Site İçi Arama

dinfelsefe

Din ve Bilim Arasında Nasıl Bir İlişki Var?

Emile Durkheim, “Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemidir.” demiştir. Durkheim bu tanımında, dinin toplumdaki sosyal fonksiyonunu esas almıştır.

İnsan hayatında din ve bilim en önemli yeri tutmaktadır. Bu iki olgu, yeri geldiğinde insanın yaşamını zorlaştıran ya da rahatlamasına sebep olan sosyolojik bir gerçekliktir. Bu arada bir dipnot olarak bu yazıdaki düşüncelerin sadece bu satırların yazarını bağladığını, durumdan vazife çıkarmaya çalışılmaması gerektiğini belirtmek isterim.

Bilim, doğanın ve evrenin incelenmesidir. Yaşam içinde insanın doğasında var olan güdüleri devamlı olarak insanı araştırmaya ve sorgulamaya itmektedir. Bu sorgulamanın da temel dayanağı merak ve öğrenme iç güdüsüdür! Bu tanımlamayı felsefi bir dille anlatmak istersek, şöyle de diyebiliriz: Bilim; sistematik bir şekilde hayatın bilinmeyenlerinin incelenmesini kapsayan entelektüel ve pratik disiplinler bütünüdür. Bilimin diğer tüm disiplinlerden en farklı karakteristiği, insan aklından çıkan sorulara verilebilecek olası yanıtları somut kanıtlara dayandırarak vermesidir. Kanıt yoksa, bilim de yoktur. Soyut olan hiçbir şey bilimin içinde izah edilemez.

O zaman Din nedir? Ona da şöyle kısaca bir yanıt vermek mümkündür. Din için "Tanrı" düşüncesine dayalı toplumsal bir kurum, inanışlar manzumesi de diyebiliriz. Bunu biraz daha açık yazarsak kısaca şu sonuca varabiliriz. İnsanların doğaüstü güçlere, kutsal saydıkları türlü varlıklara, Tanrı’ya inanma, tapınma biçiminde katıldıkları gizemsel olguya din diyoruz. Din, genellikle doğaüstü varlıklar ve ruhsal unsurlarla ilişkilendirilmiştir. Din kurumunun içerisinde yer alan çeşitli ritüeller ve uygulamalar vardır. Din kısaca, ahlak, dünyayı anlamlı bir bütünün parçası olarak gösteren görüşler, kutsal metinler ve kutsal yerler, kehanetler vb. oluşan sosyo-kültürel bir sistemdir. Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine Din sözcüğü kullanıldığı gibi, bazen de inanç sözcüğü Din sözcüğünün yerinde kullanıabilmektedir.

Dinler tarihine bakıldığında farklı kültür, topluluk ve bireylerde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu, dinlerin mensupları tarafından her çağda coğrafya ve kültür değerlerine göre dinin içinde yer alan öğelerin bir kısmının yeniden tasarlandığı görülür. Kökeni Arapça olan din sözcüğü, “yol, hüküm, mükafat” gibi anlamlara sahiptir. Farklı alanlarda uzman olan pek çok din aliminin kendine özgü bir din tanımı da vardır. Şimdiye kadar yapılan din tanımları normal bir kitap hacmini dolduracak kadar çoktur. Ancak bu din alimleri ve sosyologlar dini kendi alanları açısından tanımlamışlardır.

Örneğin konuya din sosyolojisi açısından yaklaşan Emile Durkheim, “Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemidir.” demiştir. Durkheim bu tanımında, dinin toplumdaki sosyal fonksiyonunu esas almıştır.

“Din; dua, kurban ve inançla kendini gösteren bir arzudur.” diyen Ludwig Andreas Feuerbach ise din psikolojisi açısından bir tanım getirmiştir.

Buna iki tanıma benzer birçok tanımı sıralamak mümkündür. Ancak bu iki örnek din bilimcilerinin din tanımlarının birbirinden ne kadar farklı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Din ve bilim ile ilgili bu tanımlamalardan sonra bizim ve coğrafyamızın bu ilişkiyi nasıl düzenlediği veya nasıl düzenlemesi gerektiği üzerinde düşünmemiz gerekir. Benim de bu yazımı yazmamdaki asıl amaçta biraz da budur.

Ülke insanı olarak geldiğimiz durum itibari ile ortaya çıkan tablo hiç de iç açıcı değildir! Hala bilim insanlarını kâfir, din düşmanı gibi gösteren odaklar, anlayışlar hem ülkemizde hem de yakın coğrafyamızda yaygın bir anlayış olarak devam etmektedir. Bu anlayışın yaşamdaki yeniliklere ve moderniteye karşı olduğunu söylemekte fayda var. Batı uygarlığı ve Hıristiyan inancına sahip toplumlar Orta Çağda korkunç şeyler yaşamışlar. Din ve bilim arasındaki çatışmalardan bilim adamlarının derisini yüzerek ya da yakarak hunharca katleden toplumlardan modern toplum anlayışına geçiş yapmayı başarmışlar. Kilisenin ve ruhban sınıfının hegemonik egemenlik anlayışına sınırlama getirilmiştir. Laiklik ile de çok büyük bir oranda bu işin felsefi bütünlüğü de yakalanmıştır. Modern anlamdaki demokrasiye geçiş, işte bu acı tecrübelerin sonucunda olmuştur. Daha evvelki bir yazı dizimde bu konuları açık, açık yazarak sizleri bilgilendirmiştim.

Batı dünyasında görülen din ve bilimi yerli yerine oturtma, din adamlarının toplum hayatındaki yerini olması gereken noktaya taşıma vb. şeyler, bizim ülkemiz ve İslam coğrafyası için nedense pek geçerli değilmiş gibi duruyor. Her şeyi öldürmeyi, yok etmeyi düşünen anlayış bu coğrafyada kendine yer bulmuş ve bulmaya da devam ediyor. İslam dinini fevkalade kötücül yorumlayan, özünün anlaşılmasını engelleyen yeni bir anlayış ‘güç’ kazanmaya devam ediyor. Oysaki dinimiz yani İslam dininin hiçbir ayetinde, peygamberimizin hadislerinde ve bizatihi yaşam tarzında, bilime ters, aykırı tek bir işaret bulunamaz. Tam tersine bilime ve bilim insanlarına en üst düzeyde saygı gösterilmesi ve çalışmaları için gereken şartların sağlanması, İslam Dininin ortaya çıktığı ilk yıllarda önem verilen şeylerdi. Geçmişte bu yapılabiliyorsa, şimdi neden olmasın?

Demek istediğim, bugünkü din anlayışımızdaki temel eksiklik kendimize göre ‘din’ adı altında getirdiğimiz bazı yorumlardaki problemlerdir. Gerçekten dinin özüne, ilk yıllarda toplumu kucaklayan ve çığ gibi büyüyen halini esas alan bir din anlayışımız günümüz dünyasında nedense gelişmemiştir. Bu nedenle, din adamlarımızı çok daha iyi yetiştirmemiz gerekmektedir. Dinde hoşgörüyü, farklı yorum ve inançlara saygıyı esas alan daha entelektüel, dünyayı ve evreni daha iyi anlayan, yorumlayan din adamlarına ihtiyacımız vardır. Sadece bizim değil tüm Orta Doğu coğrafyasının gereksinimi de bu aslında. Bugün İslam coğrafyasında korkunç ve barbar olaylara rastlanmaktadır. Suudi Arabistan’dan, İran’a, Somali’den, Myanmar’a, Yemen’e kadar birbirlerini yok etmeye çalışan dine dair farklı yorum sahiplerini görüyoruz. İran gibi kadim bir coğrafyada bile hala onlarca insan vinçlerin uçlarında toplu idamlara götürülürken bizim bu coğrafyanın insanları olarak medeniyetten, uygarlıktan söz etmemiz mümkün değildir.

Yapılması gerekenler kolay değildir. Bugünün yerleşik anlayış ve düşüncelerini değiştirmek, ıslah etmek sanılandan daha güçtür. Ancak tüm entelektüel ve ruhani dünyamız bu konuları bir kez daha etraflıca düşünmeli. Din ile devlet, din ile bilim arasında Batı medeniyetinin yarattığı yapıya benzer bir düzenlenmeye gitmemiz gerekmektedir. Dini inancı, bütün zenginliği ile yaşama ortamı sağlanmalı. Bilim özgür olmalı, hiçbir güç odağının egemenliği altında olmamalı, kendini özgürce ifade ve icra edebilmelidir. Bilime ve bilim insanına vurulan her darbe insanlığa karşı işlenen en büyük suçtur.

"Bilgi paylaştıkça artar, fikir paylaştıkça gelişir"

Saygı dolu sevgiyle kalın.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 01.12.2022
  • Süre : 5 dk
  • 2003 kez okundu

Google Ads