Bir Nefes Felsefe 17: Gazzâlî; Devlet Görevlisi mi, Bir Sistem Düşünürü mü?
“Gazzâlî felsefe karşıtı, siz bu nedenle bunları söylüyorsunuz” hususuna gelince mesele, ben de müzakereyi bırakmıştım. Oysa sunumda felsefî düşüncede eleştirellik esastır ve temel sorular aynı ama verilen cevaplar akımlara göre değişir, dolayısıyla her âlimimizin eleştirisi bu bağlamda önemlidir demiştim. Üstelik bunları mukayeseli okumak şarttır, çünkü öğretinin tutarlılığını test etmek ve aksaklıkları gidermek için eleştiri gereklidir.
Gazzâlî okumalarının sonuncusu bu, bir seri yazı hazırlamamızın nedeni, İslam felsefesinin toplumsal açıdan ötekileştirme çabalarında hala etkisinin görülmesi. Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nin 17 Ekim 2015 tarihinde Konya’da düzenlediği "İslam Medeniyetini Kuran Düşünürler" Sempozyumu’nda İslam medeniyetinin kurucu düşünürleri: Gazzâlî başlıklı sunumda “Bir Nefes Felsefe 12 ve 13” sizlerle paylaştığım hususlara benzer şeyler söyleyince, iri kıyım bir genç kalkıp “ne yani siz bu seçkin âlim için devlet görevlisi mi diyorsunuz?” diye bağırmıştı.
Bende “evet, öyle gözüküyor, bu sizi niye rahatsız etti, döneminin önde gelen üniversitesi olan Nizamiye’de görevli bir âlimin içinde bulunduğu sosyo-politik sorunlara çözüm arayan metinler üretmesi normal değil mi?” deyince tartışmanın dozu iyice artmıştı.
“Gazzâlî felsefe karşıtı, siz bu nedenle bunları söylüyorsunuz” hususuna gelince mesele, ben de müzakereyi bırakmıştım. Oysa sunumda felsefî düşüncede eleştirellik esastır ve temel sorular aynı ama verilen cevaplar akımlara göre değişir, dolayısıyla her âlimimizin eleştirisi bu bağlamda önemlidir demiştim. Üstelik bunları mukayeseli okumak şarttır, çünkü öğretinin tutarlılığını test etmek ve aksaklıkları gidermek için eleştiri gereklidir. Bu nedenle Kindî’nin hakikate dair kim bize ne getirirse ona şükran duyarız, ama bu onun her dediğini kabul edeceğimiz anlamına gelmez” diyerek bu eleştirel tavrını net bir şekilde ortaya koyduğundan bahsetmiştim.
• Dönemin Sosyo-Politik Yapısı ve Devlet Görevlisi Olarak Gazzâlî
“Devlet Görevlisi” tanımlamasını açmak için o dönemin şartlarını hatırlamak gerekir: Büyük Selçuklu veziri, Ortaçağ İslâm dünyasının en başarılı devlet adamlarından Ebû Alî Kıvâmüddîn (Gıyâsüddevle, Şemsülmille) Hasen b. Alî b. İshâk et-Tûsî (ö. 485/1092) yani Nizâmülmülk’ün temel kaygısını hatırlamak gerekir.
O, Hasan el-Sabbah’ın (v.1054-1124) liderliğini yaptığını- İsmâlîlik/Batinilik ekolünün maddi ve manevi zararlarını engelleyecek, Sünni akideyi merkeze alan bir eğitim sistemi oluşturmayı hedeflemiştir. Çünkü Selçuklular, Bağdad’ı ele geçirince Şiî/Büveyhî yönetimine büyük darbe vurdular. Böylece başka bir Şiî yönetim olan Fâtımîler ile sınır komşusu oldular.
Bu tehlikeyi gören Fâtımîler, Tuğrul Bey’in kardeşi İbrahim Yinal’i isyan ettirip, Büveyhî komutanlarından Besâsîrî’ye destekle Bağdad’da bir yıl kadar iktidarı ele geçirmişlerdi. Selçuklu devleti bu isyanı bastırdı, Besâsîrî öldürüldü (451/1060).
Bunlar siyasal gelişmelerdi, bir de Şiî dailerin etkinliklerini düşündüğümüz zaman, özellikle Hasan Sabbah’ın İmamiye öğretisinden İsmâlî-Şiî yorumunu benimsemesi ve bu hususta önemli kazanımlar elde etmesiyle bölgede İsmâlî dailer etkinlik göstermeye başlamıştır. Mücadele hem siyâsî;hem de itikâdî alanda devam ediyordu. Daha doğrusu siyasal yapılar iktidarlarını itikâdî alanda etkili olarak meşruiyet sağlamaya çalışmışlardır.
Kahire’deki Fâtımî halifeliğinin temel öğretilerinin etkisini azaltmak için Nizâmülmülk Şafiî fıkhı ve Eş’ârî kelamının tedris edildiği medreseler tesis etti. Daha önce özel medreseler vardı, ama eğitimin daha düzenli ve devlet denetiminde yapıldığı ilk Selçuklu medreseleri 1040 yılında Nişabur’da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur.
Alparslan döneminde 1067’de Bağdat’ta Nizamiye medreseleri adıyla önemli eğitim öğretim kurumları açılmıştır. Alparslan’dan sonra Sultan Melikşah ve Başvezir Nizâmülmülk’ün ilgi ve çabaları ile Bağdat, Musul, Basra, Nişabur, Belh, Herat, Isfahan, Merv, Amul, Rey ve Tûs gibi, önemli kentlere yaygın bir biçimde Selçuklu Medreseleri/Üniversiteleri açılmıştır. Nizâmülmülk, aslında Karahanlılar ve Gaznelilier tarafından yapılmış medreseleri daha sistematik hale getirmiştir, denilse daha tutarlı olur.
Masrafları vakıflar tarafından sağlanan bu medreselerde yatılı ve burslu eğitim verilmeye başlamıştır. Hem devlete eğitimli insan yetiştirmek hem de Fâtımî/Şiî/İsmâlî öğretilerine karşı Ehl-i Sünnet’e bağlı eğitim vermek gibi bir boyutu vardır. Çünkü İslamiyet’e yeni geçmiş olan konar-göçer Oğuz boylarının Ehl-i Sünnet merkezli inançlarını korumak ve sağlamlaştırmak da gerekiyordu. Bir de yeni ele geçirilen yerlerin yurtlandırılması ve İslamiyet’in buralarda anlatılmasının da gerekliliği ortaya çıkmıştı.
• Gazzâlî; Bir Sentez Âlimi mi?
Gazzâlî’nin İslam dünyasında son derece etkili olmasının nedenine gelince, o bir “sentez” âlimiydi demiştim önceleri. Bundan kastım, dönemindeki felsefî, kelâmî, tasavvufi ve batinî akımları, âlimlerini inceleyerek bir nevi çabasında olmasıydı. Biraz daha açacak olursam, düşünürlerin her birinin din tasarımı, hakikat görüşü farklı olmasının normal olduğudur, zira din insan kişiliğinin en önemli parçası olarak onun gerçekliğe dair görüşlerini şekillendirir. Nihaî gerçekliğin mahiyeti ve bundan anladıkları pratiğe geçirmek, kişinin öznel şartları ve değerlerini de içerdiği için düşünürün kullandığı kavramların neler olduğunu anlamak ve kavramak, aynı zamanda bir zihniyet tahlilidir.
Gazzâlî’yi takip ederek, taklidî bilgiden tahkikî bilgiye geçiş gerekir deyip, “düşünen kafalara sinekler üşüşür, büyüklerimiz bizden iyi düşünür” demeyi bırakıp, şu soruları gündeme getirelim:
Kelamcıların, filozofların, Batinîler ve sufîlerin metodolojileri ve bunların teorik kurgularını, doğruluk tasarımlarını ve ulaştıkları sonuçları bir öz eleştiri mahiyetinde yapma ihtiyacını niçin duymuştur? Bu noktada geçen yazıdaki soruyu tekrar hatırlayalım:
Birbirlerini küfürle suçlayan liderlerin taklidini bırakarak sâlih amel işlemenin nitelikleri (Mizanu’l-amel) üzerinde duran, kendine özgü bir yöntemi ve bakış açısı olan (Mihakku’n-nazar ve Miyaru’l-ilm), ortaya koyduğu delileri bütün boyutlarıyla müzakere eden (Menahicu’l-edille) ve biricik hedefi emredildiği gibi dosdoğru olmak bir âlim, filozoları tekfir ederek, kendisi de eleştirilen ve tekfir edilen (İbn Rüşd, Faslu’l-Makal) liderlerden birisi konumuna düşme riskini niçin göze almıştır?
Kendine özgü ve özgün bir yöntemi olan âlim olarak filozofların amaçlarının ne olduğunu (Makasidu’l-Felasife) anlayıp, onların fikirlerini, delillerini bütün boyutlarıyla analiz eder. Sonra bunların tutarsızlığını/çürütülmesini önemser. Tehafüt’ül-Felasife, felsefecilerin tutarsızlıkları ve sürçmelerinden söz etmektedir. Niçin kitabında daha sert bir kavram (er-Red veya el-Fadail/Rezillik” gibi kavramlarını kullanmamıştır? Dini ilimlerin yeniden canlandırılmasını (İhyau ulumi’d-din) merkeze alan ve ârif/âbid anlayışıyla sezgisel ve anî bir kavrayış olan bilgilenme hususunda İbn Sina’dan etkilendiği belli olan bir âlim, nasıl oluyordu bütün felsefeye karşıt olarak sunulabilir?
Bunun da tutarlı olmadığı gördük. Çünkü yakinî bilgi bir nevi kıyas olan burhan yöntemiyle arayan bir âlimdir. (el-Gazzâlî, Miyaru’l-ilim fi fenni’l-mantık,Mısır 1329, 14) Son tahlilde, sezgiye verdiği önem onu, bir akılcılık muhalifi yapmadığı gibi felsefî düşünceye ölümcül darbe vuran kişi olarak da sunulmasını da tutarlı kılmaz. Nitekim eğer İslam dünyasında felsefe karşıtlığı gibi bir durum varsa, (Bir nefes felsefe 12 ‘de müzakere ettiğimiz üzere) böyle toplumsal/sosyolojik bir gelişmenin sebebi bir kişiye yüklenmesi tutarlı değildir.
Üstelik Gazzâlî’nin Batı felsefesinin önde gelen düşünürleri olan Hume, Pascal ve Descartes’e ilham kaynağı olan fikirleri olduğu malumdur. Özellikle Gazzâlî’nin el-Munkız adlı eserde sergilediği metodik şüpheciliğin yani yakinî bilgiyi ararken bilgi kaynağı olarak duyular ve önemi, yanıldığı durumlarda aklın devreye girmesi, ama metafizik hususlar veya irrasyonel (akılüstü) kavramların rasyonelleştirmesinde başka bir bilgi yetisinin imkanını müzakere etmesiyle Descartes’in yanı sıra aklın sınırlarını tartışmaya açtığı için Kant’a öncelliklidir. İlaveten Malbranche’nin occasionalism (vesilecilik ya da aranedencilik de denilen) öğretisini haber verdiği de söylenebilir.
“Evren, mümkün dünyaların en iyisidir” önermesini felsefe dostları zaten bilir. Bu çerçevede Hume’da Gazzâlî’nin Aristotelesçi nedensellik eleştirisinin neredeyse aynı şekilde olduğunu görürüz. Nitekim ona göre, insan zihninin bilgi edinme kaynakları izlenim ve düşüncedir. Dolayısıyla izlenimden edinilmeyen hiçbir düşüncemiz olamayacağı için zorunluluk düşüncesini ortaya çıkaracak izlenimi aramak gerekir. Duyularımız tarafından iletilen ve zorunluluk düşüncesini ortaya çıkarabilen hiçbir izlenim yoktur. O hâlde belirli bir içsel izlenimden ya da derin düşünce (refleksiyon) izleniminden türetilmiş olmalıdır. Bir nesneden her zaman ona eşlik edenin düşüncesine geçmek için alışkanlığın ürettiği o yatkınlıktan başka, bu işle herhangi bir ilgisi olan hiçbir içsel izlenim yoktur. Dolayısıyla zorunluluğun özü de budur. Burada Stuart Mill’in çıkarımda bulunmak için illiyet/nedensel kanunu gerekir, sözüne karşı muhtemel cevapların ayrıca tahlil edilmesi gerektiğini belirtelim. (Mevlüt Uyanık-Aygün Akyol, İslam Felsefesi: Giriş, Tematik Okuma, Elis Yayınevi, Ankara 2020: 185, 28,582)
Sonuç:
İslam toplumlarında felsefi düşüncenin gerileme hatta ölme sebebini bir kişiye yükleyip, günah keçisi ilan etmek ve sorumluluktan kaçmak anlamına da gelmez mi? Evet, İslam dünyasında düşüncenin öldüğü şeklindeki varsayımın sorumluluğu tabi ki bir kişiye yüklenemez. Üstelik dolaylı olarak felsefî tefekkürün artmasına zemin hazırlamış, kelam disiplinin artık felsefî kavramlar olmadan yapılamayacağı bir süreci tetiklemiştir. Buna ilaveten “felsefi tasavvuf” denilen disiplinin teşekkül sürecinin hızlanmasına katkıda bulunmuştur.
Kaldı ki, Batı felsefesine de doğrudan veya dolaylı olarak önemli etkiler yapan fikirlere sahip bir âlimdir. Bunu söylemek felsefenin daha doğrusu Meşşai filozoflara yönelttiği eleştirilerin tekfir kavramıyla yaygınlaştırılmasında ve ötekileştirilmesinde önemli rol oynadığı gerçeğini unutturamaz.
Gazzali okumalarımız soister kelam, ister tasavvuf alanında çalışmak isteyen biri, felsefi temellendirmeler olmadan yapılamayacağını göstermiştir, sonucuna ulaştık. İşte bu nedenle biz felsefe, kelam ve tasavvuf disiplinlerinin eş güdümlü okunmasını önemsiyoruz
(İbn Sina, Makamatu’l-Arifin, İşaretler ve Tembihler, çev.: Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli, Litera Yay.,İstanbul 2005, s. 182 vd; İbn Sina, Ariflerin ve Olağanüstü Hadiselerin Sırları, , Şerh: Fahreddin Razi Çev. Ömer Türker Hayy kitap, 3. Baskı, İstanbul 2013, Jules Janssens, “al-Ghazzâlî’s Tahâfut: Is It Really a Rejection of Ibn Sînâ’s Philosophy?”, Journal of Islamic Studies, 12:1 (2001), 1-17; Abdülkerim Özaydın, Nizamiye Medresesi maddesi, TDV, İslam Ansiklopedisi, 33/188; Ali Muhammet Sallabi, Selçuklular: Batini Fitnesine ve Haçlı Savaşına Karşı Bir İslami Mücadele Projesinin Doğuşu, çev. Şerafettin Şenaslan, Necmeddin Salihoğlu, Ravza yay. İstanbul 2013, 427-433)