Site İçi Arama

dinfelsefe

Bireysel Ahlâk

Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (sav) kadar bütün peygamberler, insanların dünyada refah, mükemmellik ve olgunluğa; ahirette felaha erişmeleri için ihtiyaç duydukları genel ilkeleri açıkladılar.

Giriş:

Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (sav) kadar bütün peygamberler, insanların dünyada refah, mükemmellik ve olgunluğa; ahirette felaha erişmeleri için ihtiyaç duydukları genel ilkeleri açıkladılar. Teorik (itikad/iman) ilkelerinin doğru pratiğe (amel-i salih) nasıl aktarılacağını bizatihi yaşayarak gösterdiler. Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmanın (16/125) örneği oldular. Örnek insan olma, Peygamberler tarafından tebliğ edilen itikadî ve amelî hükümlerin üçüncü boyutu olan ahlâkî hükümleri gündeme getirdi.

Bireysel ve toplumsal ilişkilerde ahlâkî hükümlerin yeri ve önemini incelemeden önce, genel hatlarıyla “Ahlâk Felsefesi”nin konusu üzerinde durmak gerekir; zira felsefenin bu dalı, insanın yapıp-ettikleri ve davranışları ile ilgilenir.

Felsefî açıdan “Ne bilebiliriz” ile epistemoloji; “ Ne umabiliriz?’ ile kelam/teoloji veya din felsefesi; “Ne yapabiliriz?” ile ahlâk felsefesi ilgilenir. Dikkat edilirse, dünya ve ahirette mutluluğu elde etmeyi hedefleyen Din ile dünyada mutluluğu (tahsilu’s-saade) elde etmenin bilgisini sunan felsefe arasında bir iç içelik söz konusudur.

Ahlâk felsefesi, davranışlarımızda “‘İyi’ ve ‘Kötü’, ‘Yanlış’ ve ‘Doğru’, ‘Erdem ve kusur’ ne anlama gelir?”, “Herkes için genel geçer bir ‘doğru” davranış ölçütü var mıdır?” gibi so­ruları analiz eder. Bunu insan davranışlarını değerlendirerek yapar. Değerlendirmeden kasıt, insan eylemlerini ve ahlâkî tutumlarımızı, bunların arka planında yatan yargılarımızı incelemesidir. Kısacası Ahlâk Felsefesi “İyi, kötü, doğru” gibi ahlâk kavramları üzerinde düşünme, genel bir araştırma yapmaktır. Yani” ahlâk”ın felsefesini gerçekleştirmeye çalışmaktır.

Her insanın kendine özgü bir ahlâk anlayışı vardır, bunda çevresi (aile, toplum) kültürel birikimi, inandığı din, benimsediği dünya görüşü de etkilidir. Eğer biz, ahlâkî sorunlarla ilgili doğru ve tutarlı bir tutum  ve tavır/duruş kazanmak istiyorsak, insanların yaptıkları seçimleri kendi  standartlarına göre yaptığı ve hayatını gerekli olan belirli değerleri keşfederek sürdürdüğü üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Bu anlamda, tikel; yani belirli bir duruma özgü bir ahlakilik (etik)ten bahsedebiliriz; dolayısıyla, insanın seçimiyle belirlediği değer ile ilgili bir ilke, aynı zamanda ahlâkî bir ilkedir. Bu çerçevede ahlak felsefesi (etik) üzerinde düşünmek,  aslında “bilgece bir eylem yolu arayışı” anlamında “yolda olmak” şeklinde tanımlanan felsefeyi soyut bir ilgi alanı olmaktan çıkararak “iyi bir varoluş tarzı”nı gerçekleştirmede bir araç olduğunu göstermektedir.

Bilgi çağının ve küreselleşmenin sonucunda oldukça yaygınlaşmış yeni ahlâkî sorunlarla (ya da en azından yeni bir kılığa bürünmüş klasik ahlâkî sorunlarla) karşı karşıyayız. Özellikle, teknoloji, iş dünyası ve medyanın bütün hayatımızı kuşatarak aldıkları kararlarla bütün toplumu yönlendirme ve biçimlendirmeye çalıştıkları günümüzde, eğer hâlâ sürekli ve adaletli bir toplumsal düzen sağlamayı hedefliyorsak, toplumsal değerler veya eylemde bulunmanın ortak ilkeleri üzerinde uzlaşmamız gerekmektedir.

Bu uzlaşmanın temini için cinsellik ve ahlâk ilişkisi bağlamında fuhuş, pornografi, şiddet, kürtaj, kiralık annelik ve tüp bebek sahibi olmak, ayrıca canlıları kopyalamak (klonlamak), ötenazi gibi yeni ahlâkî sorunlara cevaplar üretecek niteliklere sahip öncelikle bireysel ve tekil bir  ahlâkî duruş sergilemek gerekir. Çünkü, “Özne”yi merkeze alan modern felsefe ile birlikte bireysel eylem ve kişinin (temsil edilebilir) niyetlerinin “Evrensel bir Yasa” ile nasıl bir irtibat içinde olduğu önem kazanmıştır. Bu doğaldır; zira ahlak/etik, ister bireysel olsun, ister kolektif, öncelikle bir “Özne”nin eylemini yargılayan ilke olarak belirir. Bunu yapmak, “olup bitenler” ile nasıl bir ilişki kurduğumuzu belirleyen bir ilkeye, tarihsel durumlarla (insan hakları etiği), teknik-bilimsel durumlarla (tıbbı etik, biyo-etik), toplumsal durumlarla (birarada yaşama etiği), medya durumlarıyla (iletişim etiği) ilgili yorumlarımızı düzenlemeye; yani ahlak felsefesine tekabül etmektedir.

Tekil olaylar karşısında evrensel bir yasa ile irtibat sağlanır ve kalıcı bir ilke haline getirilirse, bu tekil durumlar çoğalır ve toplumsallaşabilir. Bu tespitteki “evrensel yasa”yı İlahi/dini emirler diye okumanın imkanına gelince; aslında yaşanan güncel sorunlar, görünüşte teknik ve ilmi olarak gözükse de, uygulamada bu sorunların ahlâkî boyutunun baskın olduğunu; dolayısıyla salt bilimsel çözümler üretilemeyeceğini üzerinde durmak gerekir. Bunu Begoviç’in tespitiyle söyleyecek olursak, “İlmin ilerlemesi ne kadar büyük ve göze çarpar olursa olsun, ahlâk ve dinî fuzuli ve lüzumsuz kılamaz. Zira ilim, insanlara yaşamalarının ne şekilde olması icap ettiğini öğretmez ve herhangi bir değer ölçüsü göstermez. Din olmasaydı biyolojik hayatı insani hayatın seviyesine çıkaran bu değerler, meçhul ve anlaşılmaz kalırdı. Çünkü din, daha ulvi bir başka alemin mahiyeti hakkında “bilgi”, ahlâk ise manası hakkında “bilgi”dir.”(Begoviç; 1993:151) O halde “Dinî ahlâkı” ve bireyi öncelemek, salt din hakkındaki araştırmalara dair temel sorunlarla değil, daha kapsamlı teorik ve pratik sorunlar yumağı ile ilgilidir. Bu noktada dinî açıdan bireysellik ve ahlâkîlikten ne kastedildiğini ana hatlarıyla görmek gerekir.

“Bireysellik” ve “Ahlâkîlik” Kavramları

İnsan “düşünen” ve ‘eylemde bulunan” bir varlık olarak fiziksel ve toplumsal çevresine etki eden, birbiriyle karşılıklı bağıntılar kuran bir varlıktır. Var olmak, bu anlamda, bir ailenin; bir mahallenin, bir milletin, bir devletin unsuru olmaktır. Bu açıdan toplum içindeki davranışlarını keyfine göre yapamaz. İnsanlar madem ki topluluk halinde yaşamaktadır, o halde toplumsal uyumu, işbirliğini en iyi şekilde sağlayacak değerler ve davranış tarzları üzerinde düşünmeleri gereklidir. Dolayısıyla yeryüzünde bütün insanlara öğütlenebilecek eylem ilkelerinin veya belirlenmiş temel kavramların yani evrensel ahlâk ilkelerinin olması doğaldır.

Bu anlamda insan bir canlı olarak bu dünyada yaşarken, bir değer olarak metafizik dünyada yaşar. Bu nedenle “değer”in özelliği, hem insana bağlı olarak mevcut olması; hem de duyu organlarımız üzerine kurulmuş olan fizik nesnelerin bilgisinden farklı özellikler taşımasıdır. Düşünce tarihinin ilk dönemlerinden itibaren (Sokrates) kişilere göre ya da toplumlara göre değişmeyen yani, herkes için geçerli olan değerler ve ahlâkî yargıların rasyonel temellendirmesinin yapılagelmesi bunun örneğidir. Her düşünen birey, iyi-kötü, doğru-yanlış şeklindeki kararının salt kendi­sine böyle görünmediğinin; her akıl sahibi varlık için de geçerli olduğunun bilincinde olabilir.

Bireysel ahlâklılık, yani erdemlilik, bilgiyle olur. Erdemli insan bilgili in­sandır. Bu bilginin içeriği, “iyi” dir. Bütün erdemler doğrudan bil­geliğe ya da bilgiye dayanırlar. Bilge kişi bile bile kötülük yapmaz; çünkü sorumluluğu olan şeyleri olmayanlardan ayırt eder, iradesini kendi sorumluluklarıyla sınırlar; böylece geri kalan şeyler karşısında mümkün olduğunca etkilenmeden tahammül eder. Cahillik, bilgisizlik bütün mutsuzluk ve acıların kaynağıdır. Kısacası, erdem bilgidir.

Bilginin elde edilmesinde mantıksal (akli) tutarlığa dikkat edilmelidir. Teorik ve akli bilgi, temel bilgidir. Bu temel bilgiye uygun hareket etmek, “iyi”dir; uygun hareket etmemek “kötü”dür. Görüldüğü üzere, çeşitli erdemler olduğu tasavvuru sadece bir görünüştür; aslında tek bir erdem vardır. O da “iyi”nin bilgisine sahip olmaktır. Üstelik buna sahip olmak yetmez, bilgiyi erdem ve yaşantı durumuna getirmek gereklidir; yani onu canlı, somut bir hale dönüştürmek hedeflenmelidir. İşte bu anlamda pratik varoluş, “İyi” tasavvuru etrafında düzenlendiği için ahlak/etik, felsefenin bir parçasıdır.

İslamiyet açısından bu nokta, Kaside-i Burde’de veciz bir şekilde şöyle belirtilmektedir: “Amelsiz sözden Allah’a sığınırım” ve “Sana iyiliği emrettim, lakin emrettiğim şeyi ben yapmadım ve dürüst davranmadım. Öyleyse benim sana “doğru ol” demem neye yarar?” (Busiri;2004:42-43) Görüldüğü üzere, dinimiz açısından teori ve pratik uyumu şart olup; sadece bireyin iyilik ve takva üzerinde yardımlaşıp, doğru ve mutlu yaşaması, kötülüklerden kaçınması yeterli değildir; bunun yanı sıra iyiliğin toplumsal hale gelmesi için müminler arasında dayanışma gerekir. Kur’an-ı Kerim’de bu noktayı belirtildikten sonra teyit olarak bir de “Günah işleme ve düşmanlık etmek hususunda yardımlaşmama”(5/2) talebinde bulunulmaktadır. Eğer bu gerçekleşirse; in­sanlığın doğru ve mutlu bir hayat sürmesinin şartları oluşmaya başlar.

Toplumsal ahlâk diyebi­leceğimiz bu düşüncenin gerçekleştirilmesi devlet ile mümkündür. Zira kendisiyle barışık insanların bir araya gelerek aile kurmaları yeterli olmaz,  bireysel ve ev yönetiminde tespit edilen düzenli iş bölümü ve ortaklığın/yoldaşlığın aynı şekilde toplumda devam etmesi gerekir. İhtiyaçların ve yeteneklerin çeşitliliğini, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayı ortaya çıkarır. Bunun gereği olan iş bölümü sayesinde medeni hayat mümkün olur. Medeni bir hayatın sürdürülebilmesi için insanların kötü yönlerini ortaya çıkaran güç elde etme hırsı ve şehvetlerinin kontrol altında tutulması, ancak sivil bir otorite veya yönetim (siyaset/tedbir) ile olur. Bu anlamda siyaset, medeni hayatın sürdürülebilmesi için insanların kendi iradeleriyle belirlediği bir mekanizmaya işaret eder; yani beşer olarak, bir nevi hem kanun koyucu¸ hem de, uyruklar olarak işlevseliz. Bununla birlikte sorun, son tahlilde, bireysel olarak “Her şeyin kendine göre ölçüldüğü “iyi”nin bilgisinin kaynağı nedir?” sorusunda düğümlenmektedir.

Bu sorunun cevaplanmasında hem ferdi; hem de ilâhî bir boyut vardır. Şöyle ki; İslâm düşüncesine göre, ifrat ve tefritten sakınarak erdemli bir hayat için bu sorunun cevabını aramak, bireysel açıdan önemlidir. Ev, mahalle, şehir, millet isimlendirmeleri altındaki toplumsal hayatımızın ilk aşaması, bireysel olarak erdemin özü olan ifrat ve tefritten kaçınarak, “iyi”nin ne olduğunu bilmekle başlar. Bu sorunun ilâhî boyutu ise, her şeyin ölçüldüğü ama kendi ölçülemeyen, mutlak, ilke olan Allah olması açısından değerlendirilmelidir. Önemli olan, her şeyin etken sebebinin “O” olduğunu idrak etmek; onun bilgisine uygun yaşamaktır. Bu nokta, ahlâk ve dinîn aynı şey olmadığını; ama ilkesel olarak ahlâkın din olmadan olamayacağını gösterir. Bireysel açıdan ahlâk, doğrudan doğruya dindarlığa bağlı olmaktan öte; başka ve daha üstün bir dünyadan bahseder.

Her şeyin kendine göre ölçüldüğü “iyi”nin bilgisinin kaynağı nedir?” sorusunun cevaplanmasında ilk boyut, beşeri; ikincisi ilâhî iradeye tekabül eder; zühd ve takva, bu ikisinin uyumuyla ortaya çıkar. Bunu gerçekleştirmek, ancak ilim tahsili ile mümkün olur. Kur’an’ın belirttiği ilme’l-yakin aşaması buna işaret eder. (102/16) Teorik bilgilerin elde edilmesi, kavranması, gözlem ve deneyle test edilmesi, bunların tarihsel diğer bilgiler ile muhakeme edilmesi aşaması ise ayne’l-yakine işaret eder.(102/7) İlmiyle amil olmak, insanın önce kendi ahlâkını, yani bireysel olarak maddi ve manevi açıdan kendine iyi bakmak, saygınlığını korumak; sonra başkalarının (ev halkı ve kentlileri) ahlâkını iyileştirip düzeltmeye çalışmaktır. Birey, toplum ve devlet üçgeninin temelinde ahlâkîlik ilkesinin yatmasından kasıt budur. Bu aşamaya da, hakka’l-yakin denilir.(96/51)

Bu üç aşamayı tamamlayan kişi, yani bildiğiyle amel eden mümin, hem alim; hem de arif sıfatını kazanır. Teori ve pratik uyumunun gereği olarak doğru olanın itirafı, ikrarı ve eylem haline dönüştürülmesi söz konusudur burada. Artık bilginin kötüye ve kötülüklere yol açacak şekilde kullanımı olmaz. Düşünen, akleden bir kalbe sahip olan (22/46) bilim adamı, sürekli olarak kendisinden daha fazla bilen olduğunun farkında olarak (12/76) mütevazılığını korur. Nefsini sürekli sorgular ve tercihini “İyi”den yapmaya çalışır, araştırmalarında bulduğu sonuçla yetinmez, daima yeni araştırmalar ve buluşlar peşinde olur. Bu tür bilim bilincine sahip olan kişiye hikmet sahibi denir. Bundan kasıt, bilgi-bilim ve teknolojinin değerlendirilmesinin ve anlaşılmasının tüm ahlâkî etkilerle birlikte Müslüman toplumumun değerlerini gözeterek yapmak demektir. İyi ve güzel olanı yapmayı önceleme, ferdi, ailevi ve içtimaı hukuka saygı, demokratik ve açık bir toplum için zorunlu şartlardır.

Kamil ve hakîm bir insan olma çabasının gereği olarak, hem iyi; hem de kötü ahlâkî vasıflarını devamlı olarak kontrol ederek, ahlâkî bozulmaya götüren şeylere karşı sürekli uyanık olmaya çalışır. “Uyanık olmak”tan kasıt, nefsin kişiye öldürücü lezzetleri güzel göstermesi karşısında sürekli sorgulamaktır. Böylece kişi, nefsini bayağı isteklerinden çevirmeye çalışır. Nefsin kendini yönlendirmesinden sakınmayı önceler; çünkü nefsani istekler, hâkim olduğu kimseyi ya helâk; yahut rezil eder. Belirli bir iyi fikrini kökten reddetmeyi gerektiren bu tür arzulardan vazgeçmek gerekir. Bunun gerçekleştirilme ihtimali hususunda, dindar bireysellik ile felsefî bireycilik arasındaki ilişkiyi kısaca incelemek gerekir.

“Felsefî Bencillik” ile “Dinî Bireycilik” Arasındaki Fark

Felsefî açıdan bencillik, evrensel ahlâk yasası olmadığını, kişinin sürekli olarak kendi çıkarlarını öncelemesi gerektiğini vurgular. (egoizm) Bireyin eylemlerinin tek ahlâkî nesnesinin, kendi menfaati olduğunu söyleyen bu tür bir ahlâkî bencilliğin dinî açıdan anlamı olmadığı açıktır. Bizim vurgulamak istediğimiz “İndividualizm” anlamında bireycilik ile “Personalizm” de denilen şahsiyetçilik arasındaki farktır. Bunu belirlemek için öncelikle, dinî, siyasi, ekonomik ya da hukuki açıdan ele alınabilen ve açıklanabilen bireysel haklara dair öğreti olan bireycilik (individualizm) ile sadece “bireyleri birbirinden farklı varlıklar” şeklinde tanımlayan ve ayıran “işaretler, numaralar, imler ve kodlar”ı içeren bireyselleşme arasındaki farkı görmek gerekir. Çünkü, bu ayrımın temelinde hak ve sorumluluk kavramları yatmaktadır.

Bireycilik ve bireyselleşme kavramları, dindar insanın bireyselleşmesine katkıda bulunduğu gibi, kendi aralarındaki hak ve sorumlulukların belirlenmesine katkıda bulunmuştur. Haklarının bilincinde olan birey, seçme özgürlüğüne sahip olur ve yaptıklarının ahlâkî yükümlülüğünü de üstlenir. Şahsiyetçiliği “Egoizm” anlamındaki bencillikten ayıran nokta, burada billurlaşır; zira hak ve sorumluluk bilincine sahip birey, basit bir bencillik ve çıkarcılık peşine düşmez. Çünkü bireyselleşmenin gereklerinden olan özerk ve özgürlük, müstakil olma ve yaptıklarından sorumlu tutulma anlamında olup, evrensel ahlâkî kurallar ile ilâhî emir ve yasaklardan müstağni olmayı getirmez.

Dikkat edilirse, buradaki bireyciliği tam anlamıyla karşılayan terim individualizmden ziyade personalizmdir. Türkçe’ye “şahsiyetçilik” diye çevirebileceğimiz bu kavramsallaştırmada hayatın manevi yönünü ihmal eden materyalizm ile maddi boyutunu unutan spiritüalizmin açmazlarına düşülmez ve hayat bir bütün olarak kabul edilir. Bu öğretinin bencillikle hiç alakası yoktur; zira bu anlayışta başkalarıyla ilişki kurma, hayatı paylaşma, diğer insanlarla birleşip bütünleşmek eğilimi vardır.

Buradaki şahsiyetçilik, bireyden başlayıp, aile ve topluma doğru açılan bir yelpaze gibidir. Kişi, hem şahsiyetini; hem de toplumsal yönü ihmal etmez. Kişide somutlaşan manevi/dinî değerler, böylece şahıslar arasına taşınır. Maddi ve manevi kurtuluşun sağlanması bu tür bir bireysellik ve toplumsallık işbirliğiyle sağlanır. Şahsiyetçiliği (personalizm) öncelemek, bölünmez bir bütün olan varlık anlamındaki bireyi, kendine yeterli görerek, onun bir nevi egoizme düşüp, hoyratlaşmasına ya da toplum içinde eriyip gitmesine engel olur. Nurettin Topçu’un ifadesiyle “İslâm, bireyi sıradan bir bütün olarak görmeyip, sürüyü oluşturan unsur olmaktan çıkarmış, inançları ve benimsediği manevi hüviyetiyle iradesinin bağlandığı değerler sistemi ile birlikte “şahıs” haline getirmiştir.

Dindar Birey Örneği Olarak Hz. Muhammed

Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı üzere “şahsiyetçilik” ile “dindar bireycilik” özdeşleşmektedir. Bu anlamda, inançlı ve şahsiyetli bireycilik, herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan, Yaratıcısı ile irtibat kurma hak ve sorumluluğudur. Diğer bir ifadeyle, dinî değerleri önemseyen kişi, gerçek, somut, tarihsel ve toplumsal olarak konuşlanmış insandır. 

Hz. Muhammed’in örnek insan alınması bu bağlamda düşünülmelidir. Hak ve sorumluluklarını tespit etmesinde teori ve pratik uyumunu örnek şahsiyet olarak gerçekleştirmiş olması müminler için çok önemlidir. Evet, O, 14 asır önce yaşamıştır; tarihsel olarak “uzaktan gözlere küçük görünür; fakat yakından ve doğrudan bakınca gözü kamaştıran güneş gibidir.” En son peygamber olması nedeniyle Hz. Muhammed “maddesi ve manası tam kemale ermiş, sonra da insanı yaratan Allan onu kendine sevgili seçmiştir.” O da bir beşerdir; ama Allah’ın yarattığı bütün varlıkların en hayırlısı olduğu için bizlere her açıdan örnektir. Güzel ahlakla süslenen Peygamberimizin yaratılışı Allah’ın en büyük ikramıdır. Güzellik onu bürümüş ve güzel yüz ona nişan olmuştur. Ahlaken yumuşaklıkta bir çiçek; şerefte dolunay, cömertlikte deniz, himmet hususunda sonsuz zaman gibidir. (Busiri; 2004:65-67,70-71)

“Dinî Ahlâk” Anlayışı

İnsanın ahlâkî tecrübesiyle Tanrı’nın varlığına inanması arasında ikili bir ilişki vardır. Ahlâkî deneyimlerden hareketle Tanrı’nın varlığına ve birliğine ulaşmaya, ahlâkî veya moral teoloji; Tanrı’nın varlığından ahlâkî deneyimlere ulaşmaya ise dinî ahlâk (teolojik veya moral etik) denir. Bu nokta, M. Abid Cabiri’nin ifadesiyle, bilgiden ahlâka gitmek Yunan-Avrupa; ahlâktan bilgiye gitmek İslâm düşüncesinin temel özelliğini belirlemesi açısından çok önemlidir

Macit Fahri’nin tespitiyle, kelâmî ve dinî ahlâk arasında ayırıcı keskin bir çizginin varlığından bahsetmenin zorluğuna rağmen, bu tür bir ayrım yapılmalıdır; zira dinî ahlâk, temelini Kur’an ve Sünnet’ten alarak metnin zahirinin aynen kabul edilme veya cedelî bir şekilde yorumlanma derecesine göre “nassi” veya “kelâmî” diye nitelendirilen ahlâk türlerini içerir. Ayrıca “dinî ahlâk” farklı Yunan felsefe akımlarının etkisini yansıtan felsefî ahlâk teorilerini de kapsar. Bu nedenle “dinî ahlâk” terimini kullanmayı tercih ediyoruz.

“Kelâmî ve felsefi ahlâk” anlayışında, ahlâkî meselelerle cedelî bir yaklaşım söz konu olup; Yunan felsefesiyle bağlantılı olarak doğru ile yanlışın veya dinî teklifin tabiatı ve temelleri gibi belirli rasyonalist tezlerle yöntemsel olarak ilgilenme önceliklidir. Bu nedenle, kelamcı ve felsefeciler, ahlâkî önermelerin mantıki konumlarını tartışmaktan kalıcı bir ahlâk teorisi geliştiremediler. Oysa, Kur’an ve Sünnette daha sağlam bir şekilde temellendirilen dinî ahlâk, cedelî veya metodolojik inceliklerden uzaklaşma ve doğrudan İslâm ahlâk ruhunu ortaya çıkarma eğilimindedir. Bu gerekçelerle, ahlâkî yargılarımızda dinî verileri merkeze alan bu bakış açısına dinî ahlâk demeyi tercih ediyoruz.

Dinî Ahlâk Anlayışının Bilgisel Temeli

Dinî ahlâk anlayışında bilgi kaynakları olarak akıl ve duyuların yanı sıra ilâhî hitabın verileri de dikkate alınır. Bir ahlâkî yargının (iyi-kötü), dinsel yargılardan (sevap–günah) farkı, kaynak itibarıyladır. Diğer bir ifadeyle, “iyi ve kötü”, Allah’ın emirleri merkeze alınarak yorumlanır. Fakat bunu söylemek, iyi ve kötü olanın tanımlanmasında sorun olmadığı anlamına gelmez. Düşünce tarihinin ilk dönemlerinden bu yana tartışılan klasik sorunlardan birisi, “Bir şey, Tanrı istediği için mi iyidir; yoksa bir şey bizatihi iyi olduğu için mi, Tanrı tarafından iyi diye nitelendirilmîştir?” sorusu çerçevesinde şekillenmiştir.

Bu soruya verilecek cevap önemlidir; çünkü ahlâk ilkelerine sahip olmak farklı; bu ilkeler ile somut olaylar arasındaki ilişkiyi görmek farklıdır. Ayrıca vahyi merkeze almak, diğer bilgi ve tarihsel kaynakları yok saymak anlamına gelmez. Bu noktada, klasik İslâm kaynaklarında bilgi kaynakları olan bilgi, duyular ve haber-i mütevatirin sayıldığını hatırlamak gerekir. Çünkü  ahlâktan bilgiye gitmenin müntesibi olunan Muhammedi şeriatın verilerinden daha kadim bilgi kaynaklarına sahip olunduğu ortaya çıkar. Zira “Haberi- mütevatir”, güvenilir ve doğru bilgi anlamına gelmekte olup iki türlüdür:

Birisi geçmişte kalmış olan insanlığın birikimidir, arkeolojik kazılarla ve tarihsel metinlerle ortaya çıkarılmaktadır; ikincisi İlâhî ve kitaplı dinler için geçerli olan vahiydir; insanı olgunlaştırmak, yüceltmek, onu yüce bir gayeye yöneltmek için gönderilmiştir. Bu gaye için peygamberler aracılığıyla gönderilen vahiylerle insana önce teorik ilkeler verilerek zihni, sonra bedeni ona göre hareket ederek eğitilir. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar temelde verilen teorik/itikadî ilkeler aynıdır; bu nedenle bu iki peygamber arasındaki gönderilen bütün dinler/şeraitlerin hepsinin ortak ismi İslam'dır. Bütün ilahi mesajlar, bunların ahlâklı davranışın nasıl olacağına dairdir.

Dinî Ahlâk Anlayışı Açısından Bireysellik

‘Dinî Ahlâk” bütün vahiylerin öncelediği ahlâklı davranışın nasıl olacağının incelenmesidir, tespitinden kasıt; kişinin davranışının ahlâkîliğini belir­lerken iradeli ve kasıtlı yapılması üzerinde ısrarla durmasıdır. Ahlâkî açıdan doğru seçim yapma ve doğru karar verme öğretisi olarak da tanımlanabilen ahlâk felsefesinde temel soru “Neyi seçmeliyim?”dir. Bu soru, “En yüksek iyi nedir, hangi hayat biçimini seçmeliyim, nasıl bir insan olmalıyım, ne istemeliyim, ne yapmalıyım ve bunda Tanrı’nın rızasına uygun davranmanın önemi nedir?” sorularını ortaya çıkarır.

Ahlâk’ta bireyi öncelemenin önemi bundan dolayıdır. Kişinin, iyi ve kötüyü bilmesi yetmez, onun iyi olanı yapması, kötü olandan kaçınmasının hem bu dünyada; hem de ahirette mutluluğu kazanmasına vesile olacağının idrakinde olması gerekir. Bu da ancak dinî verilerle olur. Bu, dini değerleri öncelemeyen kişinin ahlaklı davranmayacağını söylemek anlamına gelmez; zira kötü olan ve kötülükten kaçınmanın temellendirilmesiyle ilgili bir tespittir bu.

Örneğin, hem ahlâklı; ama dinî değerleri önemsemeyen bir kişi; hem de dindar bir insan, hırsızlığın ve fuhşun, alışverişte hile yapmanın kötü bir şey olduğunu bilir ve bunu ahlâksızlık olarak nitelendirir; bunları yapmaktan kaçınır. Kaçınmakla yetinmez, bir kötülük ve ahlaksızlık gördüğü zaman bunun yayılmaması için elinden geleni gösterir. Bunlar hakkında yorum yapmaz; sürekli olarak iyi olanı ön plana çıkarır ve bunu yaymaya çalışır. Böylece o kötülüğü yapanın nefsin sorgulamasına ve tövbe etmesine imkân tanır; çünkü “şirk” dışında affedilmeyecek günah yoktur. Dolayısıyla bireylerin günahlarını değil, sevap ve iyiliklerini görmeyi öncelemek gerekir; zira Peygamberimiz, “iyiliği gördüğü zaman kapatan, kötülüğü gördüğü zaman yayan kötü komşunun şerrinden Allah’a sığının” demiştir. O halde, insanları birbirinden uzaklaştıracak, aralarındaki bağları koparacak, düşmanlık ve hasedi artıracak zan, tecessüs (yersiz merak ve araştırma) ve gıybetten kaçınmak gerekir. (49/12) “Şayet mümin kişi, bir kardeşinin ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirete onun bir ayıbını örter” diyen Peygamberimiz, bu husus üzerinde o kadar çok durur ki, böylesi kimselerin cahiliye döneminde diri diri gömülen bir kız çocuğunu diriltmiş gibi sevap kazanacağını belirtir.

Bu ve benzeri ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, bir eylemin kesinlikle kötü olduğunu; yani Tanrı tarafından yasaklandığını bilen dindar insan, bu eylemleri yapamaz; üstelik kötülüğe kötülükle karşılık da veremez. Hatta kötülüğe kötülükle karşılık vermenin düşmanlığı artıracağını düşünerek, iyilikle mücadele edilmesi, “Mümin olmanın vasfı kerim olmaktır” ilkesi gereği karşılığının güzel bir şekilde verilmesi istenir. Bu çerçevede, yardımseverliği ve iyiliği herkes tarafından bilinen Hz. Ebu Bekir’in Hz. Aişe’ye iftira (ifk) olayındaki tavrı bizlere örnek olabilir. Hz. Peygamberimizin iffet timsali eşine, sürekli yardım ettiği bir kimsenin de iftira ettiğini gören Hz. Ebu Bekir,  bu şahsa sadece yaptığı yardımları keseceğine dair yemin eder. Bunun üzerine Allah tarafından gönderilen ayet şudur: “İçinizden fazilet ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, yoksullara; Allah yolunda hicret edenlere vermemek üzere yemin etmesinler, onların kusurlarını bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”(24/22)

Bu olay ve ayetten de anlaşıldığı gibi, bırakın kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi, yapılan iyiliğin terkedilmesi bile hoş görülmemektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus şudur; kişi öncelikle eli ve dili ile kötü olanı engellemeye çalışmalıdır. Yapabilirse kötülüğe iyilikle karşılık vermelidir. Bu rağmen muhatabı hala kötü olanı yapıyorsa, artık o “kötü” olandan uzak durmak gerekir. Aslında bu kalben buğz etmek aşaması olup, kötü olandan ziyade kötülüğe yöneliktir, bu gerçekleşirse, kötülüğü yapan toplumsal bir müeyyide ile karşılaşacak; bundan kurtulmak için kötülükten uzak durmaya çalışacaktır. Bunu yapmak gerekir; zira müeyyidesi olmayan herhangi bir ahlak ilkesi yoktur. Buradaki yaptırım ise, halkın vicdanıdır. Halkın vicdanını harekete geçirecek kadar kutsiliği olmayan bir ahlak ilkesini istediğin kadar sözde kabul et, değer ve önemi olmaz.

Görüldüğü üzere, sürekli olarak ilahi emrin kaynağını düşünmek ve aksiyonerlik vardır. Eğer dindar kişi, bir şekilde, kötü olarak nitelendirilen eylemi yaparsa, bireysel çözülme, toplumsal çözülmeye yol açacağı için, kötü eylemin yapılmamasının kişisel önlemi tövbe ile sağlanır. Şayet bütün bunlara rağmen tövbe etmez ve kötülüklere devam ederse, dinîn bilgi ve tasdik, ahlâkın ise bu bilgiyle uyum içinde davranmak olduğu tespitini hatırlamak gerekir. Bu noktada bilgi ve tatbikat ve eylem arasında bir ayrılık ve tutarsızlık söz konusudur. Bireysel ve toplumsal huzuru sağlamaya yönelik iyi eylemleri sağlamak, kötü fiillerden ise kaçınmak sürekli bir kişilik ve kimlik sorgulamasını paralelinde getirir. Diğer bir ifadeyle, kişiliğinde iyilik ve kötülük yapma yetisi bulunan insan, iyiliği tercih eder. Nefsini temiz tutup, günahlardan sakınır, çünkü bu, güzel eylemlerde bulunanın kurtuluşa ereceğini, onu kirletenin ise hüsrana uğrayacağını (91/8-18) bilmesinin gereğidir. Bunun yanısıra, iyiliği öncelemek, Allah’ın insanı en güzel surette yaratmasının (95/4) ve ona kendi ruhundan üflemesinin (15/29) bilincinde ve sorumluluğunda olmanın doğal sonucudur.

Din ve Ahlâk Özdeşlemesi: İslâm

Bir takım ibadetlerin yapılmasını istemekle, ilahi dinler, insan ahlâkını ve davranışlarını iyi olana yönlendirerek, kötü olandan kaçındırmayı ve nefis sorgulamasını hedeflemektedir. Dini açıdan iyi olanı yapmak, sevap; kötü olanı yapmak ise günah olarak nitelendirilir. İyiliğin yaygınlaşmasını, kötülüğün engellenmesini tavsiye eden evrensel dinlerde başkasının hakkına, malına, toplumun ve devletin malına el koymanın yasaklığını ifade eden ilâhî yasalar vardır. İlâhî yasalara uyan bireyin zaten kötülükleri engellemeye yönelik hukuki yasalarla ilişkisi olmaz, çünkü kötülüklerden uzak durmayı dinîn gereği olarak görür. Bu nedenle olsa gerek, din ve ahlâk birbirlerinden ayrılmaz.

İslâmiyet için söyleyecek olursak, Din, insanın kendine, başkasına, canlılara ve Tanrı’ya karşı ödevlerini belirttiği için ahlâk ile özdeştir. Bu nedenle olsa gerek, Hz. Muhammed (sav) “Din iyi ahlâktır.” ve “Ben iyi ahlâkı tamamlamak için görevlendirildim.” demiştir. Peygamberimizi örnek alarak “İyi” olanı yapmaya çalışmalıyız;  ama bu yeterli değildir. İyiliği yapmanın yanısıra başkalarının iyilik yapmalarına ve kötülüklerden sakındırmada yardımcı olmak da dinîn gereğidir. Kur’an’ı Kerim’de bu husus net bir şekilde şöyle açıklanmaktadır: “Kim karşılıksız bir iyilik yaparsa ondan daha iyisi yapan kişiye verilecektir” ayeti bunu ifade etmektedir. (27/ 89)

Karşılıksız iyilik yapma emri, bir süre sonra bir eylem, yaşama, davranma felsefesi haline gelmelidir. Dinî verileri dikkate alarak yaşanan dindar ve ahlâklı bir hayat kişiyi bilge yapar. Sufî terminoloji ile söyleyecek olursak, İslâm dinînin temel/zahiri ilkelerinden “hakikat”a, yani dinîn iç ve gerçek anlamına varılacaktır. Tarihimizde, bütün bireysel davranışlarını “halk içinde Hak (Tanrı) ile olmak” ilkesi çerçevesinde yapmaya çalışan bir çok gönül dostu düşünürümüz (Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi) vardır.

13. yüzyılın ikinci yarısında 14. yüzyılın başlarında yaşamış büyük bir şair, düşünür ve ahlâkçı olan Yunus Emre; birey olarak insan terbiyesine ve ahlâkına dair evrensel ilkeleri şöyle belirlemiştir: Kimseyi yermemek, rasyonel olmayan ve benlik duygusunu geliştiren hususlardan (heva ve heves) uzak durmak, dünyaya aldanmamak, alçak gönüllü olmak, Tanrı’yı sevmek, marifetin değerini bilmek, hakikat için çalışmak, gönül kırmamak. Kur’an merkezli bir felsefeye sahip olan Yunus Emre’de Tanrı’nın varlığından şüphe edilemez. Ona göre, gerçek varlık Tanrı’dır. Doğru ve kesin bilgi (hakikat) ise, Tanrı’yı tanımaktır. Yüce değer, iyi, Tanrı’ya (Hak ve Hakikat) yönelmektir. İnsan ancak Hakkı bilerek kendisini bilir. Bilgi, bu anlamda, insanın kendi kendisini bilmesidir.

İnsanı insan yapan değerleri bilmek için “baş gözü” nün yanı sıra “gönül gözü” gereklidir. Bu gönül gözüne sahip olan “başka ben” geçmeye çalışmaz, alçak gönüllü olur. Kavga ve çekişmeye gerek yoktur. İnsanlar bu dünyaya birbirlerini sevmek yolu ile Tanrı’yı sev­meye gelmişlerdir.

Sonuç olarak, dinî açıdan bireysel sorumluluk ve ahlâklı olmak, kişinin bütün inananların eşit olduğunu, üstünlüğün sadece takvada olmasının idrakidir. Takva ise, bireyin kendini mükemmelleştirmesi (insan-ı kâmil) süreci olup, bu ise sürekli olarak özeleştiri ve sorgulamayı beraberinde getirir. Bireyin bu duruma ulaşması, Yaratıcısı ile olan irtibatını efendi-kul ilişkisinden çıkarır bir dost (veli) ve yoldaşlığa dönüştürür.

İnsanın dünya ve ahirette mutluluğu ancak bu tür irtibatla mümkün olur; başka hiçbir insan ve kurum bundan sorumlu ol(a)maz. Kurtuluşa ulaşmak için harici ve kolektif aracılar kabul edilmez; kişi için sadece kendi yaptıkları vardır. Bu tür bir bireysellikle kurgulanan ahlâkî tutum, doğal olarak toplumsal ilişkilere yansıyacak, adaletli ve ahlâklı bir toplumda yaşamak mümkün olacaktır.

Kaynaklar.;

Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet,  İstanbul.1972;

Ahmet Hamdi Akseki, Ahlak ilmi ve İslam Ahlakı, sadeleştiren Ali Arslan Aydın. İstanbul.1979;

Alan Badiou, Etik, çev. T. Birkan, İstanbul.2004;

Alexis Bertnard, Ahlâk Felsefesi çev. S. Zeki, sad. H.Altıntaş, Ankara. 1999;

Ali İzzet Begoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, çev. S. Şaban, İstanbul. 1993;

Bilal Dindar, E. Mounier’de Personalizm, Ankara. 1988;

Busiri; Kaside-i Burde, çev. M. Kaya. İstanbul.2004;

Bünyamin Duran, Hoşgörü, Tahammül, Siyaset, İstanbul.1997,

Din ve Modernlik (Toplumbilim yazıları I) der.A.Çiftçi, Ankara. 2002;;

M. Aziz Lahbabi, İslâm Şahsiyetciliği, çev. İ.H. Akın. İstanbul. 1972 ;

M.A. Draz, Kur’an Ahlâkı, çev. E. Yüksek, Ü. Günay, İstanbul. 1993;

Macit Fahri, İslâm Ahlâk Teorileri, çev. M. İskenderoğlu, A. Arkan. İstanbul. 2004;

Mehmet S. Aydın, Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Ankara. 1990;

Mevlüt Uyanık, Bilginin İslâmileştirilmesi ve Çağdaş İslâm Düşüncesi Ankara. 1999, 2001; Mevlüt Uyanık, Felsefî Düşünceye Çağrı,  Ankara.2003;

Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul.1989;

Recep Kılıç, Ahlâkın Dinî Temeli, Ankara.1992;

Steven Lukes Bireycilik, çev. İ. Serin. Ankara. 1995,

Ural, Şafak (1998), Epistemelojik Açıdan Değerler ve ahlak, Doğu Batı Düşünce Dergisi,1(4),

Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Tüm Makaleler

  • 17.10.2021
  • Süre : 5 dk
  • 1419 kez okundu

Google Ads