Site İçi Arama

dinfelsefe

Bir Nefes Felsefe 33: Türkiye Cumhuriyeti’ne Aidiyet Hissetmenin Temeli Olarak Türk Felsefesi

Türk tarihi ve coğrafyasında Türk düşüncesi ve Türk kültürünü dünyaya evrensel mesajlar verecek bir güçte felsefenin diliyle anlatımını, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti ile başlatmak tutarlıdır. Çünkü Türk Felsefesinin, Türkçe felsefenin resmi olarak başlangıcı Türkiye için bir varlık, Türk kültürü için bir etkinlik ve yaygınlık kazanması resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyladır.

Türk tarihi ve coğrafyasında Türk düşüncesi ve Türk kültürünü dünyaya evrensel mesajlar verecek bir güçte felsefenin diliyle anlatımını, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti ile başlatmak tutarlıdır. Çünkü Türk Felsefesinin, Türkçe felsefenin resmi olarak başlangıcı Türkiye için bir varlık, Türk kültürü için bir etkinlik ve yaygınlık kazanması resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyladır.

Türk Rönesans’ı ve Aydınlanmasının başlangıcı Olarak Üç Tarz-ı Siyaset

1789 Fransa İhtilali ile değişen dünya paradigmasına Osmanlı Devleti gerekli ıslahatlar ve düzenlemeleri (tanzimat) yaparak uyum sağlamaya çalıştı.  Üç Tarz-ı siyaset ile bunu kısmen de olsa başardı, ama neticede Türklük öne çıkartılarak Monarşiden Cumhuriyete, çok uluslu devletten ulus devlete geçtiğini ilan etmiştir. Tarihsel olarak lider/hakanın kut almasının da Müslüman coğrafyasında en uzun parlamenter sisteme sahip devlet olarak Meclis’e devredildiği belirtilmiştir. 

1921 Anayasası,  o dönemin olağanüstü şartları bağlamında 23 maddelik muhtasar bir siyasal belge olarak düzenlenmiştir. 1 Kasım 1922 kadar aslında 1876 anayasasının mevcut anayasa ile çelişmeyen hükümleri de geçerli kılındığını hatırlarsak, Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğinin bir izini daha takip etmiş oluruz. Öyle gözüküyor ki, kademeli olarak laiklik ilkesine geçiş de 10 Nisan 1928 itibarıyla sağlanmıştır.

Bu hususu biraz açalım müsaadenizle:  Devletin yeni durumlara uyum düzenlemeleri diye çevirebileceğimiz Tanzimat dönemi (1839-1876) ile başlayan farklı dinlere mensup olsalar da tüm yurttaşların, dil, ırk, renk, cinsiyet ve benzeri sebeplerle olduğu gibi dini inançları açısından da ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olma süreçleri tamamlanmış, vicdan ve ibadet hürriyetleri yasal koruma altına alınmıştır. 

Bu süreç,  3 Mart 1924 günü epey uzun süren müzakereler Adliye Bakanı Seyyid Beyin konuşmasıyla tamamlanmış ve Hilafet kaldırılarak egemenlik millete ait olduğu vurgulanmıştır.  Laiklik ilkesi, din ve vicdan hürriyeti bağlamında 1924 anayasasının 75. maddesine  bakarsak,  “Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep tarikat ve felsefî içtihadından dolayı sorgulanamayacağı, güvenlik ve toplumsal muaşeret ilkelerine ve kanunlara aykırı olmayan her türlü dini ayinin serbest olduğu belirtilmişti.  

Şer'iye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılarak din işleriyle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, tevhidi tedrisat yani eğitim ve öğretim kurumlarının birleştirilmişti. 4 Ekim 1926’da Medeni Kanun çıkarılmasıyla Laiklik ilkelerinin ön hazırlıkları bitmişti zaten. Bilindiği üzere 1840 yılında Gülhane Hatt-ı Humayunu’nda belirtilen suç ve cezalarda yasallık vurgusunun sonucu olarak ceza alanında yasalaşmanın temini için bazı maddeleri Fransız Ceza Hukukundan alınan Ceza Kanunu kabul edilmişti. 1850 yılında ilk Ticaret Kanunu çıkarılarak, Şer'iye Mahkemelerinin yanında ticaret ve ceza davalarını görmek üzere laik yapısı ile Nizamiye Mahkemeleri kurulmuştu. Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki komisyonun Mecelle diye bilinen çalışmaları bu açıdan önemlidir. 

Buna bir de II. Mahmut dönemi (1808-1839) yapılan çalışmalarını da ilave edersek, tarihsel hazır bulunuşluk netleşir. Kanun-u Esasi Dönemi tarihlerine baktığımız zaman (23 Aralık 1876-20 Nisan 1924) yeni devletin teorik temellerini iyice açığa çıkar. İslam coğrafyasında en uzun süreli parlamenter sistem deneyimi derken de bu süreç içinde I. Meşrutiyet (3 Aralık 1876 - 13 Şubat 1878) ve özellikle Padişahın anayasaya bağlılık dönemine geçildiği II. Meşrutiyet Dönemi (24 Temmuz 1908-11 Nisan 1920) kast ediyoruz. Çünkü yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrıldığı kuvvetler ayrılığı ilkesi bu dönemde benimsendi.

“Kısmen de olsa başardı”, demekten kasıt şudur: Osmanlılık bu dönemle birlikte siyasi bir hareketin bir ideolojiye dönüşmesinin adı olmuştur. Dünya iktisadının mihverinin değişmesi, bizde refah kaynaklarının tıkanması, eski ticaret yollarının önemini kaybetmesi ve Batı’da Rönesans ile başlayan Reform ile devam eden sürece uyum sağlamak için Islahat ve Tanzimat dediğimiz arayışlar başladı. Aslında 3 Kasım 1839 bir dönüm notası olmuştur, amaç Osmanlı Devleti’ni parçalanmaktan kurtarmaktı.  Çok başarılı olduğu söylenemez ama dağılmayı yüzyıl ertelediği de muhakkaktır. Ayrıca arayışları bir Türk Rönesans’ı ve Aydınlanması başlangıcı olarak da görenler vardır; çünkü 1789 Avrupa milliyetçi akımları özellikle Balkanları ve Osmanlıyı siyasi ve iktisadi alanda etkiledi. Osmanlı ekonomisi tımar sistemine bağlıydı. Yeni gelişmelerle boş kalan toprakların değerlendirilmesi Tanzimat reformlarının iktisadi arka planını oluşturuyordu.

Tanzimat, temelde çok uluslu Osmanlı Devleti’ni Osmanlı ailesi etrafında kılıp geleceğe, modern ve devlet mekanizması iyi çalışan, teknolojik olarak gelişmiş bir devlet yaratmak istiyordu. ABD’yi kuran zihniyetin de aynı mantıkla çalıştığını görünce, tarihsel olarak aslında bizimkilerin mantıksal kurgusunun kendi içinde tutarlı olduğunu gözlemliyoruz. 

Bu olumlu yönlerine rağmen Cumhuriyet öncesinde yenileşme teşebbüsleri tenakuzlar silsilesi olmaktan kurtulamamıştır. Bunda yenileşme çabasının mevcut dünya şartlarına uygun bir cemiyet bünyesi kazanmak amacı güdülmesi gerektiği halde bütün çabaların dini argümanlarla sekteye uğratılmaya çalışılmasının önemli etkisi vardır. Ve bu bakış açısı hâlâ etkinliğini koruyor maalesef. Çünkü eğer Türkiye Cumhuriyeti geçiş sürecini “İslâm ile Kemalizm arasında cereyan eden mücadele, bunun yansımasını da Nakşibendîlik/Sünnî ve Bektâşîlik/bid’i din anlayışı diye sunarsanız Yeni Devletin “kuruluş zeka”sına hakaret olur. 

Osmanlılık ideolojisi Birinci Dünya Savaşı’na kadar, hatta Yeni Osmanlılar diye zaman zaman tazelenerek devam etmiştir. Yusuf Akçuraoğlu’nun Üç Tarz-ı Siyaset adlı çalışması buna dairdir. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edildiğinde aydınların çoğu bu ideolojiye sarılmıştı. Fakat 1912’de Balkan Harbi Osmanlılık ideolojisine ilk ve kesin darbeyi vuran bir imtihana dönüştü ve bu sınavı kaybettik.  Türkçülük ideali siyasi bir kuvvet haline gelmeye başladı. Tabii bu arada yeniden İslamcılığın devreye sokulma çabası da vardı. Ama 1. Dünya Savaşı’nda Müslüman ve kardeş dediğimiz kitlelerin bu küresel imtihanda Batılılarla birlikte hareket etmesi ve bunu “1. Uyanış” olarak nitelemesi karşısında insanlar Türkçü söyleme daha önem vermeye başladı. 

Türklerin üç tarz-ı siyaset ile yeni dünya siyasal sistemine uyum sağlaması; Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına “Türk” denir diyerek yeni bir ulus devleti, laik ve sosyal yeni bir siyasal birim olarak sunumuyla ortaya çıkmasıyla özdeştir. Burada kurucu özne Oğuz/Türk’tür ama “Türk milleti” tanımına bakınca, Batı (Oğuz) Türklerinin kültürlerini, yaşam tarzlarını benimsemiş, kaderlerine katılmış olanlardan meydana geldiği görülür. Geçiş süresini tamamlayan Devlet 1924 Anayasının 88. Maddesinde "Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibâriyle (Türk) ıtlak olunur” ifadesiyle bunu yasallaştırmıştı.   Böylece devletin niteliğini açıklamak, yurttaşların eşitliğine vurgu yapmak, yasama yürütme ve yargı onlarının yetkilerini kullanma süreçlerinde dayanak ve rehber olma ilkesi netleşmiştir. 

1908 Meşrutiyeti’nin bilinciyle başlayan milliyet tasavvurunun ikinci aşaması Anadolu istiklal harbini kazandırmıştır. Bunun ete kemiğe bürünmesi ise yeni devlet ile olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları net bir şekilde yeni bir sistem ve yeni bir ulus kavramı oluşturarak yönünü Batılı değerlerden yana koymuştur. Bunun için önemli kararlar almış ve devrimler yapmıştır. Bu milliyetçiliğimizin üçüncü aşamasıdır. Artık vatan denildiğinde Türk Vatanı; millet denildiğinde Türk milleti; devlet denildiğinde Türk Cumhuriyeti anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere, yeni kurulan devletin temel kodları II. Meşrutiyet’ten itibaren denenen arayışlarda yatar. İslam âleminde en uzun süreli parlamenter sisteme sahip bir yapı, Cumhuriyeti ilan eder. Yeni hüviyet budur ama mahiyetinin simgelerini Cumhurbaşkanlığı forsunda verir. Türk coğrafyasındaki kültürel ve siyasal dönüşümün simgeleri buradaki devletlerdir. Üç Tarz-ı Siyasetin en sonuncusu olan Türkçülük aslında Türk Felsefesinin de resmi olarak başlangıcıdır, önceki hüviyetlerin Türkçe düşünüp, Farsça ve/ya Arapça yazmalarının yerine artık düşünce/felsefe Türkçe ile olacaktır. 

Türk Felsefesinin İmkânı

Türk Felsefesi hakkında öncelikle kavramsal analizler yapacak olursak, felsefi birikimin bir kümülatif/kronolojik; bir de sistematik/problematik ana hatlarıyla da olsa tahlilini yapmak gerekir. 

Şöyle ki, burada bir “Türk Felsefesi”nin İmkânını müzakere ediyorsak, bunun tarihsel temellerini ortaya koyup bir anlama ve açıklama modeli ve/ya tarzı oluşturup oluşturmadığından bahsediyoruz demektir. İslam Felsefesi, Arap Felsefesi, Hıristiyan Felsefesi, Musevi ve/ya Yahudi Felsefesi, Çin Felsefesi, Budist Felsefe gibi tasavvurların, Tanrı-Evren ve insan irtibatına dair felsefi kurguları vardır. 

Bu çerçevede, felsefe dışı unsurlara ve ideolojilere kapılmadan felsefece değerli olanı ortaya koymaktan bahsedildiğini sürekli söylüyoruz. “Türk felsefesini yüceltmek diye bir hedefimiz varsa bu ancak felsefeyi yüceltmekle mümkün olacaktır. Türk felsefesinin başarılı olmasını istemek, felsefenin başarılı olmasını istemek demektir.  Dolayısıyla Türklere özgü, Türklüğe yakışan Türklerce gerçekleştirilen, Türk görüşünü yansıtan bir felsefe söz konusudur. Öyleyse bu felsefenin değeri de Türklüğünden gelecektir, bu değerin de ölçeğinin Türklükte bulunmasından daha doğal bir şey olamaz.” Felsefe dışı unsurlar derken de, ortaya konulan Türk Felsefesi, felsefe sorunlarının müzakeresine sağlayacağı katkıyla değerlendirilecektir.

Bir Aidiyet ve Kimlik Olarak Türk Felsefesi

Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurt kültürel sürekliliğini ve medeniyet oluşturma süreçlerini, İpek Yolu’nun jeo-politiği bağlamında okumak gerekir. Çünkü bunu yapmak aslında Türk Felsefesinin bir nevi toplumsallaşma sürecimizin serencamını da oluşturmaktır. 

İç Asya’dan başlayan göç tarihini bir nevi toplumsallaşma süreci olarak incelerken, İbn Haldun’dan hareketle, asabiyet kavramını  “dayanışma duygusu”, “sosyal bağlılık” ve “sosyo-politik kimlik” olarak tanımlıyoruz. Birey, aile ve toplumsal varoluşumuzu, medenî/siyâsî aidiyetimizi İbn Haldun’un sebep/din olarak İslam, nesep/ırk olarak Oğuz/Türklük tasavvurlarını merkeze alarak temellendiriyoruz. Hun, Göktürk, Uygur Hakanlığı, Karahanlılar, Gaznelilerden itibaren Büyük Selçuklu Sultanlığı, Harzemşahlar Devleti, Atabeylikler, Anadolu Selçukluları, 648 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ile Türk tarihinin 1200 yıllık uzunca bir dilimine damgasını vuranların bu Oğuz-Türkmenleri olduğuna dikkat çekiyoruz. 

“Bir Nefes Felsefe” yazısının sonuncusunu 19 Mayıs Cuma günü yayımlayarak, “Türk Felsefesi Ayrıksı mı? Sorusuna cevap verip, ödevlerimiz hakkında bir güncelleme yapacağız nasipse. 

Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Tüm Makaleler

  • 12.05.2023
  • Süre : 7 dk
  • 672 kez okundu

Google Ads