Damlaya Damlaya Nasıl Göl Oluyor?
An diyoruz, ama “an” dediğimizin ne kadarlık bir zaman aralığı olduğu belli değildir. Zaman kavramı anlaması zor bir kavram. Akıp geçiyor işte. Aslında zamanı hareket ile ilişkilendiriyorlar. Hiçbir hareket olmasa zaman da olmaz deniyor.
Musluk bozulmuş, damlatıyor, tamir eder misin?
Bu nasıl damlamak, bu resmen akıyor!
***
Ne zaman damlıyor ne zaman akıyor deriz siz nasıl anlıyorsunuz?
Bu da soru mu şimdi!
Tıp tıp yaparsa damlıyor demektir işte, incecik de olsa su devamlı bir akış halindeyse o zaman akıyor deriz.
Biraz daha yakından bak istersen, akıyor diyorsun ama çok kısa aralıklarla damlalar peşi sıra damlıyor olamaz mı?
Olabilir tabii ki, ama bence akıyor!
Zaten şır diye sesi de geliyor.
***
Bazı şeylere akıyor deriz. Bazı şeyler de damlar.
Atalarımız boşuna dememişler damlaya damlaya göl olur diye.
Yani kesintisiz bir şekilde ardı ardına devam eden bir şey olduğunda akıyor demek daha doğrudur.
Trafik ne kadar sıkışmış bugün, hiç akmıyor!
Bakın trafik için de akma terimini kullanıyoruz.
Halbuki trafik dediğimiz şeyin özü araçlardır. Yani tane ile sayabildiğimiz şeyler araçlar. Ama bir araya geldiklerinde, belli bir güzergahta ilerlemekte olduklarında trafik akıyor diyoruz.
Bakın tane mi desem, adet mi desem bilemedim bir an için. Tane Farsça, adet ise Arapça! Bunun tam Türkçesi yok mu acaba?
Neyse, demek ki akış dediğimizde süreklilik gösteren şey aslında hareket oluyor, hareket eden şeylerin hareketinin süreklilik içermesi zorunlu değil doğal olarak, ama süreklilik içerdiğinde akıyor diyoruz.
***
Zaman da akıyor dediğimiz şeylerden biri değil mi?
Zamanın trafikte olduğu gibi tane ile sayabileceğimiz bir küçük hali var mıdır?
An diyoruz, ama “an” dediğimizin ne kadarlık bir zaman aralığı olduğu belli değildir.
Zaman kavramı anlaması zor bir kavram. Akıp geçiyor işte.
Aslında zamanı hareket ile ilişkilendiriyorlar. Hiçbir hareket olmasa zaman da olmaz deniyor.
Doğru olabilir! Sonuçta zamanın ilerlediğini ancak çevremizdeki hareket ile algılayabiliyoruz. Hiçbir şey hareket etmese, biz hareketliyiz. En azından kalbimiz atıyor, nefes alıp veriyoruz.
***
Işık da akıyor mu acaba?
Işığın da aynı trafikteki araçlar gibi foton dediğimiz enerji parçacıklarından oluştuğunu artık biliyoruz.
En küçük enerji yumakları fotonlar.
Aslında ışığın parçacıklardan oluştuğu fikrini ilk düşünen kişi Isaac Newton. Şu kafasına elma düşüp de klasik fiziğin kurallarını yazan bilim insanı!
Ardından geçen sürede onun bu fikri unutulup ışığın bir dalga olduğu kabul edilse de, 19. yüzyılda öncelikle Max Planck yaptığı deneylerde ışığın aslında parçacık gibi davrandığını gözlemlemiş.
O günler ışık üzerine oldukça çok düşünüldüğü ve bir sürü de deneyler yapıldığı yıllar. Daha önce yazmıştım, o günlerde elektrik ve ışık ilişkisi üzerine çok kafa yormuş bilim insanları.
Albert Einstein ile Max Planck ışık parçacıklarına foton adını vermeyi uygun görürler.
Aslında foton kafadan uydurulmuş bir sözcük değil, Latince phot: ışık sözünden esinlenmişler.
Ancak “foton” sözcüğünü ilk kez bir belgede kullanan bambaşka biridir.
Amerikalı fizikçi Gilbert Newton Lewis 1926 yılında rölativite ve kuantum fiziği üzerine yayınladığı makalesinde ilk kez en küçük radyoaktif enerji birimini “foton” olarak nitelendirmiştir.
***
Neyse, konumuz fotonlar değil.
Damlama, yani tane tane ilerleme ile süreklilik, yani akış arasındaki kavram farkına bir göz atmıştık.
Kimi kavramlar gerçekten bazen birbirleri içine girmiş oluyorlar. Bu ikisinin de ne zaman tam olarak ayrıştığı o kadar da belli değildir aslında.
***
Bir süredir fizik dünyasında her şeyin tek bir formülünü çıkartmakla uğraşan bilim insanlarının fikirlerini okuyorum. Çok bir şey anladığımı söyleyemem.
Öyle sihirli bir formül bulalım ki, doğada, evrende olup biten her şey bu formülle anlaşılır hale gelsin diye işi gücü bırakıp tek bir formül bulmak için uğraşıp duruyorlar birçoğu.
Bu fikir Albert Einstein’ın da oldukça fazla zamanını almış.
Yanlış bilmiyorsam rahmetli Hawking de bu konuya kafayı takmıştı.
Takıldıkları konu da hesaplarda bir türlü kütle çekiminin formüllere oturmaması.
Son yüzyılın sihirli kavramı olan kuantum dünyasının tüm formülleri bir araya getirilebiliyor, tek bir formüle oturuyor, ama bir türlü kütle çekimi bu formüle oturmuyor.
Kütle çekimi dışındakiler birbiri ile uyumlu, çünkü adından da anlaşıldığı gibi kuantum kavramı tanecik, ya da parçacıklar üzerine geliştirilmiş bir kavram. Kütle dışındaki tüm kuantum kavramı parçacık üzerine kurulu vaziyette.
Ancak kütle çekimi tanecik üzerine çalışmıyor, bu yüzden de bir türlü tanecikler üzerine üretilmiş diğer formüllere oturmuyor.
Tanrı parçacığı diyorlar, onca uğraşıp tamam bulduk diyorlar, ama formüle koyduklarında çıkan sonuçlar ile yapılan gözlemlerdeki sonuçlar bir türlü istenilen kesinlikte örtüşmüyor. Yani tanrı parçacığı denilen şey de bir parçacık değil aslında.
Yapılan deneylerde kütle çekimi denilen etki adeta suyun akışı gibi süreklilik içeren bir etki gibi görünüyor.
***
Bu konuda kitaplar yazmış bir bilim insanı (Sanırım Sean Carroll olmalı!) verdiği konferansta dert yanıyor, niye zorluyoruz ki diyor!
Demek ki bir şeyleri yanlış anlıyoruz, bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor belki de diyor. Kütle çekimi denilen şey belki de atom altı parçacıklar arasındaki diğer kuvvetler gibi bir etkileşim şekli olmayabilir diyor.
Zaten Albert Einstein’ın ortaya koyduğu formüllerde kendisinin de bunu fark ettiğini, olaya uzay-zaman bükülmesi diyerek aslında kütlenin hem uzaydaki boyutlarla hem de zaman kavramı ile bağlantılı bir kavram olduğuna değiniyor. Bu yüzden de parçacık formüllerine ne yapılsa oturmayacağını söylüyor.
***
Biraz anlamaya çalıştım neden bahsettiğini. Ama anlayabildiğimi çok da söyleyemem.
Zaten Einstein’ın genel görelilik kavramı oldukça karışık bir konu, ışığın bükülmesi, zamanın bükülmesi, ikizler paradoksu falan, bunlar oldukça ağır konular. İnsanın aklı da bir noktadan sonra yetmiyor kavramak için.
Gerçekten mevcut kuvvetler içerisinde en düşük şiddete sahip olsa da, evren dediğimizde karşımıza çıkan asıl şey madde ve madde deyince de kütle maddenin varlığının en önemli özelliği.
Günlük yaşamımızda en rahat varlığını anlayabileceğimiz şey kütle. Elimize aldığımız her şeyin bir ağırlığı var işte. Bu ağırlığın sebebi kütle çekimi.
Günlük yaşamımızın bir başka öğesi de elektrik. Dolayısıyla da ışık. Yani elektromanyetik kuvvet, her şeyde olan bir etkileşim. Kimya.
Diğerleri, yani zayıf ve güçlü nükleer çekirdek kuvvetleri günlük yaşamımızda çok da farkında olmadığımız kuvvetler. Evet, korkutucu kuvvetler bunlar, özellikle de güçlü nükleer kuvvet, atom bombası!
Sebebi tam olarak anlaşılamamış olanı ise bildiğimiz kütle, bildiğimiz diyorum, ama aslında daha tam olarak da bilemiyoruz.
Kütle denilen şey damla damla mı bir araya gelmiş de oluşmuş, yoksa her tarafımıza yayılmış bir etki alanının zaman içindeki kesintisiz akışı ile mi var olduğunu hissediyoruz, henüz bilim insanları bu sorunun cevabını bir türlü bulamamışlar.
Uğraşıyorlar! Elbet birileri buna da cevap bulacak bir gün.
Ben gidip biraz daha kahve koyayım en iyisi, daha bakacak bir sürü video var.
Kaç gram koysam acaba? Kahve gramla konmuyordu değil mi! Ama bir ağırlığı var kahvenin de.
Bilimle kalın.
Moskova’dan herkese sevgi ve saygılarımla.