Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor
Cemal Süreya’nın “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” dizeleri çalışma masamda duruyor. “Uçmak için kuş olmak gerekmiyor, Küçük sevinçler olsun yeter."
Yazımızın başlığı, hukuk-fıkıh ayrımı ve dinde tefakkuh etmek (Bir şeyin önüne arkasına bakarak geleceğe yönelik tedbir alma amacıyla düşünme) ya da “hayat kısa, kuşlar uçuyor” deyip kalbimize danışmak şeklindedir. Buradan devam edelim.
Cemal Süreya’nın “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” dizeleri çalışma masamda duruyor. “Uçmak için kuş olmak gerekmiyor, Küçük sevinçler olsun yeter." Derslere girmek, dünyanın seçkin zekâlarıyla yoldaş olup onlarla sohbet etmek, kaygılarını kaygılarım bilip metinler üretmek, küçük sevinçlerim benim. “Zor zamanda konuşmak” ve çözüm önerilerine olası katkıları artırmak önemli olan.
Ekonomik alandaki son tartışmalar Mecelle’deki “Mevridi nassda içtihada mesağ yoktur”, yani Kur’an ve sünnette açıkça ifade edilen şeri hükümler konusunda ictihad yapılamaz "ile “Ezmanın teğayyürü ile ahkâmın teğayyürü inkâr olunamaz", yani "Zamanın değişmesi ile bazı hukuki hükümlerin değişmesi de inkâr edilemez.” şeklinde ilkeler arasında gidip geliyor/du. “Karşılık, şart koşulmaksızın özel borç ilişkileri grubunda yer alan ve bir malın karşılıksız olarak hayatta iken başkasına temliki" demek olan “hibe” kavramı üzerinden üretilen görüşlerle durum ikinci önerme lehine gelişmiş gözüküyor.
Dini temellere dayandığı açıklayan teoratik ve dini temelleri önceleyen monarşik yönetimler yaşanan sorunlara dair çözüm önerileri, farklı zaman ve mekânlarda benzer sorunlar üzerine üretilen fıkhi hükümler (fetvalar) güncelleyebilir ya da yeni görüşler (içtihatlar) da bulunabilir ve bunu bağlayıcı bir şekilde fetva diye sunabilir. Bununla birlikte laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise dini konularda uzmanlaşmış, derinliğine bilgi edinmiş alimlerin görüşleri olabilir, ama bunu fetva diye sunulması epistemik anlamda ne derece tutarlıdır? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, 3 Mart 1924’te çıkan yasayla Diyanet İşleri Reisliği bünyesinde dini konularda görüş bildirmesi için ayrıntılı araştırmalar yapılmasını uzmanlardan oluşan Din İşleri Yüksek Kuruluna bırakmıştır. İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak temel görevidir. Bu açıdan Kurul kendini sahih dini bilginin resmi referansı olarak kabul edilmesini ister.
Bu kurula ilaveten İlahiyat fakültelerinde görev yapan İslam Hukuku öğretim üyeleri dinde tefakkuh etmiş kişiler olarak öncelenip, önemsenebilir mi? Ya da çoğunluğunun kendilerini öyle görmelerini varsayarsak, belirttikleri görüşlerin (fetva demediğime lütfen dikkat) kamuoyunda yansımaları nasıldır? Veyahut Dinde tefakkuh etmek, salt fıkıh ilmini bilmek midir? Fıkıh ile hukuk yani tarihin belirli zaman ve mekânlarında üretilmiş hükümler arasındaki fark nedir?
Cibril Hadisi: Neyi Bilebiliriz, Neyi Yapabiliriz ve Neyi Umut Edebiliriz?
Neyi bilebiliriz, neyi yapabiliriz ve neyi umut edebiliriz bağlamında felsefe sorularında iyi-doğru bilmek ve yapmanın kişiyi mutlu edeceği vurgusu önemlidir. Bu noktada İslam Ahlak Felsefesini, üç temel soru/n (özgür irade, doğru eylem, en yüce iyi) merkezli inceleyip şu önerme ile temellendiriyoruz. Özgür iradeye sahip olan kişi, seçeneklerini rasyonel bir şekilde değerlendirir, doğru bilgiye uygun davranır (salih amel) ve sorumluluğunu alır, bunun sonucunda iyi hisseder ve mutlu olur.
Mutlu olabilmek için özgür irade sahip olmak, ki bu, sorumluluk sahibi olmak demektir; ardından seçenekleri rasyonalist ve tutarlı bir şekilde değerlendirmek ve doğru eylem/salih amel işlemek gerekir. Yani ahlaki eylemin amacının haz, fayda, mutluluk ve ödev olduğunu, iyi’yi bilip doğru’yu yapmanın kişiyi huzurlu ve dingin kılıp mutlu edeceğini, bunun bir ödev ahlakına dönüştürmenin imkânı müzakere etmek önemlidir.
Bu çerçevede İslam felsefesinde Tahsilu’s-saadenin yani mutluluğu elde etmenin dünyada huzur ve refahı sağlamının bir boyutu olduğunu, asıl amacın saadetu’l-kusva, yani ahirette nihai mutluluk elde edilmesiyle olacağını belirtilmesini hatırlayalım.
Bunun nasıl olacağı hususunda teolojik etik ile İslam ahlak felsefesi arasındaki farka dikkat çekerek rol modelimiz olan peygamberimizin Cibril hadisini merkeze alabiliriz. Çünkü her mümin ve müminenin teori ve pratik uyumunu sağladığı zaman ihsan mertebesine yani mutluluğun en ileri aşamasının iz düşümünü dünyadayken yaşayabileceğini gösterir. Bu arada, hadis/sözlerin Hadis disiplini açısından incelemek farkı ile bunların isnadının çeşitliliğine dikkat etmenin ötesinde İslam kültüründe oynadığı rol ve ortaya çıkardığı sonuçların epistemik temelleri üzerine durmayı öncelediğimizi belirtelim. Teorik ve pratik uyumunu sağlayan her mümin ve müminenin Cibril Hadisinde belirtildiği üzere bu dünyada ve öbür dünyada mutlu olacağını ve ihsan mertebesine ulaşacağının söylenilmesi, İslam dininde diğer dinlerde olduğu gibi bir ruhbanlık statüsü olmadığını işaret eder; ama peygamberlerin varislerinin alimler olduğu sözüyle birlikte nasıl okuduğumuzu açıklayalım
Temelde Cibril hadisi, Peygamberlerin insanlığın fikri birikiminde seçkin insanlar olduğunu onlarla yolda/ş olup, beşikten mezara kadar sürekli ilim talep eden kişinin bu teorik hususları (iman esaslarını) yenileyip, onun rol modelliğinde hayata geçirilmesine dair bir yol haritası çizer.
İlme’l-yakin olarak teorik hususları bilenin bunları uygulamaya geçirmesine (İslam) ayne’l yakin denilir. Teorik ve pratik uyumunu sağlamanın dünyada ihsan denen makama ulaşır. Bu aşamada kişi, sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet eder, ona uygun hikmetli bir hayat sürmeye çalışır. Çünkü bu mertebeye ulaşan kişi (Muhsin ve muhsine) halk içinde Hak ile beraber olandır, bunun ahiretteki saadetü’l-kusva’nın yeryüzünde izdüşümü olarak nitelendirilebilir. Bu hakka’l-yakin aşamasıdır.
Bunun felsefi dilde nasıl olacağı meselesine gelince, burada rasyonalist geleneğin temsilcisi Sokrates’in “Kendini Tanı” ilkesinin İslam felsefesinde “Kendini Bilen Rabbini Bilir” önermesine dönüşme sürecini anlatır. Cibril hadis-i şerif temelde, Hz İsa ve dönemindeki gibi bir ruhbanlık yani din adamı kastının olmadığı (57/Hadid/29) Lâ ruhbaniyete fi’d-din” yani İslam dininde ruhbanlık diye bir üst statü yoktur, hadisinin yeni açılımı olarak da okunabilir.
Lâ ruhbaniyete fi’l-İslâm”, “Dinde tefakkuh etmek”, “el-Ulemâu veresetü’l-enbiyâ” İlkeleri Bağlamında Fıkıh ve Hukuk Ayrımı
Fıkıh, Allah kelamını derinlemesine anlamak, yani sırlarına nüfuz etmek, hukuk ise bunlardan türetilen sonuçlar/kanunlardır. Yeni bir olay karşısında Müçtehit, fer’in asl’a kıyasını yapar ve çözüm üretir, ama içtihat’ın bu teknik durumun/zihni kuvvetin ötesinde olduğu gözden kaçmakta, hukukçuların Allah kelamına direk temas etme, yüce gayelerine ulaşmanın sadece kendilerine ait olduğu (fehm) gururuna kapılmalarına yol açmaktadır. Kendilerini dini kanun koyucu ve açıklayıcısı olarak görmek, kişinin nefsini ilahlaştırmaya götürebilir.
O halde önemli olan, dinde tefakkuh edip, derinleşmek, teorik açıdan olabildiğince bilgilenmek (nazari felsefe) ve bu bilgelere uygun itidalli bir hayat yaşayan (pratik felsefe/hikmet) alim/e, abid/e zahid/e ve arif/e niteliklerine sahip olan bilge insan (filozof) fizik ve metafizik irtibatını yeniden kurandır.
Bu “el-Ulemâu veresetü’l-enbiyâ” hadisinin iz düşümüdür derken; Cibril hadisinin peygamberlerin vârisleri olan alim/e/lerin bir üst sınıf ve statüko oluşturamayacağının da göstergesi olduğunu düşünüyoruz. Çünkü her mümin ve mümine dinine dair teorik hususları yetileri ve imkânları bağlamında öğrenir, buna uygun yaşarsa, hikmet sahibidir, dolasıyla o bireysel donanımını sağlamıştır, ayrıca birinin kurtarıcılığına, himmetine gerek duymadan ihsan mertebesine ulaşabilir.
Ve Kalbine Danış!
Neticede, insan bir sorunla karşılaştığı zamanda dinde tefakkuh etmiş kişilerin görüşlerine bakabilir, ama nihai kararı kalbine danışarak vermesi uygun olandır, çünkü içinde bulunduğu şartları, yaşadığı sorunu en iyi bilen odur. Nitekim burada yol başçımız Hz. Muhammed (sav) yoldaşına, sahâbîsine “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” der. Evet diye cevap alınca, “Kalbine danış, nefsine sor. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı ve yaptığın zaman huzur bulduğundur. Kötü (günah/yanlış) ise nefsi huzursuz eden ve göğüste (kalpte) tereddüde sebep olandır; insanlar sana fetva verseler de sen kalbinin vereceği fetvaya uy!” demiştir.
Tefakkuh etmek, fıkıh öğrenmenin ötesine işaret eder; asıl olan eşyanın mahiyetine/özüne vakıf olmak ve buna uygun davranmayı içerir. Bu anlamda fakih, ibn Abbas’ın deyimiyle, dünya işlerine mesafeli olan kişi olup olmadığına dikkat edilmelidir. Sözün özü, tefakkuh yani dini konularda derinlemesine bilgi sahibi olmak, “kalbî yaşamak”tır; yani kalbin danışmanlığını öncelemek ve önemsemektir.