Osmanlı Padişahları İktisadi Hayatı Nasıl Yönetiyordu?
Osmanlı Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teşkilâta sahipti. Osmanlıdaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigar (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ile Karamanlı Kara Rüstem Paşa tarafından kurulduğu zikrediliyor.
Paranın ilk defa Lidyalılar tarafından kullanıldığını biliyoruz. Zamanla buna bağlı gelişen para politikaları da tarih içinde önemli bir yer tutuyor. Bu bağlamda, Osmanlıda para politikaları, devlet hazinesi ve maliye politikaları hakkında fikir sahibi olmanın, günümüz Türkiye’sindeki para ve maliye politikalarımızı daha iyi anlama ve yorumlama açısından önemli olduğunu değerlendiriyorum.
Osmanlı İmparatorluğu'nun iktisadi tarihi, iki alt döneme ayrılarak inceleniyor:
Birincisi, oluşturulan kapalı tarım ekonomisinin imparatorluk içinde bölgesel fark gösterdiği klasik çağ (genişleme); ikincisi ise devlet ve kamu işlevleri üzerine, idari ve politik düzenlemeler ile başlayan devlet örgütlü reformları kapsayan reform dönemidir.
Osmanlı Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teşkilâta sahipti. Osmanlıdaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigar (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ile Karamanlı Kara Rüstem Paşa tarafından kurulduğu zikrediliyor. Bu bilgiler ışığında meseleye bakıldığında, Osmanlı maliye sisteminin devletin daha ilk kuruluş yıllarında ortaya çıktığı ve zamanla devasa bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı devlet sisteminin bu doğrultuda işlerliğe kavuştuğu anlaşılıyor.
Fatih zamanında iktisadi hayata ilişkin hazırlanan bir kanunnamede; “Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur!” denilerek, hukukun üstünlüğüne en yüksek seviyede vurgu yapılmıştır. Fâtih kanunnamesinde yer alan ve yılda bir kez rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarım irat (gelir) ve masrafım okuyalar hil'at-i fahire giysinler. Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile dahil-hariç olsun” ifadelerine yer verilmiştir. Osmanlıların maliye teşkilâtına ne denli önem verdiklerini, bu anlayışa daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip çıktıkları Fatih kanunnamesinde de kendini göstermektedir.
Aslında Osmanlı bir cihan devleti olacaksa, buna benzer iktisadi hayata ilişkin düzenlemeler gerekli ve zorunlu idi. Çünkü gelir ve gider hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen ve bu konuda istatistiksel bir bilgiye sahip olmayan bir devlet, bugün olduğu üzere geçmişte de düşünülemezdi. Osmanlı maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir üst düzey devlet görevlisi bulunuyordu. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün malî işlerden bu baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı. Kanunnamede de belirtildiği gibi defterdar padişah malının vekili idi. Kuruluş döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karşılık masraflar pek o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi. Ayrıca devlet erkânından çoğunun has ve tımarlarının geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı ise sadece Kapıkulu askerlerine verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise cami, medrese, köprü, han, hamam gibi imar işlerinde kullanılıyordu.
Miri Hazine ve Enderun Hazinesi Ayrımı
Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderun (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınarak devletin çarkının kesintiye uğramadan ahenkle dönmesine gayret gösteriliyordu. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve vezirin denetimi altında idi.
Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey zamanında çıkarıldığı biliniyordu fakat bir süre sonra Osman Bey'e ait sikkenin de bulunmasıyla eski bilgi, geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılıyor. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu. Osmanlı'da zengin sınıf gerek vakıf anlayışı gerekse devletin iktidar kaygısı ile fazla büyüyememişti. Bir de devletin işleyişi gereği şahısların mülkiyet hakkı yoktu. Mal, mülk padişahın şahsında toplanmıştı. Bir nevi, padişah demek Osmanlı Devleti demekti. Padişah geçici tahsislerle mülk, para aktarımını yaparak çarkı döndürüyordu. Bu kapsamda padişahın inayeti ve bilgisi dahilinde, devlette görev alanların paraya ve kaynaklara erişimi de yüksekti, imkanları çoktu ve genellikle zengin bir yaşam sürüyorlardı. Bürokratlar Osmanlı toplumunun en zengin ve kudretli sınıfı olarak görülüyordu. Bu nedenle ‘devlet kapısı’ önemli bir ayrıcalık olarak görülüyor ve halk çocuğunun devlette görev almasını arzu ederdi.
Prof. İnalcık'a göre; "1500'lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 4 bin 12 bin düka altın arasında değişiyordu. Oysa aynı dönemde Bursa'nın zengin bir tüccarı dört bin altın servete ancak sahip olabiliyordu. Bu sayıca az olan bürokratlar sınıfı padişah ailesinden sonra, devletteki en zengin kesimi oluşturuyordu. Ardından yabancı tüccarlar ve Müslüman ahali geliyordu. Kanun gereği, merkezi devlet toplam gelirin ancak % 37'sine el koyabildiğinden, artan kısmı eyaletlerde gelir olarak aktarılıyordu. Bu da devletin militarist ve sürekli seferberlik halinde olmasından ileri gelen doğal bir durum olarak görülüyordu.
Osmanlıda vergi sistemi için 1793 yılındaki Osmanlı Devleti'nden berat (iş belgesi) alan yabancı tüccar sayıları bu konuda bir fikir veriyor. Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakların başında halktan toplanan vergiler geliyordu. Kamu hizmetlerinin düzenli bir şekilde devamlılığını temin için başvurulan bir çare olan verginin, ekonomik ve sosyal hayatta önemli bir yeri bulunuyordu. Osmanlı devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devralıp tatbik ederek geliştirdiği vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakımından önemli bir yer tutar. Bunun için, Osmanlı iktisadî tarihinin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi incelemek gerekiyor düşüncesindeyim.
Kuruluşundan itibaren Müslüman bir toplum etrafında şekillenen Osmanlı Devleti, geliştirip mükemmel hale ulaştırdığı müesseseleri ile, tebaasından tahsil ettiği verginin temeli, başlangıç yıllarında İslâm hukukunun kaynaklarına dayanıyordu. Osmanlı siyasi bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemini uygulamaya sokma ihtiyacını duydu. Osmanlı Devleti'nin bu uygulamaları, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildiği kadar karmaşık ve anlaşılmaz değildir. Gerçekten yerel ve zamanlara göre farklı isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, sağlam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarını çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek şekilde basitleştirilebilir. Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel manada iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibarıyla Kitap (Kur'an) ile Sünnetten kaynaklanan Şer’i Vergilerdir ki buna "Tekâlif-i Şer’iyye" deniyordu. İkincisi de baş gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan Örfî Vergilerdir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" deniyordu.
Müslüman bir cemiyete istinat eden bünyesi ile şer’i hukukunu hem nazarî hem de amelî bir şekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanlı Devleti, diğer Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarını gözden ırak tutmuyordu. Bu bakımdan, Osmanlı tarih ve teşkilâtlarını başlı başına ve kendinden öncekilerden tamamen ayrı düşünemeyiz. Çünkü Osmanlılar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerleşmiş bulunan Müslüman Türklerin yasayış tarzlarını, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diğer özelliklerini almaktan çekinmiyorlardı. Bunun içindir ki, bir şehir veya kasaba Karamanlılardan, Selçuklulardan, Germiyan’dan veya başka bir beylikten Osmanlılara geçmekle fazla bir değişikliğe uğramıyordu. Çünkü Osmanlı Devleti teşkilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teşkilât ve müesseseleri arasında pek büyük farklar bulunmuyordu.
Osmanlı vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebaadan alınan verginin kendisini (tebaa) ne malî ne de hukukî yönden rencide etmemiş olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldığı vergilerde değil, onun adına tımar sahibinin aldığı vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi cins ve miktarları kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile salahiyetli değildi. Yetkisini aşıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir daha geri verilmemek üzere alınırdı.
Osmanlı İmparatorluğu çeşitli dönemlerde yabancılara kapitülasyon ayrıcalığı tanımıştı. Yabancı tüccarlara verilen imtiyazlar iktisadi yapıya uzun vadede yıkım getirmesi nedeniyle önemlidir. Örneğin: 1838 yılında Britanya İmparatorluğunun dayattığı bir antlaşma ile devlet tekeli kaldırılmış, ihracattan alınan vergi miktarı %12, ithalat vergisi ise %3 yapılmak durumunda kalınmıştır. Bu şekilde devlet toprakları yabancılara peşkeş çekilen bir açık pazar haline gelmişti. Kapitülasyonlar, Kurtuluş Savaşı sonrasında ancak 1928 yılında tam manasıyla kaldırılabilmişti.
Osmanlı maliyesinin temelini teşkil eden vergi sistemine şer'i vergiler de devletin iktisadî hayatında çok önemli bir yer tutuyordu. Osmanlı Devleti'nde Tekâlif-i Şer'iyyenin temelini teşkil eden vergilerin hükümleri, fıkıh kitaplarında tafsilâtlı bir şekilde anlatıldıkları gibiydi. Bununla beraber farklı din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sınırları içinde barındırdığı için, tekâlif-i şer'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çeşitleri de farklıdır. Bu bakımdan Zekât, Öşür, Cizye ve Haraç gibi temel vergilerden başka bunların kısımları olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydı.
Zekât, İslâm'ın beş esas şartından biri olarak devlet hayatının bir parçası, sosyal adalet yönüyle bir gelir düzenlemesi olarak fayda sağlıyordu. İslâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka değildi. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkı olarak görülüyordu. Devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest bırakmıyordu. Onu, toplamak ve yerine sarf etmek zorunda bırakıyordu. Belli şartları taşıyan her Müslümanın vermekle mükellef olduğu zekât, Osmanlı Devleti'nde diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi uygulanıyordu.
Haraç, Osmanlılarda daha ziyade gayr-i Müslim tebaayı ilgilendiren vergilerden biriydi. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılıyordu. Bunlar Haraç-i Muvazzaf ve Haraç-i Mukassem adını taşıyordu. Haraç'ın bu iki kısmı da şer'î vergilerden olduğu için gerek ilk tarhı gerekse ilk tahsili ile ilgili bir başlangıç tespit etmek mümkün değildi. Haraç-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı.
Aşar, ya da Öşür, İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli şartlar dahilinde Müslüman halktan alınan vergiye deniyordu. Osmanlı Devleti'nde, öşür kelimesi yerine başka tabirler de kullanılıyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çıkmıştı. Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden devlet hayatında yer eden sözcükler olarak kullanıloyordu. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mıntıkasına ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde bu isimlerle adlandırılıyordu.
İslâm hukukuna göre cizye, devletin, Müslüman olmayan vatandaşını (tebaasını) yakından ilgilendiren, devletin Müslüman tebaadan aldığı zekât karşılığıydı. Zira Müslüman olmayan tebaayı cizyeye bağlamak suretiyle devlet hayatında bir denge sağlanmış olunuyordu. İslâm nazarında Müslümanlarla zimmîler (devletin Müslüman olmayan tebaası = ehl-i zimmet) devletin vatandaşlarıydı. Aynı haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkânlarından yararlanmaktaydılar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık, ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Osmanlı vergi hukukunun Tekâlif-i Ser'iyye bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarından birini teşkil ediyordu. Müslüman bir devlet olması hasebiyle Osmanlıda cizye uygulamasının ilk kuruluş yıllarından itibaren başlatılmıştı. Devletin, idaresinde bulunan gayr-i Müslimlerin haklarını korumak, onlara gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti karşılığında vergi salmak, önemsiz denebilecek kadar az bir şeydi. O kadar ki bunu, Müslüman vatandaş ile Müslüman olmayan vatandaş arasında mühim ve farklı bir muamele olarak tanımlamak doğru olmazdı. Gerçekten devlet, tebaası olan zimmîlerin bütün haklarını koruduğu gibi onlara gelebilecek zararları da ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hatta, onlara yapılan bir haksızlık veya onlara karşı islenen bir suç, anında en ağır bir şekilde cezalandırılırdı. Nitekim 26 Kasım 1567 tarihli Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dağda üç nefer zimmîyi katleden dört sipahinin suçlarının sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektiği bildiriliyordu. Bu belge, suç isleyenlerin din, ırk ve milliyetlerine bakılmaksızın, suçlarının gerektirdiği cezaların verildiğini gösteriyordu. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asırların dünyasında bu kadar rahatlıkla uygulanan bir şey değildi.
Osmanlıda, padişahların cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri, şeriatın cizyeye ait hüküm ve uygulamalarına dayanıyordu. Osmanlı Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûğ) çağına gelmiş akil ve vücutça sağlam olan erkeklerdi. Ayrıca sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak derecede bir rahatsızlığı olup fakir düşenler, 14-75 yaşlarından küçük veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf tutuluyordu. Bundan da anlaşılacağı üzere Osmanlılarda cizye, tamamen İslâm hukukunun esaslarına göre uygulanıyordu. Başlangıçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alınmıyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranın kıymet ve değeri de aynı değildi. Bu sebeple cizye miktarı, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalıp çoğalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Şeyhülislam Ebussuud Efendi (1545-1574)'nin fetvasıdır. Bu fetvaya baktığımızda, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapısı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, iki yüz dirhem-i şer'iyyeye kadir olmaya, ol makule ednadır, on iki dirhem-i şer'î alınır. İki yüz dirhem-i şer'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i şer'î alınır. On bin dirhem-i şer'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onların cizye-i şer'iyeleri kırk dirhem-i şer'idir" demektedir.
Kısmen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasının bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulunduğu sınıflamada en az cizye verenler (edna sınıfı), her zaman öbür sınıflardan daha fazla sayıda olmuştu. Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlıkla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in İslâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttiği gibi cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile yalnız iman ve ayinlerine müsamaha değil, hatta himaye isteme hakkını da kendilerine bahseden bir mukavele akdetmiş olurlardı ki, benzer örnekleri Osmanlı Devleti'nde çokça görmek mümkündü. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yangında, dükkânları yanan Yahudilere, devlet tarafından verilen atiye ile yardımın taksim şeklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz. Osmanlı Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayında değişik müesseselerce toplanıyordu. Birliği ortadan kaldıran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sıkıntılara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, devrin ilgilileri ile yaptığı istişareden sonra, cizyenin toplanmasını belli kaide ve sistemlere bağlayarak toplama işinin tek elden yapılmasını sağladı. Bundan sonra her üç sınıf zimmî için ayrı birer mühür kazdırdı. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayıtlar koydurttu. Her sene için tarihleri değişen bu mühürlerin ve dolayısıyla cizye mükelleflerinin, birbirinden açık ve kesin çizgilerle ayrılabilmesi için bunların gerek şekillerinde ve gerekse yazı karakterlerinde farklı uygulamalara gidildi. Demek oluyor ki cizyenin kaldırılışına kadar bu uygulama devam ettirildi. Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kâğıtlarının renkleri de değişiyordu. Kağıtların üzerinde de cizyenin hangi seneye ait olduğu, sınıfı, cizye muhasebesi, baş hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardı. Osmanlıda cizye uygulaması, 1855 senesinde cizyenin, Bedel-i askeriyeye tebdili zamanına kadar devam etti.
Örfi vergiler
Osmanlılarda şer'î vergilerin yanında, temel ihtiyaçlardan doğan ve örfe dayanan bir vergi daha bulunuyordu. Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiye denilen ayrı bir kategoride mütalaa ediliyordu. Osmanlı Devleti, kendisinden önceki diğer devletlerde olduğu gibi fazla miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi mecburiyetlerden dolayı, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Savaşlar, durmaksızın devam ediyor ve şer'î vergiler de bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu ve devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu. Bunun için devlet, II. Bayezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sıkıntıyı ortadan kaldırıp gidermeye çalışıyordu. Devlet için şer'î vergilerden ayrı olarak örfî vergi bir zaruret halini almıştı. Bu mecburiyet, devleti vaz' ettiği (koyduğu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarının azalmaması için gerekli tedbirlere başvurmak zorunda bırakıyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin şayi ve kalemleri, belirlenen ihtiyaçlara göre çoğaltılıyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildiğine daha önce de temas edilmişti.
Osmanlılarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kısmı olan "sakka"nın olmadığını, tebaa üzerine böyle bir verginin tarh edilmediği, ancak bazı vergilerin buna benzemelerinden dolayı "sakka" zannedildikleri belirtilir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asırdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çıktığı biliniyor. Fakat padişahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola başvurulmaması için "adaletnameler" gönderiyorlardı. Örfî vergilerin tahsili, şer'î vergilerin tahsilinden farklı idi. Şer'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reayaya, daha doğru bir ifade ile köylüye hasredilmişti. Gerçi zekât ve cizye gibi şer'î vergiler, bu kaidenin dışında bulunmaktadır fakat ziraî mahsul ile daha çok haşir nesir olan köylü, öşür ve haraç gibi ziraî vergilerin mükellefi olarak görülüyordu. Buna karşılık örfî vergiler, daha çok şehirliyi bilhassa ticaret erbabını ve pazarlarla alakalı kimseleri kapsamaktaydı.
Şehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta olduğundan birçok vergi bu kısma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kısmının devlet adına sipahiler tarafından alındığını bildiğimiz şer'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafından, mıntıka ileri gelenleri ve kadı marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hane) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hızır" ve "Rûz-i Kasım" hesabına göre senede iki taksitle alınmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, şer'iye mahkemelerinin siciline kaydedilirdi. Bu defterlere bir memleket halkından, toplanması kararlaştırılmış ne kadar örfî vergi varsa tamamı yazılırdı. Yazılan bu miktar, eşit şekilde fertlere taksim edilerek alınırdı. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadığı sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş olurlardı. Zaman ve mıntıkalara göre isimleri ile birlikte çeşitleri de değişen örfî vergiler, hazinenin vazgeçemeyeceği bir malî yardım halini almıştı.
Bu vergilerin başında "imdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmekteydi. "İmdadiye-i seferiye" ve "imdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kısma ayrılan bu vergi türü, isminden de anlaşılacağı üzere sefer ve harplere bağlı olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemiydi. Muharebe masraflarını karşılamak üzere vatandaşlardan alınan bir vergi türüydü. Bu vergi, Osmanlı Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karşılaşması yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldıramaması sebebiyle konulmuştu. Muharebeler esnasında, boşalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyacı olan parayı tedarik etmek ve askerin donatılmasını sağlamak için konulan imdadiye vergisi, bazen hazineye gönderilir, bazen de doğrudan doğruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktarı, durum ve ihtiyaca bağlı olarak fermanlarla artıp eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazılıp toplanırdı. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar gibi halk tabakalarından alınmıyordu. Duruma göre devlet adamları da bu vergiye iştirak ediyorlardı.
Osmanlı Devleti'nde, örfî vergiler kısmına giren vergi kalemlerinden biri de "Avârız" adını taşıyan vergi türüydü. Bu vergi, yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergiydi. Avâriz-i divaniye adi ile de anılan bu vergi, devlet masraflarının memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çıkmıştı. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olunduğu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlılardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazı vesikalar sayesinde haberdar olmaktayız. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri yayınlayan Uzunçarşılı, benzerinin Osmanlılarda da aynen uygulandığını bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsumdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynıdır. Bu hususa dair vesikalar kısmında Karamanoğullarına ait kayıtlarla Osmanlı tahrir kayıtları karşılaştırılacak olursa görüşümüz kesinlik kazanır."
Bu verginin 4-5 yılda bir defa alındığını belirten Lütfi Paşa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alındığını kaydeder. Devlet, bazı zamanlar masrafları belirli vergi kaynaklarından karşılayamayacağını anladığı zaman, özel bazı tedbirler ile memleketin bütün imkânlarını seferber etmeye karar verir ve bu karar gereğince vaziyetin icabına göre, kendisine lazım olan para, hizmet, eşya ve mahsul miktarını tespit ederek muhtelif bölge ve mahallere tevzi ettiği vergi olarak bunu toplardı.
Osmanlı örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altında zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düşenlerden alınmaktaydı. Değişik isimlerle alınan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadı ve naillerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, meşihat makamından yazılı olarak çıkan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçıları arasında yapılan miras taksiminden, nikâh gibi muamelelerin karşılığı olarak alınmaktaydı.
Sonuç
Osmanlı, askeri gelişimi ve mali kaynak kullanımını egemenliğin ve zenginliğin temel kaynağı olarak gören bir sistem kurmuştu. Tebaayı besleyen tarım faktörü ise, üretim ve ticaretten daha önemli görülüyordu. Batı, Osmanlı'nın aksine zenginlik-güç-zenginlik denklemi ile üretim ve sanayiye daha fazla önem verirken, Osmanlı tarımı ön planda tutmayı yeğliyordu. Osmanlı, bölgesel genişleme, geleneksel tekel, tutucu arazi sahipliği ve tarımın yörüngesinde devam ediyordu.
Osmanlı coğrafyasında çoğu şehir bir üretim alanına odaklanır, belli ürünlerle anılırdı. Konya; dokuma, Tokat; bakırcılık, Amasya ve Erzincan; gümüşçülük, Ankara ve Kastamonu; yumuşak kumaş, Bursa; ipekçilik, Selanik; çuhacılık, Edirne; ayakkabıcılık, Bulgaristan; aba, kıl dokuma işçiliği ile bilinirdi. Osmanlı İmparatorluğu başta Avrupa olmak üzere yurtdışına pamuklu, yünlü, deri, yağ, halı ve boya gibi ürünler ihraç ederken; yine başta Avrupa olmak üzere yurtdışından süs eşyası, kalay, kurşun, kâğıt, kadife, cam eşya ve saat gibi ürünleri ithal ediyordu.
Osmanlı'ya, kendisinden önceki Selçuklu Devleti'nden Anadolu coğrafyasında bir kervansaray ağı miras kalmıştı. Ulaklar ile konvoyların güvenliğini sağlamak ve tüccar kervanlarını geliştirmek Osmanlı'nın çıkarları doğrultusundaydı. Kervansaray ağı Balkanlar'a kadar genişletildi, tüccarlar ve hayvanların güvenle konaklayabileceği pansiyonlar yapıldı. Osmanlı 600 yıl hüküm sürdüğü topraklarda para politikalarını başarıyla yönetmişti. Bununla birlikte, imparatorluğun son dönemlerinde savurganlık ve şatafat devletin yönetim şekline hâkim olmuştu. Bir devletin para politikası bozuldu mu tüm dengeleri de bozulduğu bir hakikatti. Osmanlı’yı tarih sahnesinden silen bu hakikat oldu.