Türkiye’de Uygulanmakta Olan Ekonomi Politikasının Farklı Boyutları Nedir?
Kamuda birçok alanda TL ile işlem yapılırken, üstlenicilere olan borçlar faizli döviz borcu olarak muhafaza edilmiş, aynı üstlenicilerin devlete olan borçları TL olarak yeniden düzenlenmiş ve kamu zararı yaratılmıştır. Otoriterleşmiş yönetimin maliye ve para politikasının uygulanmasında kilit rolü olan liyakatli kadroları tasfiyesi ise, ekonomik alanda yapılan bir diğer stratejik hatadır.
Sevgili dostlar, yazdığım yazılarda sıklıkla kamu politikasına vurgu yaptım. Bunun temel nedeni, toplumsal sorun olarak karşımıza çıkan olumsuzlukların her birinin temelinde yatan nedenleri anlayabilmenin ve analiz edebilmenin yollarından birinin olaylara kamu politikası penceresinden bakmak olduğunu düşünmemdir. Çünkü kamu politikası, tesadüf eseri oluşmaz. Ortaya çıkan olumsuz sonuçlar da tesadüflerin değil, yanlış yapılan ya da yapılmayanların sonucudur. Bunlardan daha kötü olan bir olasılık daha mevcuttur ki; o da olumsuz sonuçların politika yapıcılar tarafından istenen sonuçlar olmasıdır. Elbette bu son olasılık, kurumsallaşmasını tamamlamış bir devlet sistemi içerisinde yargının denetim alanına girer.
Toplumlar dinamik yapılardır. Dinamik yapıların en önemli özelliği, karmaşıklık düzeyinin yüksek olmasıdır. Bunun anlamı, toplumsal yapıda yapılacak düzenlemelerin sonuçlarının çok boyutlu olacağıdır. Bir toplumsal sorunu ortadan kaldırmak için işletilen kamu politikası süreci, eğer bilimsel, akılcı ve toplumsal dengeleri gözeten ilkelerden kopuk olursa, her çözüm yeni bir sorunun kaynağı olur. Bu nedenle kamu politikası süreçleri de dinamik süreçlerdir. Yani bir kamu politikası nasıl oluşturulduğundan bağımsız olarak, ürettiği sonuçlarla kendini yeniden üretir. Bir yasal düzenleme sonucunda ortaya çıkan toplumsal sorunların başka bir yasal düzenlemeyle çözülmeye çalışılması, kamu politikasının bu süreklilik içeren yapısını ortaya koyar. Kamu yöneticilerine düşen, politika süreçlerinin bir tek kişinin aklına, bir kişi ya da zümrenin çıkarına göre işletilmesinin önüne geçmektir. Çünkü kamu politikasının temeli kamu yararıdır.
İnsanlığın bütün kültürel ve tarihi birikimi, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin de temel belirleyicisi olmuştur. Bundan yaklaşık 12 bin yıl önce insanlığın yerleşik tarıma geçmesiyle ivme kazanan gelişme süreci, günümüzde, karmaşıklık ve kurumsallaşma düzeyi yüksek toplumları yaratmıştır. Kabile toplumlarında ağırlıklı olan kişisel ilişkilerin yerini hukuksal ilişkiler almıştır. İşte bu aşamadan sonra, toplumsal alanda kişisel ilişkileri hukuksal ilişkinin üzerine çıkarma çabası, toplumların ne kadar kurumsallaştığının turnusol kâğıdı olur. Eğer toplumun kurumsallaşması gerçekten ileri düzeydeyse, sınırları hukuk tarafından belirlenmiş sistem, bütün toplumun (kamu) yararını koruyacak şekilde, hukuka uygun olmayan eylemleri izole edecek ve cezalandıracaktır. Aksi durumda toplumun kurumsallaşma düzeyinin düşük olduğu anlaşılacak, kişisel ilişkilerin belirleyiciliği yüksek olacaktır.
Gelelim Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin kamu politikası boyutuyla değerlendirilmesine. Bu konu birkaç boyutta yapılan önemli hataların kabulünü gerektirir. Birinci sırada, yönetimin otoriterleşmesini saymak uygundur. Otoriterleşen yönetim, kendi Anayasal sınırlarını kabulde zorlanır. Türkiye’de iktidarın otoriterleşmesi, Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesiyle birlikte adeta ete kemiğe bürünmüştür. Anayasal sınırlar geçilmeye başlandıktan sonra ise, çok geçtir. Çünkü artık yasalar anlamını yitirmeye başlar. 2017 Referandumu bu anlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Kanuna alenen aykırı şekilde geçerli sayılan oylarla rejim değiştirilmiş (siyaset bilimi diliyle açıkça darbe yapılmış) ve halk buna sessiz kalmıştır. Bu sessizlikte en büyük sorumluluk tartışmasız biçimde muhalefetindir. Burada muhalefetin, toplumsal muhalefeti harekete geçirmesi gerekirdi. Çünkü uygulanmayan yasa, halka ait olan egemenliğin gaspıdır. Ekonomideki bozulmanın hız kazanması ise, “darbe” ile değiştirilen yeni rejimin 2018 yılından itibaren uygulanmaya başlaması ile olmuştur.
Diğer önemli boyut, ekonomik alanda yapılan stratejik hatalardır. Özelleştirme gerekçesiyle ülkenin stratejik üretim tesisleri haraç mezat satılmış, birçok alanda ülke kendine yeterken net ithalatçı konuma geçmiştir. Oysa ticari kapitalizm olarak da adlandırılan merkantilist dönemden beri, bir ülkede zenginliğin daha çok üretip daha çok satmak ve karşılığında daha az almakla gerçekleşeceği konusunda temel bir yaklaşım vardır. Bunun yanında “yap-işlet-devret” yatırımlarındaki akıl ve ihtiyaç dışı projeler, üretim azalırken kamu kaynaklarının da sorumsuz şekilde azaltılmasına yol açmıştır. Daha sonra, kamuda birçok alanda TL ile işlem yapılırken, üstlenicilere olan borçlar faizli döviz borcu olarak muhafaza edilmiş, aynı üstlenicilerin devlete olan borçları TL olarak yeniden düzenlenmiş ve kamu zararı yaratılmıştır. Otoriterleşmiş yönetimin maliye ve para politikasının uygulanmasında kilit rolü olan liyakatli kadroları tasfiyesi ise, ekonomik alanda yapılan bir diğer stratejik hatadır. Ancak “hata” ifadesi, bunların bilerek yapılmadığı anlamına gelmemelidir.
Ekonomi alanında liyakatli kadrolar tasfiye edilirken, kamu bankaları eliyle kamunun kaynakları yanlış yerlere ve kişilere aktarılmıştır. Bazı firmaların vergi borçları, “vergi affı” adıyla silinmiştir. Bu işlemde aleni bir şekilde, yürütmenin yetki aşımı vardır. Egemenliğin halka ait olduğu bir sistemde egemenlik hakkının bir boyutu olan “bütçe hakkı” açıkça ihlal edilmiştir. Vergilerin ödenme oranını artırmak için faizlerin silinip borcun taksitlendirilmesi anlaşılabilir olsa da, vergi borcunun silinmesi halkın egemenliğinin gaspıdır. Ne yazık ki, muhalefet bu konuyu halka yeterince anlatamamış ya da anlatmamıştır. Bunların yanında, birçok kamu kurum ve kuruluşunun israf boyutundaki harcamaları, hiçbir şekilde kontrol altına alınmaya çalışılmamış, bundan herhangi bir rahatsızlık da duyulmamıştır. Daha önceki yazılarımda ısrarla vurguladığım vergi adaletsizliği ise, hata tabiriyle açıklanamaz. Açıkça sınıfsal bir tercihi yansıtan bir kamu politika seçimidir.
Vergi düzenine ek olarak, ücret adaletsizliği de gelir adaletsizliğini artırıcı etki yaratmaktadır. İktidarın seçim ekonomisi uygulamaları nedeniyle, seçimlerden önce kendi oy tabanı olarak gördüğü daha düşük eğitimli ve kalifiye olmayan işgücünün aldığı ücretler, eğitimli ve kalifiye işgücünü geçecek düzeye gelmiştir. Bu hastalıklı yapı, ülkede eğitimin değerini düşürdüğü gibi, çalışma barışını da bozmaktadır. Aynı sorun emeklilerde de söz konusudur. Eğitimli ve daha çok pirim ödemiş emeklilerin maaşları, kamu işçi emeklisi maaşlarının altında kalabilmektedir.
Ekonomiyi etkileyen hataların bir boyutunu ise eğitimde yapılan hatalar oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerin yüksek katma değerli üretime yönelik eğitim sistemlerinin aksine, Türkiye’de eğitim politikası, bir gecede kavga dövüş oluşturulmuş ve zorla yasama organından geçirilmiştir. Eğitim gittikçe bilimsel ilkelerden uzaklaşmış, iktidarın kendi varlığını sürdürme aracına dönüşmüştür. Anayasanın 2 ve 24. Maddelerine açıkça aykırı bir şekilde, eğitimde dinsel temaların ağırlığı artırılmış, hatta Diyanet İşleri Başkanlığı, eğitim politikalarının ortasına konumlandırılmıştır. Üniversitelere liyakatsiz atamalarla, yüksek öğretimin kalitesi ve etkinliği düşürülmüştür. Her ilde üniversite açılarak, ekonominin ihtiyaç duyduğu ara eleman yetiştiren eğitim sisteminden tamamen uzak bir yol tercih edilmiştir. Özel okullaşmanın önü açılırken, bu okulların denetimi aynı hızda geliştirilememiş ve eğitimde fırsat eşitliği de derin yara almıştır.
Katma değerli ürünlerin ihracat içerisindeki payı düşmüştür. Mesela dünyada tarımsal ürünlerde en yüksek katma değer alkollü içkilerde sağlanırken, Türkiye adeta bu konuda geri bırakılmıştır. İtalyan çiftçisinin ürettiği üzüm, şarap olarak dünya piyasalarında yerini alıp çiftçinin refahını artırırken, Türk çiftçisi üzümünü kurutmayı ve pekmez yapmayı, sonra da bunu pazarlayıp zengin olmayı hayal etmektedir. Çiftçiye tercih nedeni sorulduğunda, “şarap üretmenin günah olduğunu” iddia etmektedir. Sanayi üretiminde ise ara eleman yokluğu, üretimin katma değer yaratma şansını engelleyen bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ekonomideki bozulmanın bir diğer boyutu da dış politikadan kaynaklanan hatalardır. Bazı kaynaklara göre 20 milyona yaklaşan sığınmacı, hem ülke ekonomisinin kaldırabileceğinden fazla bir yük oluşturmakta, hem de uzun dönemde ülke için beka sorunu oluşturmaktadır. Hiçbir ülkenin durduk yere nüfusa eklenen dörtte bir kadar bir nüfusu kendi içerisinde eritme, ekonomisi etkilenmeden besleme ve barındırma şansı yoktur.
Görüldüğü gibi ekonomi politikası, sadece maliye ve para politikalarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir alan değildir. Başta eğitim olmak üzere, istihdam, savunma, üretim planlaması gibi birçok alanla da yakından ilgilidir. Bütün bu alanlarda bilimsel olmaktan uzak tercihler nedeniyle bozulma yaşanmasının ekonomiye yansıması olmayacağını düşünmek iyimserlikle açıklanamaz. Olsa olsa cehaletin bir katmanını daha oluşturur. Maliye Bakanı unvanını taşıyan kişinin bütün bu boyutları yok sayıp sorunu memur ve emekli maaşlarına bağlaması, yaşam standartları konusunda ülke insanının henüz kötüyü görmediğini düşündürmektedir. Kamu politikasının karar vericileri maaşları kamusal sorun olarak görüyorsa, doğal olarak bu soruna çözüm üretecektir. Üretilecek çözümün ne olacağını merak eden varsa, zam gelmeden bir mezar yeri almayı tercih edebilir.
Ülke açıkça çok kötü yönetilmektedir. Bunun yüksek sesle herkes tarafından dile getirilmesi, çözüm için bir ilk adım olabilir. Ama muhalefet bile bütün sorunların birlikte yarattığı ekonomik çöküntüyü halka anlatmaktan aciz kalıyorsa, halk dün aldığı ekmeğin bugün küçüldüğünü görüp de kendi egemenliğinin gasp edilmesine seyirci kalıyorsa, olanları bir tiyatro gibi seyretmek dışında seçenek kalmıyor gibi görünmektedir. Eğer ülke iyi yönetilse, bunun ilk sonucu halkın refahının artması olurdu. Refah azaldığına göre burada iyi yönetimden bahsetmek, yaşanan ekonomik tablonun fazlasıyla hak edildiği anlamına gelmektedir.