Milli Eğitimde Neler Oluyor? (1980-2024) (Bölüm 2)
1980 sonrası eğitim politikalarındaki en büyük sapma eğitim konusundaki (kuralsızlaştırma) deregülasyondur. Bu eğitimde özelleştirmelerin önünü açan, devlet sorumluluğunu sulandıran en kritik kuralsızlaştırma adımıdır.
Bir ülkenin tam bağımsızlığından söz edebilmek için o ülkede kamu politikası süreçlerinin nasıl şekillendiğine bakmak yeterli olabilir. 1980 Askeri Darbesiyle küresel sermayenin rahat hareket edebileceği bir ülkeyi yapısal olarak hazırlamanın temelleri atılmıştır. 1982 Anayasası, neo-liberal dönemin yapıtaşlarını döşemektedir. 1924 Anayasası, millet egemenliğini tek başına temsil eden üstün yetkili bir meclis anlayışını benimsemişken, 1961 Anayasası kuvvetler ayrılığını temel ilke kabul etmiş ve yürütmenin yetkilerini temel hak ve özgürlükler çerçevesinde düzenlemeye çalışmıştır. 1961 Anayasası, yasamayı çağdaş ülkelerdeki örneklerinde olduğu gibi çift meclisli bir parlamento olarak şekillendirmiştir. Zaten aksi durumda kuvvetler ayrılığının kalıcı tesisi çok zor olmaktadır. Çift meclisli parlamento, hem uzlaşma kültürünü zorluyor hem de yasamanın yürütme karşısında güçlü ve bağımsız kalabilmesini sağlıyordu.
1982 Anayasasına gelindiğinde, senatonun kaldırılması, Türkiye’nin parlamenter geleneğindeki bütün kazanımları geriye götüren bir değişiklik olarak yorumlanabilir. Çünkü artık güçlü yürütme karşısında yasama bir daha asla eski gücünde olamayacaktır. Anayasada otorite-hürriyet dengesinin otorite lehine bozulduğu da görülmektedir (1). Yürütmenin bu derece güçlendirilmesi, politika transferi yoluyla değişimin yönetilmesini kolaylaştırıcı bir etken gibi yorumlanabilir. Genel olarak 1980 sonrası kamu politikasının şekillendirildiği süreçlerde tepeden inmeci bir yaklaşım ağır basmaktadır. Bu eğitim için de sağlık için de geçerlidir.
1982 Anayasasında 24’üncü madde ile ilk ve orta öğretimde din dersi zorunlu hale getirilmiştir. 10 Mart 1954 tarihinde Türkiye tarafından da onaylanan Avrupa Konseyi “İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi”nin 1 Numaralı Protokol 2’nci maddesinde; “Hiç kimsenin eğitim hakkı yadsınamaz. Devlet, eğitim ve öğrenim alanında üstlendiği görevleri yerine getirirken, ana babaların kendi dinsel ve felsefi inançlarına uygun bir eğitim ve öğretim sağlama hakkına saygı gösterir” denmektedir. 1982 Anayasasının 24‘üncü maddesinde bahsetmese de, Türkiye’de (bir dinin değil) tek bir mezhebin eğitiminin verilmesi yönündeki uygulama, bu sözleşmeye aykırı olarak kabul edilebilir (2). Çünkü devlet din derslerinde bir dinin belirli bir mezhebini zorunlu olarak okutarak farklı mezhep ve inançların varlığına göstermesi gereken saygıyı esirgemektedir.
1980 sonrası eğitim politikalarındaki en büyük sapma eğitim konusundaki (kuralsızlaştırma) deregülasyondur. 1961 Anayasasının 50 nci maddesinde, “Halkın öğrenim ve eğitim ihtiyaçlarını sağlama, Devletin başta gelen ödevlerindendir” ifadesi yer alırken, 1982 Anayasasında “Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi” başlıklı 42’inci maddede bu ifade kaldırılmıştır. Bunun ne anlama geldiğini şöyle açıklayabiliriz. Rahmetli Mümtaz Sosysal, özellikle 1961 Anayasasının 10, 50 ve 53 ncü maddeleri birlikte yorumlandığında, “devletin başta gelen ödevinin (eğitim ve öğretimin) ekonomik ve mali imkânların yetersizliği nedeniyle savsaklanmasının Anayasaya aykırı olduğu” yönünde yazdığı makalelerle dikkatleri çekmiştir. Eğitimde özelleştirme çabalarına açtığı davalarla engel olan Soysal’ın başarısının en büyük dayanağı 1961 Anayasası 50’nci maddesidir. 1982 Anayasasında aynı düzenlemenin korunmaması, eğitimde özelleştirmelerin önünü açan en kritik kuralsızlaştırmadır.
1982 Anayasasının 24 ve 42’nci maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, eğitim politikaların yönü konusunda iki genel eğilim öne çıkmaktadır. Bunlardan biri eğitimde dinselleşme eğilimi, ikincisi eğitim kurumlarının özelleştirilmesi ve eğitimde piyasalaşma eğilimidir. Özel eğitim kurumları hakkındaki ayrıntılı düzenleme, 625 Sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile getirilmiştir. 18 Haziran 1965 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 625 Sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununda 1983 yılından başlayarak, neredeyse değişmemiş hiçbir madde kalmamıştır. 625 Sayılı Kanunun 3’üncü maddesinde 1983 yılında yapılan değişiklikle, bu kurumlara tanınacak muafiyet ve teşvik gibi özendirici hususların kalkınma plan ve programlarına dayandırılması esas alınmıştır. Elbette eğitimin paralı olması, özel eğitim ve öğretim kurumlarına ilişkin düzenlemeler ve bu kurumlara tanınan imkânlar çerçevesinde, ticaret hukuku kurallarına tabi olan bu kurumların sayılarının artışıyla 1982 Anayasasının bu alandaki deregülasyon uygulaması arasında bağ kurmak mümkündür.
1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu, 24 Haziran 1973 tarihinde 14574 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Ancak 1983 yılında kanunda önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerden en önemlisi, yükseköğretimin paralı olduğunu belirten, 38’inci maddede yapılan değişikliktir. Elbette bu durum, eğitimin devletin başta gelen ödevlerinden olmasının kaldırılmasını takip eden, beklenebilecek bir gelişmedir.
1739 Sayılı Kanunun 2’nci maddesinde yine 16.06.1983 tarihli ve 2842 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, milli eğitimin amacı açıklanırken; “…geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan, yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek..” ifadeleri yer almaktadır. Buradan milli eğitimin amaçlarında piyasa eksenine kayma olduğu sonucu çıkarılabilir. Zira burada her teşebbüs, değer verilmesi gereken bir olguymuş gibi vurgulanmıştır.
Genel olarak bakıldığında 1739 Sayılı Kanunda 1983 ve 1997 yıllarında yapılan değişikliklerle, piyasa ekseninde bir milli eğitim politikasına doğru kayma olduğu, bu kapsamda mesleki eğitimin ağırlık kazanmaya başladığı, verimlilik kavramının devletin asli ve başta gelen görevi olması gereken eğitimin her aşamasına hâkim olmaya başladığı görülmektedir. Oysa kamu hizmetlerinde verimlilik sadece maddi olarak açıklanamaz. Ayrıca bu kanunda imam-hatip liselerinin amacının “…hem mesleğe, hem yükseköğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan öğretim kurumlarıdır” şeklinde açıklanması, Anayasanın 24’üncü maddesine paralel olarak eğitim politikalarındaki kaymanın yönünün sadece piyasa olmadığını göstermektedir.
Özellikle AKP iktidarı, neo-liberal politikalar konusunda tavizsiz bir tutum izlemiştir. Eğitim öğretim kurumlarının özelleştirilmesi, sözleşmeli istihdamın yaygınlaşması, Anayasanın 2 ve 24’üncü maddelerine aykırı şekilde laiklik karşıtı oluşumların eğitim kurumlarında kurumsallaşması gibi hususlar, AKP iktidarının gücü arttıkça hızını artıran uygulamalar olmuştur. Milletin egemenliğinin temsil edildiği TBMM’de bütün kamu politikası süreçleri kenara itilerek bir gecede kavga-dövüş Milli Eğitim konusunda düzenlemeler yapılmıştır.
Milli eğitim politikaları üzerine ne kadar yazarsak yazalım, ne kadar konuşursak konuşalım, birçok husus eksik kalmaktadır. Konu kamu politikası olunca burada Dünya Bankası ikraz anlaşmalarını, kalkınma planlarında konunun ele alınmasında yaşanan değişimi ve parti programlarını da ele almak gerekir. Ancak bu defa büyük hacimli bir metin oluşması kaçınılmazdır. Bu nedenle çok genel ve ana gelişmelerin üzerinde durmayı uygun gördüm.
Bütün süreçlere bakıldığında, Türkiye’nin bağımsız politika üretebilecek bir ekonomik yapısının olmaması, kamu bürokrasisi, akademi ve siyasette efendilere sadakatin devlete sadakate tercih edildiği örneklerin çokluğu, eğitim gibi önemli bir konuda uzun yıllar doğru adımların atılabilmesini engelleyici/yavaşlatıcı unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Bir ülkenin eğitim politikalarını içi boş bir tüketim toplumu yaratmak için kurgulamak, o ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Bilgi toplumunu yakalayamayan bir Türkiye için çöküş kaçınılmaz olacaktır. Üstelik sanıldığı kadar uzak bir gelecekte de değil…
Kaynakça
(1) Hasan Tunç, Anayasa Hukukuna Giriş, 2.Baskı, Ankara, Nobel, 1999, s.43.
(2) Niyazi Altunya, Anayasa Hukuku Açısından Türkiye’de Eğitim ve Öğrenim Hakkı, İstanbul MEB Yayınları, 2003, s.29.