Site İçi Arama

ekonomi

Kapitalist Sistemdeki Ekonomik Kriz Teorileri (Bölüm-4)

Kapitalist dünya sistemi, merkez–çevre ilişkilerinin hâkim olduğu bir dünya ekonomisi ve devletlerarası bir sistem çerçevesindeki egemen devletlerin oluşturduğu bir siyasi yapı içerisinde kurulur.

Wallerstein: Modern Dünya Sisteminin Döngüsel Ritimleri

Immanuel Wallerstein, birçok sosyologdan farklı olarak dünya ekonomisini tarihsel bir sistematik içerisinde incelemiştir. Wallerstein’ın kapitalist bir dünya ekonomisi olarak adlandırdığı “Modern Dünya Sitemi” şu ana başlıklar altında özetlenebilir: Modern dünya sistemi kapitalist bir dünya ekonomisidir; yani sonsuz sermaye biriktirme dürtüsünün etkisi altındadır.

• Bu sistem 16.yy’da doğdu ve başlangıçta Avrupa’nın büyük kısmı (Rus ve Osmanlı İmparatorlukları hariç) ve Amerika kıtasının bazı bölümlerinde geçerliydi.

• Doğu Asya bu sisteme dahil olan son bölgeydi ve bu ancak 19.yy’ın ortalarında gerçekleşti ki modern dünya sistemi ancak bu tarihten sonra bütün dünyayı kapsayan ilk dünya sistemi oldu.

• Kapitalist dünya sistemi, merkez–çevre ilişkilerinin hâkim olduğu bir dünya ekonomisi ve devletlerarası bir sistem çerçevesindeki egemen devletlerin oluşturduğu bir siyasi yapı içerisinde kurulur.

• Kapitalist sistemin temel çelişkileri, sistem süreci içerisinde, bu çelişkileri sınırlamaya hizmet etmiş bir dizi döngüsel ritimle ifade edilmiştir.

• Bu döngüler birikim ve iktidar mevkilerinde düzenli, ağır ilerleyen ama önemli coğrafi kaymalara yol açmış, ancak bu kaymalar sistem içerisindeki temel eşitsizlik ilişkilerini değiştirmemiştir.

• Sistemdeki dalgalanmaların, artık sistemin kurumlarının yaşayabilirliklerinin yenilenmesini garanti altına alamayacağı ölçüde genişleyip kararsızlaştıkları bir noktada, bir geçiş dönemi yoluyla, sistemin yerine bir ya da birkaç sistem geçecektir.

Wallerstein’ın Modern Dünya Sistemi teorisi, II. Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde kalkınma teorisinin temellerini oluşturan “dualistik” nosyonlara tepki olarak doğmuştur. Dualistik yaklaşımın temel teorik dayanağı, Nobel İktisat Ödülü sahibi Arthur Lewis’in “Ekonomik Büyümenin Teorisi” (The Theory of Economic Growth) adlı çalışması olmuştur. Çalışmanın temel varsayımı, geri kalmış ülkelerin modern ve geleneksel sektörler olarak ikiye ayrılabileceği ve buna bağlı olarak ekonomilerin modernizasyonunun, kaynakları geleneksel sektörlerden modern sektörlere kaydırarak gerçekleştirilebileceği (ithal ikameci sanayileşme) düşüncesine dayanmaktaydı. Bu anlayışa bir tepki olarak doğduğunu söylediğimiz Modern Dünya Sistemi, ekonominin dualistlerin zannettiği gibi iki farklı sektörden oluşmadığını, her iki sektörün de daha büyük bir bütünün (kapitalist ekonomik sistem) parçası olduğunu öne sürmektedir.

Modern Dünya Sistemi’nin 16. yy.’da doğduğu ve 19. yy.’ın ikinci yarısına kadar da tamamlanmış olmadığı Wallerstein tarafından dile getirilmektedir. Tüm dünyada geçerli olmayan bir sistemin, nasıl dünya sistemi olarak adlandırıldığı da bir eleştiri konusudur. Wallerstein’a göre bir dünya sisteminin bütün dünyada uygulanıyor olması gerekmemektedir. Bir sistemin “dünya sistemi” olarak adlandırılması için devletlerin siyasi sınırlarıyla belirlenmiş seviyenin üzerinde hüküm sürüyor olması yeterlidir.

Fakat bu analizde, 16. yüzyıldan günümüze kadar hüküm sürmüş olan devletler ve bu devletlerin siyasi sınırları görmezden gelinip (ki bu, devletlerin tarihlerini ve toplumlarını da görmezden gelme anlamına gelmektedir) tek bir sistemin bütün bu karmaşık ilişkileri açıklaması beklenmektedir. Wallerstein, ulus devletleri, tek bir kapitalist sistemin farklı işlevlerini yerine getiren parçaları olarak görmektedir. Bu parçaların işlevleri, çevre ve merkez ülkelerdeki emeğin uluslararası iş bölümü tarafından belirlenmektedir. Modern dünya sistemi içerisindeki bu farklı çıkarlara sahip parçaların her zaman ve her yerde sistemin devamlılığını sağlayacak şekilde hareket ettiklerini varsaymak zordur.

Wallerstein’ın analizinde çevre ülkelerdeki işgücü modelin temelini oluşturmaktaydı. Wallerstein’a göre, kölelik, serflik, ücretli işçilik gibi tüm formlar kapitalist işgücü ilişkileridir. Birçok iktisatçı Wallerstein’ın bu tanımlamasına karşı çıkmış ve ücretli işçiliğin kapitalizmin ileri safhalarında ortaya çıktığını; kölelik, serflik gibi uygulamaların ise kapitalizmle ilişkili olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca, zaman içerisindeki jeopolitik baskılar, savaşlar vb. kısıtların görmezden gelinmesi modelin bir diğer eleştiriye açık yönüdür. Wallerstein’ göre tarihsel bir sistem olarak Kapitalizm, yıktığı ya da dönüştürdüğü önceki tarihsel sistemlere göre ilerlemeyi temsil ettiği doğru değildir. İlerlemenin çözümlenmesindeki sorunlardan biri, önerilen tüm ölçülerin tek yanlılığıdır. Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin yadsınmaz ve nefes kesici olduğu söylenir, bu da özellikle çoğu teknik bilginin kümülatif olması dolayısıyla doğrudur. Ancak Wallerstein, evrenselcilik ideolojisinin tüm dünyada yükselişi içerisinde ne kadar bilgi yitirmiş olduğumuzun ciddi olarak hiç tartışılmadığını söylemektedir.

Özet olarak Wallerstein’ın bu sistemde kilit olarak kabul ettiği öğe sermayedir. Sistemde büyüklüğü ne olursa olsun bütün meta zincirleri devlet sınırlarını aşmış durumdadır. Wallerstein, üretilmekte olan kârın, bir bölgeden diğerine aktarılmasının merkez – çevre ilişkisini de açıkladığını söylemektedir. Wallerstein, sistemin temel çelişkisini şu şekilde dile getirmiştir:

“Tüm kapitalistlerin çıkarı, tüm üretim maliyetlerinin düşürülmesinde yatar gibi görünmesine karşılık, gerçekleştirilen maliyet düşüşleri sık sık birtakım kapitalistleri diğerleri karşısında üstün duruma getirmiş, bu nedenle de bazı kapitalistler genel farkın büyük olması uğruna küçük bir paya razı olmak yerine daha küçük bir genel fark içerisinde kendi paylarını büyütmeyi yeğlemişlerdir. Üretim maliyetlerini düşürmek için harcanan çaba, sıklıkla para akışını ve dağıtımını da aksatarak, birikim sürecinin tamamlanması için gerekli olan alıcı artışındaki sürekliliği önlemiştir. Bu nedenle, herkesin kendi çıkarının peşinde olduğunu söylemek yeterli değildir. Kendi çıkarları, bireyleri genellikle ve tümüyle “akılcı” bir biçimde zıt yönde etkinliklere girişmeye itmektedir.”

Bu açıklamaların ışığı altında, Wallerstein, Kapitalizmin “homo economicus” yetiştirdiğini, ancak bu insanın kafasının bir miktar karışık olduğunu eklemiştir. Sistemdeki eşitsizlikler Wallerstein tarafından şu şekilde anlatılmaktadır: “Ücretli işçilerin işi kabul etmede katlanabilecekleri düzey, içerisinde bulundukları hanenin türüne göre olmuştur. Kabul edilebilecek en düşük ücret eşiği adını verebileceğimiz bu eşikte görülen farkın nedeni, hayatta kalma ekonomisi ile ilgilidir. Proleter hane halkının öncelikle ücret gelirine bağlı olduğu durumlarda bu ücret, hayatta kalmanın ve yeniden üretimin gerektirdiği en az giderleri karşılamak durumundadır. Oysa ücretlerin toplam hane gelirindeki payı daha küçükse, bireyin hane gelirine, reel gelirdeki oransal payından daha az katkıda bulunan bir ücret karşılığında kabul etmesi akla uygun olmuş, kabul etmemesi halinde o ücretli işin yerini, daha az gelir getiren işlerin alması gerekmiştir.”

Kapitalizm, ampirik gözlemle, bir bütün olarak sistemde sırayla birbirinin yerini alan bir büyümeler ve durgunluklar çevrimine benzemektedir. Bunlar, kapitalist organizmanın, temizleyici oksijeni içine çekip, zehirli atıkları dışarı veren soluk alma mekanizmaları gibidir. Biriken atıklar, eşitsiz değiş tokuş süreci yoluyla ve yeniden siyasal kabuk bağlayan iktisadi verimsizliklerdir. Temizleyici oksijen ise, meta zincirlerinin düzenli bir biçimde yeniden yapılandırılmasının olanak verdiği daha etkin kaynak dağılımıdır.

En önemli iki döngüsel ritim,

Birincil kâr kaynaklarının üretim alanı ile finans alanı arasında gidip geldiği 50 – 60 yıllık Kondratiyef döngüleri

Küresel düzenin art arda gelen, her biri kendine özgü bir kontrol şekline sahip garantörlerin yükseliş ve çöküşlerini içeren 100–150 yıllık hegemonik döngüler.

Wallerstein’e göre hegemonik döngüler bakımından, Birleşik Devletler 1873’ten itibaren yükselen bir hegemonya mücadelesi içindeydi, 1945’te tam bir hegemonik üstünlüğü elde etti ve 1970’lerden itibaren yavaş yavaş düşüşe geçti. George W. Bush’un çılgınlıkları bu yavaş düşüşü ivmelendirdi. Dünya, Kondratieff’in B devresinden 1945’te çıktı ve modern dünya sistemde A evresine hızlı bir giriş yaptı. 1967-73 aralığında en yükseğe ulaştı ve düşmeye başladı. Halen içinde olduğumuz B evresi önceki B evrelerine göre oldukça uzun sürdü. Kondratieff B evresinin özelliklerini 1970’lerden beri yaşadığımızdan iyi biliyoruz. Üretici faaliyetlerden, özellikle de en kârlı olduğuna inanılanlarından elde edilen kâr oranları düşer. Sonuç olarak, yüksek kâr elde etme beklentisindeki kapitalist, temelde spekülasyon üzerine dönen finansal alana yönelir. Üretim faaliyetleri, kârlılığı daha da düşmesin diye, merkez bölgelerden dünya sistemin başka bölgelerine taşınır ve daha düşük personel maliyetlerini daha düşük işlem maliyetleri ile öderler. Bu, Detroit’teki, Essen’deki, Nagoya’daki işler ortadan yok olurken, fabrikaların neden Çin’de, Hindistan’da, Brezilya’da çoğaldığını açıklıyor. Spekülatif balonlara gelince, bazı insanlar onlardan çok para kazanır ve spekülatif balonlar er ya da geç patlar. Bu Kondratieff’in, B evresinin neden bu kadar uzun sürdüğü sorulursa cevap, ABD Hazinesi ve Merkez Bankası, Uluslararası Para Fonu ve onun Batı Avrupa’daki işbirlikçileri ve Japonya gibi güçlerin piyasaya dünya ekonomiyi destekleyici düzenli ve etkili müdahalelerde bulunmalarında aranmalıdır: 1987 (hisse senedi krizi), 1989 (tasarruf ve kredi çöküşü), 1997 (Doğu Asya finansal krizi), 1998 (Uzun Vadeli Sermaye Yönetimi fiyaskosu). Bu güçler, önceki Kondratieff B evrelerinden öğrendikleriyle sistemi yenebileceklerini düşündüler. Ne var ki bunu başarmak doğası gereği bir yere kadar mümkündü.

Wallerstein’ın oluşturduğu bu teori, bugün içerisinde bulunduğumuz dünyayı tanımak açısından oldukça kapsamlı bir teori olup, ekonomik ve tarihsel kökenleriyle birlikte ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. İçinde yaşadığımız krizle ilgili olarak aşağıdaki sözleri oldukça iddialıdır: “500 yıldan fazladır kapitalist üretimin üç ana maliyetinin -personel giderleri, girdiler ve vergi- muhtemel satış fiyatları kadar kesintisiz artmış olmasıdır ki, ciddi sermaye birikiminin temeli olan tekel tarzı üretimlerden yüksek kârlar elde etmek bugün bu yüzden imkânsızdır … Modern dünya sistemi, tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir krize girmiştir ve varlığını elli yıl daha sürdürmesi pek muhtemel değildir. Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta ortaya çıkacak sistemin şu anda içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını bilmiyoruz... Geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz. Sistemin (karmaşıklık teorisinin diliyle konuşmak gerekirse) çatallandığı bu noktaya gelindiğine ne olur? İlk sonuç, dünya sistemimizin şu an yaşamakta olduğu ve muhtemelen bir 20-25 yıl daha yaşayacağı aşırı bir kaotik karmaşıklıktır.”

Wallerstein’in 2009 krizi ile ilgili beklentileri de aşağıda özetlenmiştir:

Korumacı bir dünyaya doğru gidiyoruz (küreselleşme denen şeyi unutun).

Üretimde hükümetin çok daha doğrudan rol oynadığı bir dünyaya doğru gidiyoruz.

Kaynakların, hükümet odaklı popülist bir yeniden dağıtımına doğru gidiyoruz. Ortanın solunda sosyal demokrat bir hal de alabilir, aşırı sağ otoriter bir hal de.

Devletlerin içinde daha da küçük paylar üzerine çıkan akut sosyal çatışmalara doğru gidiyoruz.

Kısa vadede, genel olarak çok hoş bir tablo görünmüyor.

(Devam Edecek)

Araştırmacı Yazar, Akademisyen Yiğit KÖYMEN
Araştırmacı Yazar, Akademisyen Yiğit KÖYMEN
Tüm Makaleler

  • 01.09.2024
  • Süre : 4 dk
  • 318 kez okundu

Google Ads