Tüketim Toplumundan Yok Oluşa Giden Türk Toplumu
“Parası olan her şeyi tüketebilir, kişisel haz duygusunun önünde hiçbir şey duramaz” mantığı, Türk toplumunun kolektivist yapısını yerle bir etti. Şimdi bizde batıdaki aydınlanmacı birey yerine haz duygusunun kölesi, çıkarcı, vicdan ve ahlaki değerleri yük olarak gören bir nesil yetişiyor.
Ülkemizin ağır ekonomik koşullar yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Ancak çoğu kez etrafımızda, medyada ya da sosyal medyada karşılaştığımız sorunlar karşısında, “keşke bütün sorun sadece ekonomi olsa” dediğinizi duyar gibiyim. Genellikle bu sorunlar karşısında en sık verilen tepki ise “biz ne ara böyle bir toplum olduk?” sorusunun şaşkınlıkla ifadesinden oluşmaktadır. Toplumsal değişimler çok uzun dönemli olarak gerçekleşir. Üst yapıdaki değişimlerin kısa sürede gerçekleşmesini beklemek yanıltıcı olacağı gibi uzun zamanda gerçekleşen bu değişimlerin bütün toplum tarafından algılanmasını beklemek de aşırı iyimserlik olacaktır. Elbette sosyolojinin araştırma nesnesi olan toplumlarda değişimi bir tek unsurla açıklamak imkânsızdır. Bunun yanında bilimsel yöntem, konunun açıklanabilmesini kolaylaştırmak adına belirli bir faktörün öne çıkarılarak irdelenmesini gerektirebilir. Benim de bu yazıda yapmaya çalışacağım şey, bizi bugüne getiren süreçlere farklı bir bakış açısı ile bakmak olacaktır.
Kapitalist birikim süreçlerini iyi bilen Fransız sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre (1901-1991), kapitalizmin 20. Yüzyılın sonunu görebilmesini, kent mekânını keşfetmesine borçlu olduğunu iddia etmiştir. Gerçekten de kentler sadece kitlesel üretim tarzının gerçekleştiği mekânlar olmakla kalmamış, aynı zamanda kitlesel tüketimin de mekânı olmuştur. Buna karşın kapitalizm kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan krizleri dönemsel olarak yaşamış ve her krizin sonrasında yeni (!) bir dünya düzenine evrilmiştir. Nasıl ki, 1. Dünya (paylaşım) savaşı, 19. Yüzyıl sonlarındaki krizden kaynaklandıysa, 2. Dünya savaşını yaratan koşullar da dünyayı sarsan 1929 ekonomik buhranı ile şekillenmiştir. Unutulmamalıdır ki, bu ekonomik buhran talep eksikliği kaynaklıdır. Diğer bir deyişle üretim tarzının kitleselleşmesi ile artan arzı karşılayacak bir talep olmadığı için kriz yaşanmıştır.
İkinci Dünya savaşı sonrası dönem ise Amerika öncülüğünde küresel bir sermaye düzeninin inşası dönemidir. Yıkılmış olan Avrupa’nın yeniden inşasının yanında bireyin refahının devlet öncülüğünde artırılması, tüketim alışkanlıklarında beklenen değişimi on yıllar içinde gerçekleştirmiştir. Bu değişimin öncü kurumları ise hemen savaş sonrasında kurulan IMF ve Avrupa İmar Kalkınma Bankası (1992 Uruguay görüşmeleri sonrası adıyla Dünya Bankası) olmuştur. Bu iki kurum aracılığıyla gelişmekte olan ülkelere maddi kaynak sağlanmış ancak bu kaynak sağlama cömertliğinin (!) karşılığında politika ihracında bulunulmuştur. Kısaca Amerika’nın istediği dünya düzeni, karşı kutupta yer alan bloğa karşı kurulmuştur. Ancak 1970’lere gelindiğinde Bretton Woods (Uluslararası Para Anlaşması) sistemi, Amerika’nın yaşadığı ekonomik sıkıntılardan dolayı dağılmış, altınla 1974 yılında bağı kopan kur sistemi yerine SDR (Özel Çekme Hakkı) para birimi yaratılmıştır. “1981 yılından itibaren SDR'nin yapısı basitleştirilmiş ve değeri Amerikan doları, Japon yeni, Batı Alman markı, İngiliz sterlini ve Fransız frangı'ndan oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır” (1). Bu gelişmelerin gelişmekte olan ülkeler açısından yıkıcı sonucu, kurların aniden yükselmesi karşısında artan borç yükü olmuştur. 1970’lerde petrol krizi ile tetiklenen yüksek borçluluk oranları, söz konusu ülkelerin IMF’nin kapısını çalmasını zorunlu kılmıştır. Bu durum ise Amerika’nın ulu-devletleri hedef alan neo-liberal politikalarının ihracı için bulunmaz bir fırsat yaratmıştır.
Türkiye’de Neler Oldu?
Özellikle 1973 petrol krizi (2) sonrası gelişmekte olan ülkeler sınıfında bulunan Türkiye, enerji maliyetlerindeki artış ve kur şoku sonrası hem ekonomik hem de siyasal olarak oldukça çalkantılı bir döneme girmiştir. Bu sıkıtlı sürecin ekonomik sonuçlarından en önemlisi, 24 Ocak 1980’de açıklanan kararlar olmuştur. 1980 yılının 12 Eylül günü gerçekleşen askeri darbeye giden yollar adeta döşenmektedir. Askeri darbe sonrası ekonomik yaklaşım olarak en büyük darbe, Atatürk’ün devletçilik ilkesi ile sağlam temeller üzerine oturttuğu ekonomiye vurulmuştur. Şili’de Allende’ye karşı yapılan darbe sonucu iktidarı ele geçiren Pinochet nasıl “Şikago’lu çocuklar”a ekonomiyi teslim ettiyse, Türkiye’de de darbe sorası Turgut Özal’ın iktidarında IMF’nin istediği bütün reformlar (!) kavga dövüş yapılmıştır.
Kamunun ekonomideki gücü çok sert biçimde budanmış, kamunun üretim araçları haraç mezat satılarak sözde ekonomik etkinlik sağlanmıştır. Kurumlar siyasiler tarafından yağmalanarak zarara uğratılmış, oluşan kamu zararları özelleştirmelere meşruiyet sağlamak için kullanılmıştır. Bu süreçte sendikal harekete karşı da üstü örtülü bir savaş başlatılmış, sendikaların politika süreçlerini etkileme güçleri erozyona uğratılmıştır. Ancak bunlardan daha vahim olan şey ise eğitim politikalarında sermayenin daha etkili olduğu bir yapıya dönüş oluştur. Kolektivist yapıda bir toplum olan Türkiye’de bireyci damar gereğinden fazla beslenmiş, toplum adeta yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.
Türkiye’de tüketim kalıplarının ve marka merakının geliştiği yıllardır bu dönem. Artık “parası olan her şeyi tüketebilir, kişisel haz duygusunun önünde hiçbir şey duramaz” mantığı, toplumun kolektivist yapısını yerle bir etmiş ama yerine batıdaki aydınlanmacı birey yerine haz duygusunun kölesi olmuş, sadece kendi çıkarlarının peşinde koşan, vicdan ve ahlaki değerleri yük olarak gören bir nesil yetişmeye başlamıştır. Gittikçe daha çok ve daha çabuk tüketen bir topluma doğru hızlı bir dönüşüm yaşanmıştır.
Artık her şey paraya dönüşebilmektedir. İlişkiler, dostluklar, aşklar, duygular ve bilgi, kolay tüketilebilir formlara dönüşmeye başlamıştır. Tüketim kalıplarındaki bu radikal dönüşüm, insanların artık uzun uğraşlara girmeden ve emek vermeden her şeye sahip olmak istediği bir toplumsal deliryum hali oluşturmuştur. Sevmek sadece kendine ait olanı sevmekten ibaret hap gibi bir algıdır. Her şey sahiplenilir. Sadece evler, arabalar, statüler değil ilişkiler, hayatlar, canlar da sahiplenilmeye başlanmıştır. Herkesin kendi normalini yaşadığı bir anormallik durumu, toplumun normali olmuştur.
İnançlar da bundan nasibini almıştır. Kimsenin felsefe ile kaybedecek zamanı yoktur. İslamiyet kelime anlamı ile “teslimiyet”, Müslüman ise “teslim olan” demektir. Ancak buradaki teslimiyet Tanrı’ya olan teslimiyeti ifade etmekteyse de, insanların O’nu anlamaya da zamanları yoktur. Semboller üzerinden hap gibi sunulan bir dinin dayanılmaz “hafifliği” toplumu ele geçirmiştir. Türban, cami, namaz gibi semboller Müslümanlığın gereği olarak hap gibi yutulmuş ve yutanlara büyük mutluluk vermiştir. Bunun yanında “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” gibi toplumsal mesajlar daha cılız dillendirilir olmuştur. Sembollere olan bağlılıkta elbette hiçbir mantık yoktur ama zaten kimsenin de mantıkla kaybedecek zamanı yoktur. Hap gibi tüketilen bir din, okuyup onun felsefesini anlamaktan daha kolay ve daha huzurludur. Eğer felsefesini anlarsa bütün yaşantısının dine aykırı olduğunu anlamak ağır geldiğinden mi yoksa başkalarına ispat çabasına girdiği bir aidiyet durumundan mı kaynaklanır bilinmez ama din de artık hap gibi kolay tüketilen bir şey olmuştur. Hacca gidip beş yıldızlı otelinden Kabe’ye tepeden bakmanın hazzı, insanları felsefi bir sefalet durumunun farkında olunmasını engelleyecek ölçüde sarhoş etmektedir.
Gelelim bam teline. Hap yutmaya bu kadar müptela olmuş bir toplumu düşünmeye sevk etmek sanılandan çok daha zor bir süreci gerektirmektedir. Vicdan, sosyal medyada mesaj atmanın dayanılmaz “haififliği”nden farklı bir şeydir. Her ne kadar ahlakı, vicdanı, ahde vefayı, dürüstlüğü hap haline getirmeye çalışanlar olsa da, bunu bugüne kadar başarabilen olmamıştır. Hırsızı allasanız da pullasanız da hırsızdır. Katili yaldızlara sarıp sunsanız da katildir. Kendisini insan sanan yaratıkların arasında nasıl mutlu olunur bilmiyorum. Ama aynaya bakmak için bile biraz cesaret gerekmektedir. Sonra sakın ola, “bu hükümet bizi mahvetti”, “ne ara bu kadar duyarsız olduk”, “hiç mi vicdan kalmadı”, “sevgi böyle mi olur”, “hayat ne kadar pahalı” demeyin. Bütün sorun yuttuğunuz haplarda. Bir dost…
Son söz; yerli işbirlikçileri olmadan küresel sermaye sadece kâğıttan kaplandır…
(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Bretton_Woods_Anla%C5%9Fmas%C4%B1