Site İçi Arama

dinfelsefe

Statü Manyakları

Statüye olan düşkünlük ve statü arayışı neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar tarihin en eski dönemlerinden beri sıklıkla sosyoekonomik görünür sebeplerle toplumu sınıflara ayırmışlardır. En temelinde bireyin nerede konumlanacağını ve ‘‘toplum’’ tarafından ne kadar değer verileceğini belirler bu sınıflar.

İnsanın en büyük keşfi nedir? diye bana sorsanız, hiç düşünmeden "kendini keşfetmesidir" diye yanıt veririm! Neden derseniz, insanın kendisini keşfetmesi dünyayı keşfetmesi kadar önemlidir de ondan.

O zaman kendini keşfetme yolculuğuna çıkan biri olarak, konuya kendimle başlayayım. Aslına bakarsanız size uzun uzadıya sunacağım bir listem de yok önümde, inanın bu konuda bu yönüyle de bir hazırlığım olmadı. Ama bu yazıyı yazarken aklıma gelenlerden bir demet sunabilirim size. Artık nasihat dinlemiyorum çünkü bu saatten sonra bunların bana artık hiçbir faydasının olmayacağını anladım. Bundan sonra ertelediğim, ihmal ettiğim her şeyi yapmaya programladım kendimi. Demek ki o noktaya geldiğinizde bazılarına göre radikal olan kararları verebiliyorsunuz. Sıfır noktası gibi bir şey bu. Benim için önemli olmayan, her şeye ve herkese boş vermeyi öğrenmiş olmam artık.

Kinlerimin ve nefretlerimin yerlerini bir avuç mutluluk aldı. Hem de nispeten ilerlemiş sayılabilecek bu yaşımda! Bu demek değildir ki sürekli pembe gözlükler ile dolaşıyorum. Şu an veya başka bir an beni üzen kötü şeylerin olabileceğinin farkındayım, kendimi berbat da hissedebilirim. Konu bu değil.

Aynaların hiç yalan söylemediğini de biliyorum artık. Bazen aynaya bakıyorum, yüzümdeki karışıklıklara, ak düşen saçlarıma. Sonra bunlar benim aksesuarım diyorum, her biri hayatımdaki geçen yılların izleri diyerek hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. Çünkü, hayatla barışık birisiyim.

İşte buraya kadar sizlere hayata karşı düşüncelerimi, kendi yaşam felsefemden bahsettim. Size ne kadarı uyar ya da uymaz onu bilemem. Ama yazımın bundan sonraki bölümünü nefret ettiğim "Statü Manyakları" diye isimlendirdiğim insan tiplemesinden bahsedeceğim.

Türk Dil Kurumu’na göre statü nedir? ‘‘Bir kimsenin, bir kurum ya da toplum içindeki durumu’’ demektir. Buna göre bir insan evli, emekli, albay, doktor, hâkim, bankacı, profesör gibi pek çok sıfatla toplum içinde konumlanabilir, benim aklıma ilk gelenler bunlar, sizler bu unvanların sayısını çoğaltabilirsiniz. Yüksek Statüye sahip olmak bireyi sadece maddi kazanımları açısından değil, aynı zamanda insanların gözündeki saygınlığını, önemini ve değerini belirliyor diye düşünülebilmektedir.

Önemli olan, basit ve yetersiz insanların bir üst statüye tırmanmak için yaptığı akıl almaz akıl oyunları ve kurnazlıklarıdır. O zaman konuyu biraz daha açmakta fayda var. Çocukluk ve ergenlik günlerime gittiğimde aklıma ilk gelen şey eski Yeşilçam filmleridir. Zengin oğlan fakir kız ya da zengin kız fakir oğlan. Belki de statü meselesinin en sık işlendiği dönem Yeşilçam sinemasıydı. Filmdeki anne babaya göre oğullarının statüsüne yakışmayan bu seçimine verdikleri reaksiyon; öfke, rezil olma korkusu ve reddedici davranışlar idi. Alt statüden gelen biri bizim statümüze nasıl çıkar, endişesini taşırdı. Aslında en temelinden bakarsak; oğullarının seçimi karşısında anne babanın en temel korkusu: rezil olmak, küçük duruma düşmek, utanç ve kaygı hissetmekti. Biz de yıllarca bu olguları dinleyerek veya seyrederek büyüdük.

Filmlerde bu olgu öyle güçlü bir şekilde işlenirdi ki kızgınlık hisleriyle oğullarına veya kızlarına yönelik reddedici bir davranış sergilerlerdi. Yine bir Türk filminden aklımda kalan bir bölümünü size aktarmak isterim. Bir bahar sabahı kibirli bir görünüm sergileyen bir anne ile iki kızı boğazda yürüyüş yapmaktalar. Sonrasında kızlardan biri anneye heyecanla haykırır: ‘‘Anne! Gördün mü, üst mahalleden oturanlar yanımızdan geçti. Duyduğuma göre bizimle tanışmaya can atıyorlarmış. Onlara seslensek mi? ’’Kızının bu talebi üzerinde anne: ‘‘Elbette hayır, tatlım’’ der ve ‘‘Eğer bizimle tanışmaya can atıyorlarsa, bu demektir ki bizimle tanışmaya layık değiller. Bizimle tanışmaya layık olan insanlar, bizi tanımak istemeyen insanlardır. Bizimle tanışmaya layık olan insanlar, bizi tanımak istemeyen insanlardır ancak!’’ Doğrusu çok güçlü bir cümle ve duruştur bu. O zaman da çok kızmıştım, ama böyle olunca da işte çocuk aklıma işlemiş benim de. Bu örneğimin statüye verilen önemin ve özlemin ne derece abartılabildiğini oldukça güzel bir şekilde ortaya koyduğunu sanıyorum. Şimdi, alçak statü sahibi olmanın maddi cezası yoksulluksa eğer, züppece bir dünyanın cezası da, hissettiğimiz o aşağılık duyguyu ve uzaklara dalıp giden bakışlarımız olacaktır diyorum son tahlilde.

Statüye olan düşkünlük ve statü arayışı neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar tarihin en eski dönemlerinden beri sıklıkla sosyoekonomik görünür sebeplerle toplumu sınıflara ayırmışlardır. En temelinde bireyin nerede konumlanacağını ve ‘‘toplum’’ tarafından ne kadar değer verileceğini belirler bu sınıflar. Orta çağ Avrupası’ndaki rahipler, asiller ve köylüler buna örnek gösterilebilir. Feodal sisteme ait bu toplumsal sınıflandırmalarda asiller ve rahipler güç sahibiyken köylüler ekonomik kazanımlar, sosyal haklar ve saygınlık anlamında toplumun en alt tabakası olarak görülmekteydi. Asiller de kendi aralarında farklı statülere sahip olmasından dolayı hiyerarşik bir şekilde sıralanmaktaydı. Onları da Amerikan filmlerinden tanıyorsunuz. Kont, dük vb. gibi.

Yine yakın tarihe bakıldığında toplumun sosyoekonomik sebeplerle farklı kategorilerde konumlandığı ve toplumdaki yerine, statüsüne göre farklı ekonomik ve sosyal ayrıcalıklara sahip olduğu görülmektedir. Değişen dünya düzeninde artık katı sınırlar yok; ‘‘fırsat eşitliği’’ kâğıt üzerinde de olsa pek ala bir işçi, memur ailesinin çocuğunu zengin, prestijli bir konuma gelebileceği hayalinin peşinden biraz zor olsa da gidilmektedir.

Keşfetmekten başladık, kendimizin betimlemesini yaptık, son olarak da statüden bahsettik. Bahsettiğimiz konular hayatın kendisi olduğundan çok önemli görüyorum. Statü arayışı daha çok ait olma ile değerli hissetme ihtiyaçlarını ilgilendiren bir durum olarak karşımıza çıkıyor gibi. Bunun daha fazlası psikologların işi. Her insan kurduğu ilişkilerde ait hissetmek, kabul görmek, sevilen sayılan biri olmak, yeterli hissetmek isteyecektir.

Statüye bağımlı olmayı, düşkün olmayı statü manyakları olarak adlandırıyorum. Bu tür kişilerde şu anlayış hakimdir: Statü sahibi olmak beni değerli, saygı gören, önemli biri yapar! Peki ya statü sahibi olamazsam ya da mevcut statümü kaybedersem, halim nice olur, diye hep içlerini bir kurt kemirir. Statüye aşırı derece de önem veren kişiler, kişisel beklentileri tehlikeye girdiğinde sıklıkla başarısız olma korkuları, kaygı, utanç, aşağılık hisleri, değersizlik, sevilmeme gibi duygular ile kuşatılıyorlar ve tam bir manyak oluyorlar. Cüceloğlu rahmetlinin bir yazısını okuduğumda bakın ne diyor. Bir çocuk için sahip olduğu oyuncaklar mı yoksa oyunun kendisi mi önemlidir? Oyun çocuğun temel ihtiyacıdır. Oyun sayesinde kendini özgürce ifade edebilir. Kocaman bir dünya onun tiyatro sahnesidir. Bir tencere kapağı araba direksiyonudur, tavandaki lamba uzay gemisi, yatağın üzerindeki dağınık battaniye heybetli bir dağ olur bazen. Ancak oyunun yerine oyuncaklar değer kazandıysa ve çocuk sahip olduğu ya da olamadığı oyuncaklarla mutluluğunu tanımlıyorsa burada üzerinde düşünülmesi gereken bir şeyler vardır bence. Yetişkin dünyamızda da bizi esir alan oyuncaklarımız yok mu sahi?

Beni zengin yapan, toplumda edindiğim yer değil, kendi yargılarımdır, kendi yanımda taşıdıklarımdır. Yalnızca bunlar tam anlamıyla bana aittir ve elimden alınamazlar. İşte bende statü manyaklarına son olarak Mevlâna’nın şu sözleriyle yanıt veriyorum. "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol"

Saygı dolu sevgiyle kalın diyorum.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 21.09.2022
  • Süre : 3 dk
  • 845 kez okundu

Google Ads