Tolstoy’un Eserlerinden Hayatlarımıza Süzülen Işıkları Yakalamak
Tolstoy'un hiçbir şeyin sonsuza dek sürmeyeceği düşüncesiyle dimağı ateşlenmişti. İnsanlar ölüyor, bir şeyler çürüyor, şöhret soluyor ve büyük anlar geçip gidiyordu. O büyük yazar o günlerde; ‘'Er ya da geç yaptığım her şey unutulacak ve artık var olmayacak’' diye hayıflanıyordu. Hayatı bir duraklama dönemine girdi. Depresyona girdi, ailesinden uzaklaştı ve yazmayı dahi bıraktı. Yaşadığı buhranlı günlerden yavaş yavaş bir tür manevi uyanışa yöneldi.
İnsan Neyle Yaşar? İnsan, neye ihtiyacı olduğunu bilemez çünkü ne zaman öleceğini bilmez. Bu anlayış, koronavirüs salgını zamanlarında çok daha anlamlı bir hâl almıştı. Çünkü yanı başımızda ölüm var, ölüm kol geziyordu sokaklarda. Çemberin giderek daraldığını, artık hepimizin tanıdıklarından, aile efradından, dost çevrelerinden kayıplar olduğunu işitiyorduk. Fakat yine de oralı olmamaya çalışıyor, günlük hayatımıza, rutin işimize ve kendimize göre diğer yapmaya zorunlu olduğumuz şeylere kendimizi veriyorduk. Kısacası gelgitleri olan bir yaşam içinde bocalayıp duruyorduk. Ölümün sarsıcı gerçekliğine rağmen, nedense bir tarafımız kesinlikle ölümle göz göze gelmek istemiyordu. İşte ben de bu yazımda, bu buhranlı günlerde yaşanılanları Tolstoy'un yaşamındaki gelgitlerle mukayese ederek, onun hayatından kesitler vererek size nasıl, neyle yaşadığımızı ifade etmeye çalıştım.
Tolstoy, 1878 yılında 50 yaşına eriştiğinde, “Savaş ve Barış” ile “Anna Karenina” adlı ölümsüz eserleri kendisine dünya çapında büyük bir şöhret kazandırmıştı. Büyük bir serveti, kendisini ona adamış bir karısı ve bu buhranlı günlerde kendisini hayata bağlayacak yaşamının tomurcukları olan dokuz çocuğu vardı.
Moskova’ya yakın o geniş arazisinde çevresinde aile fertleriyle çalışırken ve yaşarken bir şeyler alt üst olmaya başladı. Buhran dolu düşünceler etrafını sardı. Hiçbir şeyin sonsuza dek sürmeyeceği düşüncesiyle dimağı ateşlenmişti. İnsanlar ölüyor, bir şeyler çürüyor, şöhret soluyor ve büyük anlar geçip gidiyordu. O büyük yazar o günlerde; ‘'Er ya da geç yaptığım her şey unutulacak ve artık var olmayacak’' diye hayıflanıyordu. Hayatı bir duraklama dönemine girdi. Depresyona girdi, ailesinden uzaklaştı ve yazmayı dahi bıraktı. Yaşadığı buhranlı günlerden yavaş yavaş bir tür manevi uyanışa yöneldi.
Gerçekten bizler de hayatta bir sürü şeyi arzu ediyor ve fakat bunların pek azını gerçekleştiriyoruz. Yahut onları gerçekleştirmeye çalışırken bazı şeyleri de hayatımızda kaybediyoruz. İnsan sınırlarını biçemeyen bir varlık. Bir şey istediğimiz zaman, onun bize mutluluk getireceğini sanıyoruz. Oysa bir şeyi istemek ve onu beklemek, onu elde etmekten daha çok haz verici değil midir? Yazarlar ve şairler bunu psikolojiden neredeyse bir asır önce yazıp söylediler. Psikoloji deneyleri de istemenin ve beklemenin hazzının elde etmenin hazzından fazla olduğunu gösteriyor. Bir tatili beklerken alınan haz, o tatili yaşarken alınan hazdan her zaman için daha büyüktür. İnsan sadece maddi arzularının tatminiyle huzur ve mutluluk bulan bir varlık değil. Öyleyse hayatın manası nedir? Bu sorunun yanıtını büyük usta bile verememiştir. Dolayısı ile benim de verebileceğim düşünülemez. O zaman, bu konuya kıyısından köşesinden yaklaşarak felsefi olarak bakmakta fayda var görüşündeyim.
İnsanı bu dünyadaki var oluşundan alıp daha üst bir boyuta sıçratan şey, kendini daha büyük bir bütünün parçası olarak hissetmesi arzusu ve isteğidir. Bizler gündelik hayatımızda, sadece kendimiz ve bu dünyalık hedeflerimiz için var olduğumuz zaman, hayatımızın büyük bir manası olmuyor. Mana dediğimiz şey, yapıp ettiklerimizi birleştirip anlamlı bir bütün ortaya çıkarabildiğimiz zaman gerçekten bir mana ifade ediyor. Bu hayattan tüten şey ne? Bu hayat geride ne bıraktı? Bir enkaz mı bıraktı, kalbi kırık insanlar mı bıraktı, yoksa hayırla anılan bir isim mi bıraktı, kendisini hayırla yad eden kalpler mi bıraktı? Ne yapıp ettiğimiz, hayat hikayemizi nasıl oluşturduğumuz, ne kadar tutarlı bir hikâyeye onu dönüştürdüğümüz ve o hayat hikayesinden dışarı ne sızdığı çok önemlidir kanaatindeyim. Hepimiz dünyadan aldıklarımızla bir şey olduğumuzu sanıyoruz, halbuki tam tersine dünyaya verdiklerimizle bir şey olabiliyoruz. Ben Ferrarisini satan bilge olmakla bir şey olmuyorum veya Ferrariye binen bilge olmakla da bir şey olmuyorum. Ben dünyaya ne verdim, dünya benden ne kazandı, insanlar benden ne kazandı? Benden geriye bu hoş şada kalıyor. Yaşamın anlamı, yaşamın yöneldiği ufka bakarak tayin edilir. İnsan zaman zaman yaptığı şeylerin hayatın içindeki boş çabalar olduğunu anladığında hayatın bir başka evresine geçmek istediğini anlar.
Ben bu duruma, insanın kendi gerçeğine uyanması diyorum, kendi acizliğine, çaresizliğine, ömrünün sınırlılığına uyanmasıdır. Uyanmak dediğimiz şey belki de farkına varıştır, hayatı gerçek boyutlarıyla yaşamak, bir tür iç aydınlanmadır. İnsan talep etmeli, aramalı, yola düşmeli. Bu hız, tamamen insanın kendi gerçekliğinden kaçış, uyumaya devam etmek isteme arzumuzun bir ifadesidir. Hız çağı aslında kendi ölümlülüğümüzle karşılaşmak istemememizin bir yan etkisidir. İnsan bir şeyi unutmak istediği zaman hızlanıyor, hatırlamak istediği zaman yavaşlıyor. İnsanın tefekkür anları olmalı, zamanı genişlettiği, yavaşlattığı anlar gibi. Biz insanların içmeden de sarhoşluk içinde savrulduğumuz anlar olabiliyor hayatımızda.
Fransızların 19’uncu yüzyılda yaşayan şairlerinin en ünlülerinden biri olan Baudelaire, bakın ne diyor. “Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” diyor.
Omuzlarımızı ezen, bizi toprağa çeken zamanın korkunç ağırlığı, anlam ihtiyacını doğuran o gittikçe açılan ve kararan anafor. Sürünen hiçbir şey bu boşluğun çekiminden kaçamıyor maalesef. Sarhoş olmak, bir tür kanatlanma rüyasına yatmaktır. Sarhoş olmak ya da iktidar peşinde koşmak, zengin olmak, bilgi üzerine bilgi yığmak. Ne farkları var, sarhoşluğun sonradan bir ayıklığının da olması dışında.
Hayvanlar neden yaşamak zorunda olduklarını kendileri için bir mesele edinmeksizin yarını yaşarlar. Ama insan farklıdır; ona sadece bir can verilmemiştir, yalnızca hayatta kalma isteğini yansıtan içgüdüsel temel eylemlerden çok daha karmaşık şekilde sevgisini ve zalimliğini yaşar insan. Anlam, bizlere yalnızca yarını ve tekrar tekrar yarını yaşamak için bir mazeret, bir tekrar olsun diye gerekmez ki. Hazırda bize sunulmuş olanlardan bir tanesini seçelim. Yaşamdaki üslubumuzu kurmak, onu kendi içimizde inşa etmek için de muhtacız ona.
Bakın bu konuda büyük bir yazar olan Frankl ne diyor? “Yaşamak acı çekmektir, yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktadır. Eğer yaşamda bir amaç varsa, acı da ve ölümde de bir amaç olmalıdır. Ama hiç kimse, bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez. Herkes bunu kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluluğu üstlenmek zorundadır.” diyordu.
Bizden de bir örnek verirsek bakın bu konuya Peyami Safa ne diyor? “Aşka dair yazılan ve söylenen şeylerin çoğu enteresandır, fakat pek azı insana bir şey öğretirler, çünkü biz birbirlerine uzak olan birçok ruh bileşenlerinin hepsine birden “aşk” diyoruz.”
Acı çekmek de, birbirine uzak olan envaı çeşit ruh halinin ortak adı haline gelmiştir bazılarında. Her neye temas etse, ona dokunan her ne olsa, sevse ve sevilse hatta mutlu olsa dahi ruhu sızlar bazısının. Bu sebeple, Frankl’ın sözünü “acıda ve mutlulukta anlam bulmak” olarak okuyorum. İnsan uykudan, ya da sarhoşluktan ayıldığı zamanlarda, kendi elleriyle yarattığı, içerisine Tanrının can kattığı bu bereketlenmiş dünyayı seyreder durur. İnsan, gün be gün kendi dünyasında böyle yaşar, gider.
Bu arada yaşarken, güzeli görebilmek herkese nasip olmayan bir duygudur. Ancak insan gündelik hayatın ortasında dahi, aşkın bir anlam dünyasının beş duyumuz üzerinden bugünün gerçekliğine sızdığını fark edebilir. Mesela güzelliği takdir ederiz, doğal güzellik karşısında adeta büyülenmişçesine her birimiz bir anda kendimizden geçeriz. İlk bahardan son bahara yaprakların rengindeki değişimler, bize etrafımızda ahenk ve zenginlikle çağlayan bir dünya olduğunu gösterir. Bunu görebilenler ancak mutluluğu yakalayabilirler.
Doğruluk ve iyiliğe nasıl cevap veriyorsak güzelliğe de öyle cevap veririz. Güzellik bize ilham verir ve bizi aydınlığa çeker. İnsan evladı hakikat, iyilik ve güzelliğe kayıtsız kalarak yaşayamaz. Bu değerleri yok saydığımızda veya onları bencilce kendi dar kalıplı ve renksiz hedeflerimize tabi kıldığımızda anlam elimizden kayıp gider. Çünkü herhangi bir insan tek başına değer ve anlam üretemez. Bu, estetik deneyimden aldığımız lezzeti çoğaltarak, ahlaki duyarlılıkları bileyerek mümkündür. İnsan kırılgan ve âciz bir varlıktır. Kendimizi iyiye yöneltmek için rasyonel bir kararlılıktan çok daha fazlasına ihtiyacımız var. İyinin mutlak galibiyetine, iyiliğin bileğinin bükülemeyeceğine ve zaman zaman geri çekilmeler yaşansa dahi, eninde sonunda iyiliğin galip geleceğine umutla inanmalıyız. Bütün iyi manevi yollar bizi kendimizi keşfetmeye götürür, kendimizi tanımaya ve daha iyiyi bilmeye yöneltir. Doğru eylemi salık verir ve ötekilere saygıyı telkin eder. Bu yazı tamamen felsefi bir yazı olarak anlaşılmalıdır.
Bu yazıda, büyük bir yaşam filozofu olan Tolstoy’un hayat serüveninden esinlenerek, onun kendi yaşamında girdiği buhranı anlatan ifadelerine sarılarak, dilim döndüğünce yaşamın ne ifade ettiğini, yaşamın nasıl yaşandığını anlatmaya çalıştım. Benim hayatımı dokunan bu büyük insanın romanlarını basit bir roman gibi görme yanlışlığına düşmemek gerekir. Tolstoy’u okumak, zamanın ötesinde, yaşamı tüm boyutlarıyla, derinliğine anlama fırsatı verir. Bir başka deyişle, Tolstoy hayatın özünü yansıtan bir ayna gibidir. Bu aynaya fırsat bulduğunuzda bakmanızı, okumadıysanız Tolstoy’un eserlerini kendi hayatınızı daha iyi anlamak adına okumanızı salık veriyorum.
Saygı dolu sevgiyle kalın