Hayat Yaşayarak Öğrenilir
Yaş Alırken Edinilen Hayat Felsefesi:
"55-63 arasında gerçeğe ulaşılan bir hayat felsefesi"
"Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak, bizim işimiz belki de kırmızı gülün büyüsün de yüzmektir" diyor, ismini hatırlamadığım bir güzel insan. Diğer bir duygu denizinde yüzen insan da; "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir" diyor.
Ondandır belki de bazen kendi içimize dönmelerimiz, ondandır belki de bazen kendi başımıza sessiz kalışlarımız. Ondandır belki de bazen etrafımızda sadece kuru gürültü çıkaran toplulukları dinleyerek konuşmadığımız. Eğer ağızdan çıkan her kelimenin; iyi veya kötü. Eğer ağızdan çıkan öfke, nefret ve kin gibi cümlelerinizin, söylediğinize değil de söyleyene zarar vereceğini bilseydiniz. Bu kelimelerin evrende dönüp dolaşıp söz sahibine iyi veya kötü, her nasıl duygu ve düşünce ile geldiğini bilseydiniz. Eminim size gelecek kelimelerin seçimini, eminim size gelecek olan kelimelerin enerjisi hakkında belki de daha bir farkındalığınız olurdu. Kin ve nefret ile söylenilen her cümle, dolaşıp tekrar size gelir.
Kelimelerin gücü adına, nefeslerin gücü adına. “Dilini terbiye etmeden önce yüreğini terbiye et, çünkü söz yürekten gelir, dilden çıkar” diyor, başka bir duygu insanı. Suskunluklar, sessizlikler. Bazen cenneti yaşamak, bazen cehennemi yaşamak, dünyanın en güzel kelimeleri arasında, dünyanın en güzel cümleleri arasında. Mesele sevmek değil, kime sorsam seviyor zaten. Mühim olan güzel sevebilmek... Kırmadan, dökmeden, yormadan, acıtmadan. Mesele konuşmak değil, mesele konuşmadan da kendini anlatabilmektir. Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir. Her insanın bu dünyada bir hikâyesi var, her insan sabah uyanır ve masalını yazmaya başlar. İyi veya kötü, beğenseniz de beğenmeseniz de sevseniz de sevmeseniz de hayat masalımızda her zaman bizim seçtiğimiz insanlar olmuyor. Tesadüf diye bir şeyin olmadığını, “Tanrı zar atmaz” diyen Einstein. Ardında çok şey bırakmadığını sanmak.
Tanrı Zar Atmaz:
Ardında çok şey bıraktığını sanmak...
Ardından çok şey söylemediğini sanmak...
Ardından çok şey söylediğini düşünmek...
Söyleyen bilir, söylenilen de bilir. Bazen söylenmesi gerekenler söylenmez, bazen de söylenmemesi gerekenler de söylenir.
Etrafınızca, çevrenizde görmüşsünüzdür. Sinir ve öfke anında ağızdan çıkan kelimelerin cehennemi yaşatan halini. Sonradan ne kadar pişmanlık duyulsa da. Kelimelerin insanı kendinden alan bir lanete dönüşebilmesi. Hayat yaşayarak öğrenilir. Bu yazıyı yazan benim gibi, yaşayarak kendi çıkış yolunu bulursun, nerde ne zaman bilmediğin bir yerde. Belki ömrünün ilk baharında, belki de "benim" gibi son baharında. Bunu ancak sen kendin bulabilirsin ve yaşayabilirsin. Birine bir söz söylemeden önce; “Benim hayatımı yargılamadan önce, benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç. Hüznü, acıyı ve neşeyi tat. Benim geçtiğim senelerden geç, benim takıldığım taşlara takıl. Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi. Ancak ondan sonra, beni yargılayabilirsin. Geçer dediklerimi geçirdim, biter dediklerimi bitirdim. Nefret ettiklerimi sildim, artık yeter dedim. Geride bıraktıklarım hesap sormaya kalkmasın o yüzden bana. Farkında olduğum için var oldunuz, vazgeçtiğim için bugün yoksunu. “Her insanın geçmişinde günahkar, her günahkârın geleceğinde aziz sayfalar vardır. Geçmiş ve gelecek birer yanılsama. Şimdiye bakmalı. Bugüne bakmalı. Kaygılardan ve kuşkulardan azat olmalı. Hayatın anlam dairesinde yeni hikâyelere yelken açmak. Böylece sıkışıp kalmamak, böylece yüreğimizden gelen kelimelerin de ferah olması!”
“Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak, bizim işimiz belki de kırmızı gülün büyüsünde yüzmektir.” Kimi zaman sıcak, sarı renkler, kimi zaman hüzün dolu kahverengiler, kimi zaman ise sonsuz gibi gelen kurşuni ve lacivert zamanlar. Sözler hakikat değildir, ağzımdan çıkan seslerdir hakikat olan. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır.
Sonuç:
Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar. İpekböceğinden zaman içerisinde atlas yaparlar. Bir gün bakacaksın ki sert rüzgârlar esen Akdeniz; aşk kokan rüzgârlara teslim olmuş. Ya esaretin olacak ya da özgürlüğün. Dağların reyhan kokusu, savrulan yüreğindeki karanlık, kimsenin giremediği köşesinde seni bekliyordur. Ne de güzel söylemiş Ahmet Arif, “Görüşmecim yeşil soğan göndermiş”. Sen de yüreğinin ışığını gönder bana. Kimi zaman sıcak, sarı renkler, kimi zaman hüzün dolu kahverengiler, kimi zaman ise sonsuz gibi gelen kurşuni ve lacivert zamanlar ve ben.
Yarı şiirsel, yarı buram buram felsefe kokan bir yazı formatın da yazdığım bu yazı, benim hayat sosyolojimin sanki kısa bir özeti gibi! Seçim sizde, ben sadece yazmaya, mesajımı iletmeye çalışıyorum kendimce.
Yaşamınıza imzanızı atın...