaşayışta Arap etkisinden kurtulmayı da es geçmek istemiyordu. Çağdaşlaşma tasarımı içerisinde modernleşen devlet İslam’ı da modernleştirmeliydi. Bu kesinlikle İslam’ı yok etme politikası değil, topyekûn modernleşmenin kapsamı içerisinde İslam’ı, hukuki ve toplumsal reformlarla beraber taşıma heves ve arzusuydu.
Modernleşmeyi tartışanlar arasında İslam ile çağdaşlaşmanın mümkün olamayacağını düşünenler de vardı. Onlara göre İslam her türlü kalkınmanın önündeki en büyük engeldi. Bu engel devleti dinden tamamen arındırarak veya Batı medeniyetinin dini olan Hıristiyanlığa geçilerek aşılabilirdi ama bu düşünceler çok azınlıkta kalan bir grubun görüşleriydi.
İslam’ın modernleşmesi ile ilgili değişik tasarımlar mevcuttu. Mesela içinde sıra ve dolaplar olan temiz, düzgün camiler inşa edilerek ibadetin oturarak yapılması gibi. Bu camilerde insanlar ayakkabılarını çıkarmadan medeni bir şekilde oturarak ibadetlerini gerçekleştireceklerdi.
Bir başka fikir ulus devletin gereği olarak milli dilin ibadette de kullanılmasıydı. Hiçbir dua ve hutbe Arapça yapılmayacaktı. İslam Türkleştirilerek, Kur’an Türkçeleştirilerek milli bir din oluşturulacaktı.
Müzik ruhun gıdası olduğuna göre dinin içinde musikinin kendine bir yer bulması ibadeti daha güzel ve ilham verici hale getirebilir, ruhun arınmasını kolaylaştırabilirdi. Eğitimli müzisyenler ve müzik enstrümanları halkın toplu zikirde olduğu gibi bir nevi temaşa ihtiyacını karşılayacaktı. Orgu olan bir camide koro şefi durumundaki bir imam ibadeti renklendirecek ve modernleşmeye bir adım daha yaklaşılacaktı!
Dini eğitimi verecek kişilerin modern ve eğitimli kişiler olması lazımdı. Felsefi düşünceye ihtiyaç vardı, o yüzden dini eğitimi verecek kişilerin eğitimine ayrı bir önem verilerek son derece donanımlı hatipler yetiştirilmesi esas alınacaktı.
Bu fikirlerin bir kısmı hiçbir itibar görmezken çağdaş hayata geçişi kolaylaştıracağı düşünülen bazı uygulamalar yürürlüğe konuldu.
Latin harflerine geçilmesini müteakip 1929'da Arapça ve Farsça ortaöğretim okullarında ders olarak okutulmaktan çıkarıldı.
1 Tevhidi Tedrisat Kanunu sonrası Cumhuriyete bağlı aydın din adamları yetiştirmek maksadıyla 1924 yılında 29 merkezde açılan İmam Hatip Okulları ödeneksizlik, öğrencisizlik ve ilgisizlik gerekçe gösterilerek 1930 yılında kapatıldı.
Eğitimin birleştirilmesi sonucu kapatılan medreselerin yüksek kısımlarının bağlanmasıyla kurulan İstanbul Darülfünun İlahiyat Fakültesi de 1933'te kapatıldı ve yerine İslam Tetkikleri Enstitüsü kuruldu.
Ocak 1932'de İstanbul minarelerinden “Tanrı uludur” sesleri yankılandı. Artık Türk Dil Kurumunun hazırlayarak Diyanet Başkanlığına verdiği öz Türkçe ezan okunacaktı. Türkçe ezanın bestesini yapma görevi de konservatuara verilmişti. Minberde dini kıyafet yerine takım elbise giydirilmiş hafızlar cuma hutbesini Türkçe okudu. 1933 yılının başında Arapça ezan yerini Türkçe ezana bırakmıştı. Artık ülkenin bütün camilerinde ezanlar, salalar, tekbir ve dualar Türkçe olarak okunuyordu.
Mustafa Kemal ibadetin anadilde yapılmasından yanaydı. "İnsan anasına nasıl anadiliyle hitap ediyorsa, Allah'ına da anadiliyle hitap etmelidir" diyordu. Bütün Müslümanların kalbi ve vicdanı bir olduğuna göre Cenab-ı Allah hiçbir milleti, diğer millete, hiçbir milletin dilini diğer bir milletin diline tercih etmeyecekti. Aynı zamanda insanın kendi dili ile ibadet etmesi, daha samimi ve daha ciddi olduğu için tesiri fazla olacaktı. Bir insan ne istediğini bilmedikçe, söylediği dua olamazdı, oysa Türkçe olarak ve ne dediğini bilerek söylerse hem bu gerçek dua olacak hem de bundan onun ruhu haz duyacaktı. Buna karşı çıkmak, Müslümanları cehalete ve taassuba sürüklemek demekti.
Aynı dönem, Büyük Millet Meclisi ibadeti Türkçeleştirmek için ödenek ayırdı. Halk, dini konuları kendi dilinde daha doğru bir şekilde anlayacaktı. Kur'an ve hadisler Türkçeye tercüme edilecekti. Uzun süren çalışmalar sonucunda hem tercüme hem de tefsir tamamlanarak 1935 yılında bastırıldı.
Ancak, dindeki ve yaşayıştaki yenileşme hareketleri toplum tarafından diğer kültürel ve siyasi reformlar kadar sempati görmemekle kalmadı, nefret duygularına da sebebiyet verdi.
Bu nefret olaylarından biri 1930 yılında Menemen'de meydana gelmişti. Dini koruduğunu iddia ederek tekbir getiren çember sakallı, sarıklı, cübbeli kişiler ile onlara destek veren bir grup, kendilerini dağıtmakla görevlendirilmiş Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı öldürerek karşılık vermişlerdi. Cumhuriyet kazanımlarını sonuna kadar korumaya kararlı devlet olayları bastırmış, sorumlu otuz yedi kişiyi ölümle cezalandırmıştı.
İkinci Dünya Savaşı yılları ile beraber demokrasi rüzgarının esmesi birçok düşünce akımına geniş bir ifade özgürlüğü sağlıyordu. İslamın eski haline döndürülmesine yönelik talepler de gün geçtikçe daha şiddetli bir şekilde dile getiriliyordu. Mecliste yapılan görüşmelerde dini eğitim yeniden canlandırılmak isteniyordu. Bu Türkiye'deki siyaset değişikliğinin öncül bir habercisiydi.
1949 başında Türkiye'deki okullarda din eğitimi yeniden başlatıldı. Cumartesi günü öğleden sonra 2 saatlik gönüllü bir ders olarak konuldu. Büyük bir halk çoğunluğu da gönülden bu 2 uygulamayı destekledi. Dini eğitimi profesyonel olarak verecek kısıtlı sayıda bir kadro olması yüksek eğitimde yeni tedbirler almayı gerekli kılıyordu. Akabinde, İmam Hatip kursları, İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakültesinin kapıları tüm Anadolu’ya yayılacak şekilde tekrar açıldı.
Ekim 1950'de din eğitiminin mecburi olmasına karar verildi. İlkokuldaki çocukların anne babaları artık çocuklarına dini eğitimine katılması için değil katılmaması için dilekçe vermek zorundaydı.
Dinin toplumdaki görünürlüğü her geçen gün artmaya başladı. Din görevlilerine cesaret gelmişti. Her ne kadar vatandaş sarık kullanmıyorsa da artık onun yerine takke kullanıyordu. Kimi Arapça basılı çoğu ilmi yönü zayıf sadece Batı ve Hristiyan karşıtlığını esas alan dini broşür ve dergilerle birlikte kitaplar ve ansiklopediler kitapçılarda yerini almaya başladı. Önemli sayıda vatandaş hacı olmak için başvuruda bulundu. 1950'de 9000 kişi hacca gitti. Devlet fazla sempatik bulmasa da tarikatların yeniden canlandığı gözlerden kaçmıyordu.
Aynı dönemde basında bir aşağılık kompleksi içerisinde İslamiyet'i yerli yersiz övücü temalar işlenmeye başladı. Osmanlı din bilginlerinin çok iyi bir cumhuriyetçi, Mustafa Kemal dahil cumhuriyetçilerin ise çok sadık bir Müslüman olduğu şeklinde abartılı yayınlar göze çarptı. Ancak, İslam'a yönelik reformcu bir ideoloji yaratılamadı.
Toplum içinde bu kadar önemli yer tutan din olgusu elbette siyasilerin gözünden kaçacak değildi. Siyasi destek arayan bütün partiler tarikat olsun, dini eğitime sahip gruplar olsun oy uğruna mevcut dini hareketleri teşvik etme ve hoş görme yolunda bir yaklaşım uyguladılar. Mustafa Kemal’in çağdaşlaşma tasarımının ülkede sağlam bir ağırlığı olmasaydı tekrar Arap alfabesine geçilmesi veya medeni kanunların kaldırılması gibi talepler çok sesli olarak dile getirilebilirdi.
Türkiye'de insanların bir kenara koyamayacağı kadar derine kök salmış güçlü bir İslamiyet vurgusu vardır. Ancak bu vurgu bir kesim Türk insanı için bazen rahatsızlık ve küçük görmek duyguları arasında gidip gelmektedir.
Türk insanı İslamiyet ile modernizm arasında uygulanabilir bir uzlaşma bulmak zorundadır. Modern düşünce ve hayatı bir kenara bırakarak dini tahakküm altında bir hayat tasarlamak Mustafa Kemal’in bireyi özgürlük ve ileriye götüren yolunu tıkayacaktır.