Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Felsefesinin Tarihsel Temelleri Nelerdir?
Tarihte sürekli bir devlet geleneğine sahip olarak kadim milletlerinden birisi olan Türkler, Doğu ile Batı âlemini birbirine bağlayan ve yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerindeki toprakları fethetmişler, zaman ve mekânın şartlarına göre egemenliklerini pekiştirmişler, gittikleri her bölgeyi “vatan”laştırıp yurt haline getirmişlerdir.
Durum Tespiti:
11/01/2018 tarihinde Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde “Gelenekten Geleceğe Türk Bilimi ve Düşüncesi” Çalıştayı yapıldı. Burada Aygün Akyol hocamla birlikte Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Felsefesi ve Türk Düşünce Tarihi Alanında yaptığımız çalışmalar ve temel kaygımız hakkında görüşlerimizi paylaştım.
Felsefe tanımımız kaygıları paylaşmak ve yaşanılan sorunlara çözüm önerilerini üretmeye katkı yapmak olduğu için öncelikle filozofları kronolojik olarak okutmaya Mantık dersine Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı eserinin Dil-Düşünce ve Mantık kısmıyla başlıyoruz. Bu eser aynı zamanda İslam Felsefesine Giriş mahiyetinde olduğu ve ilimler tasnifini de verdiği için talebenin zihninde bir disiplin ve üst bakış sağlıyor.
Felsefe eğitimini kronolojik olarak verirken aynı zamanda temel kaygımız olan “Türkistan-Türkiye İrtibatının Felsefî Temellerini” araştırmayı merkeze alıyoruz. Sistematik okumalarımızı -Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak- ismini verdiğimiz proje merkezli yapıyoruz. Bu projenin öncelikle hedefi “Türk Felsefesi”ni güncellemektir. Çünkü Nermi Uygur’un dediği üzere: “Türk Felsefesinin gerçekten iyiliğini dileyen her Türk, gücü oranında; felsefe öğretenler ile felsefe öğrenenlerin, usta ile çırağın felsefenin gelişmesine en elverişli biçimde birlikte yetişebileceği bir ortamın ne yapıp kurulmasına ön ayak olmalıdır. (Türk Felsefesinin Boyutları. YKY. 2.baskı. İstanbul. 2012, s.103)
- Türkistan-Türkiye İrtibatının Felsefî Temelleri
Tarihte sürekli bir devlet geleneğine sahip olarak kadim milletlerinden birisi olan Türkler, Doğu ile Batı âlemini birbirine bağlayan ve yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerindeki toprakları fethetmişler, zaman ve mekânın şartlarına göre egemenliklerini pekiştirmişler, gittikleri her bölgeyi “vatan”laştırıp yurt haline getirmişlerdir. Bu nedenle dünya siyasî coğrafyasında birçok Türk(eli) vardır. Türklerin Batı’ya doğru göç yollarına (Karadeniz üzerinden Balkanlara; günümüz Afganistan-Pakistan hattı üzerinden Ortadoğu’ya ve ana ipek yolu üzerinden Türkistan-Horasan ve Türkiye hatlarına) dikkat edildiği zaman hepsi hem kadim zamanlarda hem de günümüzde jeo-politik öneme sahip olduğu görülür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yer olan Anadolu/Ön Asya, kadim Dünyanın kavşak noktasında bulunması nedeniyle jeo-politik ve jeo-felsefî açıdan önemini daima korumuştur. Dicle ve Fırat nehirleri arasında gelişen Mezopotomya medeniyetleri olan Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Elamlar ve Kassitler, Mısır ve Antik Grek felsefeleri ve medeniyetlerinden etkilenen bir Anadolu uygarlığı vardır. Antik dönem öncesinde Hititler, Frigler, Likyalılar, İyonyalar, Urartular ve Pers medeniyetleri vardı. Büyük İskender Asya kültürü ile İyonya kültürünü bir araya getirerek Helenist bir medeniyet tasavvuru oluşturdu. Romalılar bu kültüre Afrika verilerini de katarak kadim dünyanın en büyük gücü oldular.
Doğu Roma imparatorluğunu 1453 yılında yıkan Türkler buraya Atayurt/Türkistan dedikleri yerden getirdikleri bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuruyla yeniden şekillendirdiler. Orhun abideleri (7.yy), Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk (1072), Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilig, (1069) Edip Ahmet Yükneki’nin Atabet’ül Hakayık (12.yy), Ahmed Yesevi’nin Divan (13.yy), Dede Korkut Kitabı adlı eserleri bu bağlamda Türkçe ve/ya Türk Felsefesinin kurucu metinleri olarak görülebilir.
Bu projenin yakın hedefi Türkistan’da İslamiyet sonrası üretilen ilk metinleri “Türk Felsefesi oluşturmak” çerçevesinde okumaya çağrıdır. Bunu da “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” dediğimiz proje bağlamında Türkistan’dan getirilen felsefî birikim ile Anadolu’da bulduğumuz kadim felsefî tasavvurları yeniden okumakla mümkün olacağını düşünüyoruz. Böylece felsefenin medeniyet ve kültür ile ilişkisini inceleyip, Türk tarihi ve coğrafyasında devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, dünyaya evrensel mesajlar verebilecek bir güçte, felsefenin diliyle anlatmanın imkânı olabilir.
Bu bağlamda projemizin felsefî temellerini ana hatlarıyla sunalım:
- Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak
Türkistan’dan getirdiklerimiz, Anadolu’da bulduklarımız (Arap, Fars, Bizans ve diğer kültürler ve felsefeleri) taşıyan birimlerin oluşturduğu yeni yapınan tahlilidir. Arap, Fars kültürel söyleminin dışında gelişmiş “Türk” aklının Türkistan yani Atayurt’ta ortaya koymaya başladığı felsefî birikimiyle Türkiye’de yani Ön Asya’da bulduğumuz felsefeleri Anadolu’da yeniden yurtlandırmaya çalışıyoruz. Bu “Evrensel felsefede, öneminden ötürü Türk felsefesine vazgeçilmez bir yer sağlama çabasıdır.
Bu noktada “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak[1] projesini İslam felsefesi bağlamında niçin yaptığımızı açıklamak gerekir. Öncelikle Nihat Keklik hocamızın tespitiyle söyleyecek olursak, “Nasıl ki san’at, tarih ve kültürümüzde İslamiyet’in izleri varsa, Türk filozofları üzerinde de aynı izler mevcuttur. Zaten bu sayededir ki yüce milletimiz, bugün kabul edildiği manada felsefe yapabilmiştir. Bu sebepledir ki Türk san’atı, Türk tarihi ve Türk dili paralelinde Türk Felsefesi de elbette olacaktır ve olmalıdır: Bu gerçeği inkâr etmeye yeltenmek, güneşi balçıkla sıvamaya kalkışmaktan farklı değildir.
Bu bağlamda Muallim-i Evvel Aristoteles’den sonra Muallim-i Sani diye nitelendirilen Farabi’ninİlimlerin Sayımıadlı eserini felsefeye giriş ve Anadolu’da yeniden yurtlandırma çabasının ilk klasik kaynağı olarak görüyoruz. Asabiyetimizin yani toplumsal aidiyetimizi ise İbn Haldun’un sebep/ırk ve nesep/din tasavvurlarını merkeze alarak Türkistan-Türkiye irtibatının felsefî temellerini araştırıyoruz. Böylece Arap-Fars iktidar çatışmasına meşruiyet arayan felsefî, kelamî müzakereler dışında gelişen süreci önceleyerek, jeo-felsefe yapmayı deniyoruz. Çünkü eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmalıyız.
Bunun fıkhî boyutunu Ebu Hanife’ye; kelam ve akaid boyutunu İmam Maturidî’ye; halka taşınması kısmını Ahmet Yesevî’ye yönlendiriyoruz. Teknik/pozitif bilimler kısmının araştırılmasının tarihsel temelinin de Birunî ve yöntemi ile olabileceğini vurguluyoruz.
Yukarıda belirttiğimiz üzere dil ve düşünce ve kültür arasındaki irtibatın tarihsel sürecini takip ederek, kültür dediğimizin aslında bir inançlar dokusudur. Bu da dil ile ortaya çıkar. Özellikle 10. Yüzyıldan itibaren İslam kültür evrenine dâhil olduğunu düşündüğümüz zaman düşünce şeklimizi İslam Felsefesinin ana kaynak, yazım dilinin de uzun süre Arapça olması doğaldır. Bununla birlikte Türkistan coğrafyasının kalıcı dili Türkçe’dir. Nitekim İslam öncesinde Orhun abideleri (7.yy), İslam sonrasında da Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk (1072), Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilig, (1069) Edip Ahmet Yükneki’nin Atabet’ül Hakayık (12.yy), Ahmed Yesevi’nin Divan (13.yy), Dede Korkut Kitabı adlı eserleri bu bağlamda Türkçe Felsefenin ve/ya Türk Felsefesinin kurucu metinleri olarak görülebilir. Çünkü bu metinler (biri hariç) Türkçedir. Bir kısmı Göktürk, bir kısmı Uygur bir kısmı da Arap alfabesiyle yazılmıştır.
Bu metinleri merkeze almamızın nedeni, Türklerin coğrafi açıdan çok geniş bir alana yayılmaları, diğer medeniyetler ve onların ortaya çıkardığı kültürlerle sıkı irtibatta olmaları, dolayısıyla o dillere hâkim olup metinlerini Arapça ve Farsça yerine Türkçe yazmalarıdır. Coğrafya, dil ve düşünce arasındaki irtibatının tespitinde oldukça girift sorunlar olduğunun bilincinde olarak jeo-felsefe yapmayı bu metinlerin yeni okumalarıyla mümkün olacağını düşünüyoruz. Böylece hangi alfabeyle yazılırsa yazılsın Türkçe ifade edilen, Türk Düşüncesi ve felsefesine dair unsurların tespiti mümkün olacaktır. Bu bağlamda biz, Meşşai geleneğe yaslanarak çalışıyoruz. Farabi’yi kurucu filozof olarak görüp yol ve yöntemimizi Farabi merkezli belirliyoruz.