Site İçi Arama

dinfelsefe

“Kendini Bilmek” Ne Demek?

Kendini keşfetmeyen bir insan kendini bilebilir mi? İnsan kendisine bir ayna da bakar gibi bakmaya başladığından beri, yani kendisini sanki iki kişiymiş gibi bölüp aynı anda izleyen hem de gözlenen olma yetisini geliştirdiğinden beri, ‘'ben neyim" sorusunu kendine hep sormuştur. Kendini bilmek insanın kendi kedisine yaptığı bir çağrıdır, kendisiyle yüzleşmesidir. İnsan aslında kendisini ahlaklı olmaya çağırıyor!

Epistemoloji bir felsefe terimidir. Bilginin doğası, kaynağı ve kapsamını inceler. Gerekçelendirme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kavramsal inancın rasyonelliğini ve diğer çeşitli konuları incelemektedir. Bunu yapan kişilere de Epistemolog denir. Bu yazım bu epistemolojik gerçeklik ışığında değerlendirilmeli ve bu yaklaşımdan yola çıkılarak sosyolojik gerçeklik temelinde açılımlar yapılmalıdır. Bazılarının ağzına yakışmayan bu kelimeyi, benim bu yazımdan sonra değerlendirilmesini de sizin takdirinize bırakıyorum!

Kendini keşfetmeyen bir insan kendini bilebilir mi? İnsan kendisine bir ayna da bakar gibi bakmaya başladığından beri, yani kendisini sanki iki kişiymiş gibi bölüp aynı anda izleyen hem de gözlenen olma yetisini geliştirdiğinden beri, ‘'ben neyim" sorusunu kendine hep sormuştur. Kendini bilmek insanın kendi kedisine yaptığı bir çağrıdır, kendisiyle yüzleşmesidir. İnsan aslında kendisini ahlaklı olmaya çağırıyor! 

Kendini bilmek. “Kendini bil!” halk arasında insanın ahlaki eğitimi için somut durumlarda kendiliğinden başvurulan en yaygın araçlardandır. Büyüklerimiz, özellikle analarımız ve nenelerimiz bizleri yetiştirirken, özellikle kamusal alana uygun düşmeyen yanlış davranışlarımızı düzeltmek için hep bu sihirli cümleyi söylemezler miydi? Yetkin insan olabilmek, iyi bir birey yapabilmek için bize “kendini bil” derler. Kızgınlık halini bildirmek için, aynı anlama gelen “haddini bil!” dendiği de olurdu.

Kendini bilmek, insanın her şeyden önce kendisiyle kurduğu bir ilişki biçimidir. Tarihsel olarak, insan hep kendine şu soruyu sormalıdır. "Neydim ve ne oldum?" Bilinebildiği kadarıyla insanın tarihsel olarak nasıl evrimleşip bugüne geldiği incelenir. Güncel mevcut durum analizinde insan, insanlığın içinde bulunduğu durum bağlamına yerleştirilir. Böylelikle insana kendisine aynada bakar gibi eleştirel bakma olanağı sunulmuş olur. Buna ben insanın kendisiyle yüzleşmesi diyorum. Bu ise insanın kendisine biraz uzak mesafeden bakmasıyla mümkün olabilir. Aynaya yaklaşıp bir burun mesafesinden bakarsanız hiçbir şey göremezsiniz. Fakat belli bir mesafeden bakarsanız her şeyi görürsünüz.

İnsanın gerçekten kendisini bilebilmesi için bazı önkoşullarının açığa çıkarılması gerekir. Büyük halk ozanı, bozkırın tezenesi Neşet Ertaş, bir şarkısında İnsanlar kendini bilebilseydi diyor. Tam da bu felsefi yazım için söylenmiş bir söz ne dersiniz? “Dünyada haksızlık olmasaydı kavga olmazdı” diyor. Ozan burada dünyada yaşanan haksızlıkların, kavga ve savaşların nedeni olarak insanın kendini bilmezliğine işaret ediyor ve bu durumdan çıkıp dünyada adalete ve barışa dayalı bir düzen kurulabilmesinin ön koşulu olarak insanın kendisini bilmesi gerektiğini belirtiyor. Ve devam ediyor Ertaş üstat: “İnsan doğan yine insan ölseydi, belki de dünyada hayvan kalmazdı!" Ertaş, burada, Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri isimli eserinde uzun uzun açıklamaya çalıştığını sadece bir mısrada betimliyor bizlere.

Ozan, “Belki de dünyada hayvan kalmazdı” derken insandan başka diğer canlıların yok olup, gitmiş olacağını söylemiyor. Ozan burada “hayvan” kavramıyla daha çok barbarlığı kastediyor. Sonraki iki mısraya bakalım: “Hayvanlar yabanda sürüsüyle”. Ozanımız burada ne demek istemektedir? Kanımca şunu: İnsan elinin değmediği, insanın insancıllaştıramadığı, yazıya dönüştürmediği yaban doğada sürüyle hayvan bulunmaktadır. Burada belirleyici olan, bir sonraki mısrada dile getirilir: “Geçinemez biri birisiyen”.

O halde, yabandaki doğa da hayvanlar, aralarındaki ilişkiler düzenli olmadığı, eş deyişle yalnızca spontane olduğu için birbirleriyle geçinemezler. Evet üstat aynen böyle diyor, bana da ondan kalan bu güzel şarkının dizelerini size aktarmak kalıyor.

Biz yine dönelim konumuza. İnsan kendini bilebilseydi, sadece dünya da olan haksızlıklar veya adaletsizlikler ve kavgalar yok olmakla kalmayacaktı, aynı zamanda diğer canlılar da uygarlaşacaktı. İnsanlık uygarlığından kendi ilişkilerini uygarlaştırmak için pay alacaktı. İnsanlar vahşetin kanunun yerine doğaya uygarlığın kanunu yerleştirecekti. Fakat insan kendisini bilemediği için, ozanımızın deyişiyle dünyada “İnsan cennetinin hurisiyinen” sevişemediği için, insan dünyada cennetini kuramadığı için, hak yabana salınmıştır. Üstat, Ertaş ’ın burada yaptığı gözlem son derece anlamlı ve derindir. Denmek istenen, hak ve adaletin yabani doğaya götürüldüğü değildir. Tersine söylenmek istenen, insan yeryüzünde cennetini kuramadığı için, büyüğün küçüğü yuttuğu, güçlünün güçsüzü ezdiği yabani doğadaki barbarca ilişkileri uygarlığın içine taşımıştır. Ozan, burada bu düşün adamını tanır mı? Kim bilir. Baksanıza sanki Thomas Hobbes gibi konuşmaktadır. Zira Hobbes’un bir insanlık hali betimlemesi olan doğa durumu tasviri insanlığın içine düşmüş olduğu barbarlık halini sunar. Eğer yapmış olduğum yorum önerisi doğruysa, ozanımızın yaban doğa kavramının içermeleri buna denk gelmektedir.

Nedir o halde doğaya, diğer canlılar dünyasına ve insanlık toplumuna adaleti ve ebedi barışı getirecek olan bu barbarlıktan çıkışın yolu? İşte en önemli konu da bu değil mi? Bu bizi Rousseau’nun işaret ettiği ve kökleri Anadolu’da olan “kendini bil!” emrine götürüyor. Kendini bilmek ne demektir? Burada bu sorunun yanıtına girişmeden önce bu emrin yanında anılan ve aynı şekilde Apolloncu bilgelik olarak kabul edilen başka bir özdeyişi daha aktarmak istiyorum: “Kefalet, yıkım çoktan gelmiştir”. Kefalet, güvensizlik ve bağımlılık ilişkisini içerir ve özgürlüğün kaybolması anlamına gelir. Öyleyse, insanın kendini bilmesi, insanın özgürleşmesi için gerekli koşulları sağlaması anlamına gelmektedir. Böylelikle ozanımız bu kısa şiirinde insanlığın binlerce yıllardan beri gerçekleştirmeye özlemi dile getirmiştir. Buna Neşet Ertaş’ın ütopyası diyebiliriz. Bu aynı zamanda felsefenin de arayışıdır.

Rousseau’ya göre bilimler, insanın kendisini bilmesine hizmet eder. Zaten felsefenin asıl amacı da bu değil midir? Bu bilim insanı kendi kendisiyle daha doğrudan yüzleştiriyor, insanı kendisiyle yüz yüze getiriyor. Böylece insan kendisine ayna da bakar gibi bakıyor, burun mesafesinden uzaklaştırıp arzın merkezine gidiyor. Bakan da bakılan da insanın kendisidir aslında. Bu bakış, insanın kendisini bilmesinin de ön koşuludur. Bu aynı zamanda felsefenin temeli olan ahlaklı olmak, anlamına da gelir. Zira halk arasında günlük dilimizde de sıkça ahlaklı olmak anlamında ‘akıllı ol!’ dendiğini biliyoruz. Çünkü akıl ahlakla anlam ve değer kazanır.

İnsanın kendisini bilmesi yine ancak kendisi tarafından gerçekleştirilebilecek olan bir şeydir. Kendini bilmek, insanın kendisine ve değerlerine bir sınır çizmesi, başka bir deyişle çerçeve kazandırması demektir. Sınır burada özgürlüğü sınırlayan değil, özgürlüğü mümkün kılan bir işleve sahiptir. Böylelikle bugün yaygın haliyle görülen belirsiz, dolayısıyla günlük dilimizdeki bir tabirle ifade edecek olursak “omurgasız” kişiliğin tersine, kişilik bir değer kazanır.

Bilim ve felsefe, insanın kendi kendisine gönüllü olarak sınır koyması için gerekli zihinsel koşulları oluşturmaya hizmet eder. Yani insanın kendisini bilmesi ancak gönüllü olabilir. Bu nedenle ahlaklılık, gönüllülük özgürlük meselesidir aynı zamanda. İnsanın kendi kendisini bilmesinin farklı yol ve yöntemleri vardır. Örneğin bir tiyatro oyunu izlemek de insanın kendi kendisiyle yüzleşmesinin bir yöntemidir bir resim yapmak da; bir film seyretmek de, bir tabloya bakmak da; diğer insanlarla sohbet etmek de kendi başına durup düşünmek de; bir insanın çocuğuyla oynaması da insanı kendisiyle yüzleştirir bir hayvanla oynaması da, bir konser dinlemek de kendi başına kulaklıktan müzik dinlemek de. Kısacası hayatta yapıp ettiğimiz ister sıradan etkinliklerimiz olsun ister daha üst zihinsel veya güzel duygusal uğraşlarımız olsun, hepsi insanın kendini bilmesine hizmet eder. Zira Descartes’ın belirttiği gibi, tüm bilimlerin varlığının yegâne amacı, ahlakın temellendirilmesine ve pratik olarak gerçekleşmesine hizmet etmektir.

Felsefe bir bütün olarak insanın kendi kendisiyle yüzleşmesinin en temel ve en derin biçimini sunar bize. Felsefenin nesnellikten çok öznelliği ilgilendiren alanlarında, yani özne felsefesinde kendi kendisiyle yüzleşmesi aynı zamanda en çok, en ince ve bu nedenle insan ruhuna işleyen en derin acıyı verir. Bu bakımdan insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi, elbette cesareti, belki de çok cesaretli olmayı şart koşar ve tabi karakter gücü gerektirir. Fakat söz konusu yüzleşme sonucu, insanın kendi kendisiyle hesaplaşması sonucu, kendisine dair ortaya çıkan yeni tablo, yamalı bir bohçayı andırmıyorsa veya basit bir şekilde bir puzzle gibi değilse, yani iç ve dış ilişkileri bakımından bütünlüklü ve uyumlu bir tablo sunuyorsa ve bu, vicdan denilen yargı organının onayını buluyorsa, sonunda büyük bir huzur da verir. Bu belki de bireysel mutluluğun en üstün biçimlerindendir. Yoksa insan ömür boyu için için yer kendisini.

İnsanın kendisini bilmesinde vicdan çok önemli bir olgudur. Ben buna Tanrının sesi diyorum, onu da sadece sen duyarsın. Bu ahlaklı bir insanda zorunlu olarak oluşur ve oluşumu doğum öncesi bir evrede başlar. Bunda okul hayatının ve arkadaşların, alınan eğitimin ve yapılan işin ve görülen mesleğin, kısacası tüm iş ve mahalle ilişkilerinin ve alının eğitimin sonucu az-çok eleştirel olarak edinilen dünya görüşünün etkisi vardır.

Vicdanın oluşum şekline göre, davranışlarımızda yönlendirici etkisi farklı olur. Örneğin spontane, geleneğe ve alışkanlığa göre kendiliğinden oluşan vicdandan farklı olarak bilinçli ve aktif olarak oluşturulan vicdan, kendisine göre yaşanmadığı zaman acı verir, bazen yıllar ve belki de ömür boyu sürebilecek ince ve derin acı bırakır insanda. Bencillik durumlarını, içinde bulunduğu sefaleti mutluluk sanıp sefaletine sevinçten güldüren çarpık bilinç hallerini burada dikkate almıyorum. Bu kendi başına ayrı bir konudur. Bunun için insanın kendisiyle yüzleşmesi cesaret ister.

Sonuç olarak; vicdansızlığın ve utanmazlığın öncelikli kaynağı, bile bile kendini bilmezliktir diyebiliriz. Bilgi ve cahillikten kaynaklanan vicdansızlık ve utanmazlık, masumiyetin sınırını ne kadar çok aşsa da yine de bunların en masum olanıdır. Bu insanlar cesur değildir. Çünkü; en fazla bilgisizce ve cahilce davranmaktadır. Bunun art niyete dönüşmüş hali cüretkârlıktır. Hatta terbiyesizliktir. Diğer bir deyişle cüretkârlık bilgisizlikten kaynaklanır ve ancak cahil olan cüretkâr olur. Cesaret, kapsamlı bilgiyi ve tutarlılığı gerektirir. Bu nedenle bilgisizlikten kaynaklanan vicdansızlık ve utanmazlık affedilmeye en yakın olanıdır. Bu söylediklerimden anlaşılacağı gibi, insanın kendisiyle yüzleşmesi aynı zamanda karakter gücü gerektirir. Zira insanın kendisiyle yüzleşmesi sonucu bilinçli bir şekilde oluşturduğu duygu, düşünce ve değerlerin toplamının, kısacası vicdanın içselleştirilmesi gerekmektedir. İnsanlar değişik nedenlerden dolayı, bunlar öznel veya nesnel, öznel ve nesnel olabilir, belki de başta çok iyi niyetlerle kendisiyle yüzleşmesine rağmen, sonra dünyaya ve kendisine dair edinmiş olduğu bilgiyi kötüye kullanabilir, irade zayıflığından, ahlaki kişilik çarpıklığından, hayal kırıklığından veya insana, topluma ve geleceğe olan umudunu yitirmiş olmadan veya başka bir nedenden dolayı kendisiyle yüzleşme sonucu oluşturmuş olduğu vicdana uymayabilir. Halk arasında buna “okumuş cahillik” denir.

Zira vicdanlı olmak, yani ahlaklı, kendine ve diğerlerine karşı dürüst ve samimi olmak, oluşturulan vicdana göre, yani kazanma veya kaybetme kaygısı gütmeden gerçeğe uygun düşünebilme ve doğru davranabilme gücünü gerektirir. Adil davranmak denilen şey budur. Bu nedenle insanın kendisiyle yüzleşmesi cesaretin yanında karakter gücü de gerektirir. Karakter ve irade zayıflığından kaynaklanan vicdansızlık ve utanmazlık, ahlaken suçtur ki çoğu kez hukuki sonuçları da olabilir. Bu, bilgilenmiş ahlaksızlık olduğu için cüretkâr değildir, ama ilk bakışta sanıldığının tersine cesur da değildir. Zira kaybetmeyi ve kazanmayı hesaba katmadan gerçeğe göre adil davranmayı göze alamamaktadır. Yani korkaktır.

Savaşan ve kavga eden toplumlar, insanlar, ahlakın buyurduğu gibi, birbirine iyilik eden değil, birbirlerine kötülük eden insanlardır. İnsanın hisleri ve duyguları, onun daha çok bedensel iyiliğini amaçlarken, onun akıllı varlık oluşu, onu “adaleti ve düzeni” sevmeye sevk eder ve bunun sonucu olarak da onun ruhsal sağlığını amaçlar.

Adam Smith Ahlaksal Duygular Kuramı adlı eserinde bu duygunun hem diğerlerinin hem de kendisinin mutluluğunu aynı zamanda amaçladığını göstermiştir. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da çıkar çatışmalarını yeniden tanımlar ve bu durumdan çıkmak için bir kuram sunar. Marx yeni bir durum betimlemesi yapar ve bu durum betimlemesi, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde betimlediği, herkesin çıkarının herkesin çıkarıyla ve herkesin çıkarının bütünün çıkarıyla uyumlu olduğu durumdan ilkesel olarak çok farklı değildir der. Ne yapılırsa yapılsın, büyüklerin çıkarları her daim aynı kalacaktır; fakat halkın önyargıları, sabit bir noktaya odaklı olmadığı için, değişime daha çok tabidir; halkın önyargıları daha da kötüleştirilebilir, değiştirilebilir, çoğaltılabilir veya azaltılabilir. Öyleyse, eğitim bu açıdan hala yarar sağlayabilir ve bu nedenle gerçeğin dostu dikkatini buna yöneltmelidir.

Büyük düşünür Rousseau’nun gidin, halkı eğitin, aydınlatın! Umut onda. Rousseau’nun içinde bulunduğu kendini bilmezlik durumundan çıkmak için önerdiği perspektif budur. İşte ben de onu tekrar ediyorum gidin halkı eğitin diyorum.

Saygı dolu sevgiyle kalın.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 01.03.2023
  • Süre : 6 dk
  • 4725 kez okundu

Google Ads