Her İnsan Serumuyla Yaşar
Geçmişin ve geleceğin tırnakları öylesine güçlü bir biçimde geçmiştir ki üzerimize, tam o anın büyüsüne kapılacakken, bir hatıranın izdüşümü ya da bir ihtimalin korkusuyla sıçrayıveririz aniden ve yok ederiz o güzelim anın büyüsünü de.
Bir an olsun durup da hayata dışarıdan bakabilsek, pek çoğumuzun kafesinin içindeki çarkta büyük bir çabayla koşup duran ve bir yere gittiğini sanan Hamster (deney faresi) gibi yaşadığını görürüz. Neye, nereye, ne için koştuğumuzu sorgulamadan, hep bir yerlere yetişme telaşıyla ve işin komik tarafı, çoğu kez de yakınarak anlamsız bir hay huya kaptırırız kendimizi. Üstelik, ağır bir yükü sırtımızda taşıyarak yaparız bunu, geçmişi de sürükleriz beraberimizde; pişmanlıklarıyla, korkularıyla, kimliğimizin bir parçası haline gelen şartlanmaları ve saplantılarıyla birlikte. Geleceğe dair kaygılarımızı önümüzü görmemizi engelleyen kocaman bir bohça gibi tutarız elimizde, hayallerimizi gölgeleyen o kaygılarla ürkek adımlar atarız, hep işlerimizin ters gideceğini, karşımıza engeller çıkacağını düşünürüz. Böylece, sahip çıkmamız gereken en önemli şeyi, zaman içindeki "an" denen şeyi yaşayamayız. Geçmişin ve geleceğin tırnakları öylesine güçlü bir biçimde geçmiştir ki üzerimize, tam o anın büyüsüne kapılacakken, bir hatıranın izdüşümü ya da bir ihtimalin korkusuyla sıçrayıveririz aniden ve yok ederiz o güzelim anın büyüsünü de.
Oysaki, ruhumuz anların bize yaşattığı sevinç ve coşkuyla beslenir en çok, lakin biz beceremeyiz bunu, beceremediğimiz için de sahte besinler yaratırız o açlığı gidermek için ve kandırırız kendimizi hep. Bir kişiliğimiz olduğuna inanırız her şeyden önce, o kişiliğe de sıkı sıkıya yapışırız. Bunun için belli inanç sistemleri geliştiririz, adına prensip dediğimiz kurallar koyarız ve bir yandan da içinde yaşadığımız toplumun şartlarına, adetlerine uymaya çalışır, başkalarının beklentilerine cevap vermek uğruna, onların gözüne girip takdir toplamak için uğraşırız.
Tüm bunları bize yaptıran zihnimizdir. Gerçek kimliğimizle aramıza giren, ölçen, biçen, değerlendiren, bizi kafeslerin arkasına hapseden ve sahte beslenme biçimleriyle ruhumuzdaki açlığı gidermeye çalışmamıza neden olan şey zihnimizdir. Bu sahte beslenme biçimleri hayatımıza öylesine sinmiştir ki, her birinin görünmez serumlar gibi benliğimize bağlı olduğunu anlamamız mümkün değildir.
Örneğin öfkeyle besleniriz. Öfke çok güçlü bir enerjidir ve bizi ele geçirip kimliğimizi ispat çabası haline gelmesi hiç de zor değildir. Ya da kahkahadır besin kaynağımız, şen şakrak insanlarla birlikte olur, komedi filmleri izler, fıkralar anlatırız. Birilerinin bizi “komik” bulmasından tatmin oluruz. Pek çoğumuzun ana besini korkudur aslında.
Zihnimiz öyle çok korku, endişe üretir ki, sonuçta iç dünyamızda yazdığımız senaryolar realitemiz haline gelir. Kimimiz, kurban olma kimliği ile kendini besler, bir kurban olduğu için şikâyet eder, söylenir, yakınır ve bu sayede başkalarını suçlayarak doyuma ulaşır. Bazıları, başkalarının iltifatlarıyla beslenir, nasıl da yüce, sevgi dolu, harika bir varlık olduğunu duydukça kendini iyi hisseder. Para ile beslenenler de çoktur, kazanma hırsı ve sahip olma tutkusuyla hayatını geçirenler de. Öyle ki, kazandıkça daha da kazanmak isterler, cepleri, kasaları, banka hesapları dolsa da ruhlarını asla dolduramazlar.
Başkalarından kabul görme isteği ile sürekli olarak yükselme çabasına girerek ve statüleriyle beslenerek yaşayanların sayısı hiç de az değildir. Böyleleri, ellerinden gelen her türlü gayreti gösterirler etiketlerine etiket eklemek için. Haklı çıkma arzusu, başka bir deyişle her ortamda kendini kanıtlama hevesi ise başka bir beslenme yoludur. Bu tür insanlar haklı çıkmak için sürekli tartışır, haklı çıktıklarında da şişmiş karınlarıyla rehavet içinde oturan obezler gibi bir sonraki besinlerinin hayalini kurarlar. Dram, evet kabul etmek istemeseler de dramla beslenir kimileri ve bir mıknatıs gibi dramları çekerler hayatlarına, sonra da "ah bu neden benim başıma geldi" derler. Lakin, yaşadıkları dramlar sayesinde gördükleri ilgi ve şefkatten de mazoşistçe bir haz alırlar.
İşle beslenir çoğu kişi. Onlar için varlıklarını kanıtlamanın tek yolu işleridir ve bu uğurda işkolik olmuşlardır. Çok çalışır, uzun saatler boyunca didinir ve bu durumdan yakınanlara yeterli ilgiyi gösteremedikleri için hep bir bahane bulurlar, aynen diğer “Kolik”ler gibi.
Dedikodu da bir beslenme biçimidir. Pek çok insan dedikodu yaptıktan sonra kendini daha enerjik, daha canlı hisseder. Bazıları ise sonradan suçluluk duygusuna kapılsa da bundan bir türlü vazgeçemez. Aynen eleştiri ve yargılamada olduğu gibi. Aşk ve ilişkiler. Zaman zaman aşk ilişkilerimizin bizden bir şeyler götürdüğünü düşünsek bile aslında bu ilişkilerle besleniriz. Dostluk ilişkileri ya da çocuklarımızla olan ilişkilerde de aynısı olur. Hepsi, bize kendine has biçimlerde tatminler yaşama olanağı sunar ve hem kendimizin hem de karşımızdakilerin özgürlüğünü kısıtlayan birer bağımlılığa dönüşür.
İnançlarımızla besleniriz, başkalarına verdiğimiz öğütlerle besleniriz, entelektüel çabalarımızla besleniriz, telefon konuşmalarıyla besleniriz. Kısacası, yaptığımız her şey öyle ya da böyle beslenmeyle ilgilidir. Hayatın akışı içinde fark edemesek ve kendiliğinden olduğunu sansak da gerçekte hepsini onlarla özdeşleştiğimiz için hisseder ve yaşarız.
Tüm bunlar doğru ya da yanlış değildir, sadece neyle beslendiğimize yargılamadan bakmayı denersek realitemizin nasıl yaratıldığını da anlar ve o realiteyi değiştirebilme imkânını sunarız kendimize. Çünkü, her besinin bir enerjisi vardır ve evrenin kurallarına göre benzer enerji benzerini çeker. Bu farkındalığa ulaştığımızda ilkin bilincimiz değişmeye başlar. Bilincimiz değiştikçe realitemiz de değişir.
Genelde insanlar değişimden korkarlar, değişimin onları bilinmeyen bölgelere götüreceğine inanır ve bilinende kalmayı yeğlerler. Oysa değişim evrimdir, enerjinin yeni bir seviyeyi aramasıdır, bilincin kendisini yeni ve farklı bir biçimde ifade etme arzusudur. Bilincimiz genişledikçe ve realitemiz değiştikçe yeni bir biçimde beslenmeye başlarız ve sonrasında inanılmaz şeyler olur. Öyle bir an gelir ki eski halimize dönüp baktığımızda öfke, kahkaha, çalışma, hırs, dedikodu, acı, haz besinleriyle dolu yüzlerce seruma bağlı olduğumuzu görür ve bilincimizin değişmesine izin verdiğimizden beri artık o serumlara ihtiyacımız kalmadığını fark eder, her şeyin ötesine geçeriz. Çünkü, gerçek beslenme kaynağı bizdedir aslında. İhtiyacımız olan doyum içimizden gelir, yani hep orada olandan, saf ruhun enerjisinden. İşte bunu anladığımızda dışarıdan beslenme yöntemleri bizi artık esir alamaz, onları kimliğimizi desteklemek ya da hayatta kalmak için kullanmayız, olduğumuz kişi olma iznini kendimize veririz.
İster öfke ister sevinç, ister acı, ister iş, ister korku, ister para, ister inanç olsun, her birinin realitemizi ve bilincimizi yeniden yaratmak için bize hizmet ettiğini anladığımızda dönüşüm başlar, bizi dışarıdan besleyen serumlara olan tutsaklığımız sona erer. Ve bir gün, geçmişi ya da geleceği düşünmeden, sadece o anın içinde yaşarken buluveririz kendimizi. Kafesinin içindeki çarkta büyük bir çabayla koşup duran ve bir yere gittiğini sanan hamster gibi olmaktan kurtulduğumuzu, kapıldığımız döngüye son verdiğimizi hissederiz. Alışkanlıkların, şartlanmaların, özdeşleşmelerin, rollerin ve bağımlılıkların ötesine geçip, özgür irademizle yaptığımız seçimleri deneyimlemenin ve gerçek anlamda ruhumuzu doyurmanın hazzına işte o gün varırız. Şimdi bu yazdıklarımı iyi bir düşünün! Kimmiş esir olan? Kimmiş serumla beslenen siz karar verin? Bugün, sizi size anlattım! Bunun yanıtı sizde.
Saygı dolu sevgiyle kalın.