Fenerbahçe Otobüsünü Kurşunlayanlar Niçin Bulunamıyor?
Nedenlerini öğrenmek istediğimizde, niçin sorularını samimiyetle sorup cevabını aradığımızda karanlıklar elbet ve mutlaka bir gün aydınlanacaktır.
Nedenler, niçinler hayatımızın yolunu aydınlatan el fenerleri gibidirler. Hiçbir olay nedensiz olmaz. Sonuçların kötü ya da iyi olmasının arkasında hep neden ve niçinler vardır. İşte Halil Umut Meler olayının arkasındaki olaylar beni daha çok bu yönüyle ilgilendiriyor.
Gelişmiş batı toplumlarında bireyler haklarını elde etme noktasında çok bilinçli hareket edebiliyor, demokratik mücadeleyi kollektif hale dönüştürebiliyorlar. Ne yazık ki bizde öyle olmuyor. Bireyler haklarının farkında değil veya korkak. Bu neden böyle? Bu konuda sosyologların, psikologların, siyaset bilimcilerinin mutlaka birçok araştırması mevcuttur. Akademik kaynakları ve dili kullanmadan, çok yalın ve basit cümlelerle cevaplamaya çalışayım.
Batılı toplumlar demokrasi mücadelesinde çok zorlu evrelerden geçmiş, krallık rejimlerinden halkın yönetime ortak olduğu cumhuriyet ve demokrasiye geçişte büyük bedeller ödemişlerdir. Gerçekten de emek verilerek elde edilen ve uğrunda çok çileler çekilen kazanımlardan kolay kolay vazgeçemez insanlar. Fransa'da filozofların ateşlediği, aydınların halkla bütünleştiği ihtilaller sarayın despotizmini yerle bir etmiş, çağdaş bir hukuk sisteminin katılımcı demokrasinin yolunu açmıştır. Doğu toplumlarında ise gelenekler kolay kolay değiştirilemez kabul edilen, zamanla tabu halini alan dogmalar olarak görülüyor. Batı aklın, doğu kalbin coğrafyasıdır derler. Belki bu genelleme size acımasız gelebilir ama belirli ölçüde bunun bir hakikati yansıttığına inanıyorum.
Biliyorsunuz, akıl dediğimiz şey sorgular. Bilimin anahtarı şüphe ve akabinde beynimizde çakacak soru şimşekleridir. Oysa kalp; aşkın ve dahi teslimiyetin dipsiz kuyusu, uçsuz bucaksız bilinmeyenidir. Batı düşüncesinde akıl ve matematik, doğu ve Ortadoğu toplumlarında bir teslimiyet, bir tevekkül vardır. Oysaki iman ile şüphe bir arada yaşayamaz. Şüphe imandaki depremdir. Yani vahyin müjdesini aldığınızda ya Ebubekir’siniz ya da Ebucehil. Hint paganizmi veya plüralist inanç biçimlerinde de benzer tavırlar söz konusudur.
Biz Türklerin İslam öncesi yaşam tarzımız elbette farklıdır. Kurultayı toplayan Kağan veya Hakanın yanında mutlaka eşi de vardır. Üstelik toplanan kurultay, bir istişare, danışma, konuşma ortamıdır ve bu istişarede herkesin söz hakkı bulunurdu. Ama zamanla biz bu kültürel ve yönetimsel zenginliğimizden uzaklaştık. İslam dini bize uzaklaşmamızı emretmese de biz bu devletin başı ile yönettiği insanları bir araya getiren, bir anlamda ‘doğrudan demokrasi’ diyebileceğimiz bu tür uygulamaları bir kenara bıraktık. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde oligarşik tutum bu hakları oldukça kısıtladı. Padişahlara, Batı toplumlarında görülen krallar kadar olmasa da karşı konulamaz yetkiler verildi. Padişah ve tebaası arasında zamanla bir duvar örüldü. Allah korkusu padişahları zalim bir kral olmaktan kurtarmıştır şüphesiz, ama yetkiler açısından durum özünde buydu.
Tanzimattan sonra rol modelimiz Batı medeniyeti olsa da, onlardaki rönesans ve reform hareketleri ve aydınlanma sürecine biz yukarıda değinmeye çalıştığım sebeplerle adapte olamadık. Matbaanın iki yüzyıl sonra getirilebilmesi, batıda yaşanan sanayi devrimi ve oluşan sınıf bilincinin yarattığı siyasi ve toplumsal dalgalanmalar bizde aynı etkiyi yaratamazdı, yaratmadı. Nitekim çok partili hayata geçişimiz bile halkın talebiyle değil, dış kaynaklı baskılarla gerçekleşti. Bir zamanlar neredeyse her on senede bir tekrarlanan askeri ihtilaller ve cuntanın aldığı gencecik canlara rağmen, demokrasimizin gelişmesi için yapılan çabalar hep yetersiz kaldı. Maalesef demokrasi ve cumhuriyet de iyi özümsenemedi. O nedenle zaten fesli püsküllü sözde tarihçi, “Keşke Millî Mücadelede Yunan galip gelseydi?” dediğinde, dindarlığı kimseye bırakmayan önemli bir kitle tarafından alkışlandı. Halktan vazgeçtim, değerli devlet büyüklerimizden bile bu yaklaşım tepki görmedi.
Biz, ülkece 1946 yılından itibaren çok partili hayata, bir anlamda demokratik yaşama geçiş yaptık. Onun öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında tek partili hayat, devletimizin kurucuları tarafından daha çok benimsendi. Muhtemelen memleketimiz henüz olgun bir demokrasi için hazır değildi. Mustafa Kemal Paşa’nın çok partili hayata geçiş için yaptığı birkaç hamle kesintiye uğradı. Yine İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Avrupa’daki şartları hatırlarsak, Avrupa’nın göbeğinde Almanya ve İtalya’da faşizm hortlamıştı. Avrupa ülkelerinde bile demokrasi rafa kaldırılmak üzereydi. Bu şartlarda bile genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, tam manasıyla olmasa da, demokratik devlet ve toplum hayatının tüm kurumları belirli ölçüde hayat buldular. Bugün Türkiye’de bir demokrasiden bahsediyorsak, bu 100 yıl önce Atatürk ve beraberindeki ülkemizin kurucularının padişahlığın devamından yana olmayıp, medeni dünyanın çoklukla benimsediği demokrasi idealine inanmaları sayesinde olmuştur.
Evet, bugün 100 yıl önceki şartları yaşamıyoruz. Devletimizin yapısı da insanımız da aynı değil. Bugün ülkemizde demokrasi var ama maalesef sıkıntılı bir demokratik hayatımız var. Seçimle gelen devletin despotizminden korkmak gerekir. Bugün ülkemizde gücü elinde bulunduran siyasal iktidar, sivil toplumu kamusal alanın her yerinde kuşatmak suretiyle, aynı anda toplumun düzenleyicisi, denetçisi, eğitimcisi, cezalandırıcısı rolüne soyunmaktadır. Toplumumuzda kişiler, sınırları çoğunlukça belirlenen, mahalle baskısı dediğimiz uygulamalara tabi olmak zorunda hissediyorlar. Bu kişiler, sıradan bir vatandaş olsa belki neyse diyebilirsiniz. Ama bahse konu kişi, birey olmanın ötesinde bir Devlet Bakanı ise durum değişmez mi?
Örneğin ekonomiden sorumlu devlet bakanı yaklaşan yerel veya küresel krizden Cumhurbaşkanına bahsediyor. Bu krizi kabullenmek istemeyen Cumhurbaşkanı da, bakan seviyesindeki bu kişiyi doğrudan azarlama yoluna gitti. Peki ne oldu? Bakan sesini bile çıkaramadı. Azarlayana laf söyleyebilme cesaretini gösteremedi. Belki kişisel çıkarları zarar görür düşüncesiyle sesini çıkarmamayı yeğledi ve Cumhurbaşkanının azarını ‘yuttu’. Bu arada kimse devlet bakanına sahip çıkmadı, çıkamadı. Zira nerede muhalefet varsa, anında o muhalif kim olursa olsun, sesini kısması isteniyor, bekleniyor. Bu sadece AKP açısından değil, birçok partinin yönetimleri için de geçerli olan bir durumdur. Daha partilerde bile biz demokrasiyi göremiyorsak, bu partilerin kuracağı hükümetler, hükümetlerin başlarının halka davranışlarında demokratik teamüllerin sınırları içinde kalacaklarını nasıl bekleyebiliyoruz?
Biliriz ki, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır hadisi dillere pelesenk edilmekte, hem de konuşmaya yeltenenin dili koparılmaktadır. Buna da ileri demokrasi demiyorlar mı, inanın şeytan bile gülme krizine tutuluyor bunu duyunca. Ama halkımız tepkisiz ve suskun. Biat kültürü denen şey tam da bu olsa gerek. Öyle bir eğitim vermeliyiz ki; çocuklarımız daha küçük yaşlardan itibaren kula kulluğu değil, hakka hukuka bağlılığı öğrensinler, zalimin karşısında Zülfikar olabilsinler. Şeyhlerine, şıhlarına, liderlerine, reislerine teslimiyetleri kadar, Allah'a ve Kur'ana, ahlaka, erdeme, vicdana teslim olmayı öğrensinler. Değilse ne cumhuriyetimiz ne de demokrasimiz bu emekleme döneminden kurtulamayacaktır kanısındayım.
İleri demokrasi; aklı, bilimi, ahlakı kendine rehber edinen özgür bireyler ve örgütlü toplumla mümkündür. Bilmem şimdi anlatabildim mi bir Hakem dövme hadisesinin arkasında yatan, hepimizin aslında gördüğü ama görmezlikten geldiği nedenleri. Nedenlerini öğrenmek istediğimizde, niçin sorularını samimiyetle sorup cevabını aradığımızda karanlıklar elbet ve mutlaka bir gün aydınlanacaktır. Madem futbolla başladık futbollarda bitirelim. Fenerbahçe otobüsünü kurşunlayanlar niçin daha bulunmadı?
Saygı dolu sevgiyle