Türkiye’nin Ekonomisi Nasıl Kurtulur?
Türk Sinemasının güzel filmlerinden bir tanesi olan “Asiye Nasıl Kurtulur?” adlı filmde kötü yola düşen bir kadının hayatının değişme ihtimali sorgulanır. Her defasında başlangıçtaki girdilerden biri/birkaçı değiştirilerek “acaba sonuç farklı olabilir miydi?” sorusuna yanıt aranır.
Sevgili dostlar, ekonomi konusunda burada sizlerle düşüncelerimi çok defa paylaştım. Aslında bir ekonominin iyi olması için nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiği çok da sır olan bir konu değil. Ancak bu defa farklı bir pencereden yaklaşmak istiyorum. Öncelikle ekonomiyi anlamak için karmaşıklık kavramını anlamak gerekir. Her sistem basitten karmaşığa doğru bir evrim içerisindedir. Sistemde karmaşık derecesi arttıkça sitemin parçaları arasında karşılıklı bağımlılık gelişir ve “kelebek etkisi” olarak da adlandırılan “başlangıç durumuna hassas bağlılık” durumu ortaya çıkar. Yani başlangıç durumundaki küçük bir değişiklik öngörülemeyen sonuçlar doğurur. En basit anlatımıyla karmaşıklık teorisi (Complexity Theory) böyle ifade edilebilir. Bu teorinin sosyal bilimler alanında yöntem bilimsel anlamda kullanılması ise görece yendir.
Türk Sinemasının güzel filmlerinden bir tanesi olan “Asiye Nasıl Kurtulur?” adlı filmde kötü yola düşen bir kadının hayatının değişme ihtimali sorgulanır. Her defasında başlangıçtaki girdilerden biri/birkaçı değiştirilerek “acaba sonuç farklı olabilir miydi?” sorusuna yanıt aranır. Ancak sonuç değişse de istenen yönde değişmez. Burada temel sorun, bütün girdileri kontrol edebilme imkânının olmayışıdır. Karmaşık bir sistem olarak ekonomi de böyledir. Her defasında krize giren ülke ekonomisini kurtarmak için tasarruf tedbirleri, para ve maliye politikalarında değişiklikler ve “reform” adı altında sorunun sadece bir boyutunu içeren çözüm çabaları gündeme gelir. Maalesef Asiye’nin kurtulamadığı gibi ekonomi de kurtulamaz.
Ekonomi, içinde şekillendiği toplumdan, toplumun yönetim yapısından, siyasetten, eğitimden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu şekilde ele almaya kalktığımızda ise karşımıza devasa bir külliyat çıkar. Türk ekonomisinin sorunlarının temelde yapısal olduğu ve yapısal reformlar olmadan başarıya ulaşılmasının mümkün olmadığı neredeyse bütün ekonomistler tarafından anlatılsa da, hiçbir zaman bu “yapısal reformlar” kavramının içi doldurulamaz. Değerli iktisatçı Mahfi Eğilmez, toplumsal dönüşüme vurgu yaptığı “yapısal reform” açıklamalarında Atatürk devrimlerini örnek verir. Bazı ekonomistler bunu kabul etmese de yapısal reformlar tam da toplumsal dönüşümü hedef almalıdır. Bu anlamda Atatürk devrimleri, günümüzde yaşadığımız ekonomik sorunların çözümü için gerekli olan “yapısal reformlar”ın tarihsel ve ontolojik olarak çok iyi birer örneğidir.
Sorun şu ki, toplumsal bir dönüşümün gerçekleştirilmesi, birkaç ekonomik girdiyi değiştirmekle, para ve maliye politikalarında köklü değişikliklere gitmekle mümkün olamaz. Kirli bir havuzun içerisinden bir ton suyu alıp arıtıp, temizleyip o suyu havuza verdiğinizde geriye anlamsız bir maliyet ve çaba kalır. Yapılması gereken, havuzun suyunun boşaltılıp, temizlenip yeniden doldurulması ve yeniden kirlenmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Elbette bu süreç bir karar alma ve uygulama sürecidir. Dolayısıyla toplumsal bir dönüşümü sağlamak için öncelikle ortada toplumsal bir sorunun var olduğunu kabul etmek gerekir.
Kapsamlı bir kamu politikasının uygulanabilmesi için politika sürecindeki karar aşamasının yetkilisi ve sorumlusu olan siyaset kurumunun öncelikle değişmesi gerekmektedir. Hz. Ömer’in devlet işi için ayrı, kendi işi için ayrı mum kullanması örneğinden siyasetin nasıl uzaklaştığı anlaşılmadan da bu sorunun çözümü kolay değildir. Bu sorunun tarihsel kökleri görmezden gelinemez. İskandinav ülkelerinde bir yönetici halkın memuru iken Türkiye’de nasıl halkın efendisine dönüşmektedir? Almanya’da, İngiltere’de siyasetçilerin ve yöneticilerin harcamaları kontrol altındayken Türkiye’de neden kamu kaynaklarından istediği şekilde yararlanması normal karşılanır? Siyaseti düzeltmek için öncelikle bu sorulara cevap verilmesi gerekmektedir.
Siyaseti düzeltmek hem başlangıç adımı, hem de en zor adımdır. Kamuoyunun siyaset üzerinde baskı oluşturması gerekir. Baskı gruplarının (Sivil Toplum Örgütleri, Meslek Kuruluşları vs.) siyasetten taleplerini kamuoyu önünde dile getirmeleri ve kamuoyunu yönlendirmeleri önemlidir. Ancak siyaset bütün enerjisini konumunu korumaya harcama tercihini yapmışsa, devlet bir baskı aygıtına dönüşür ve siyasetin istemediği bütün sesleri bastırır. Bir ülkede siyasetin ülkeye yapabileceği en büyük ihanet, kendisine yönelen talepleri susturmayı tercih etmesidir. Çünkü o aşamadan sonra sistemin kendini yeniden üretme, iyileştirme ve geliştirme ihtimali ortadan kalkar. Artık o aşamadan sonra ekonominin tartışılması son derece anlamsızdır.
Bu nedenle siyaseti denetleyen mekanizmaların iyi ve etkili çalışır durumda olması gerekir. Bu mekanizmalardan en önemlisi hukuktur. Bir ülkede siyaset, yargının adil işleyişini değiştirebilme cüretini göstermişse artık siyasetin iyi niyetle hareket etmesini bekleme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu aşamadan sonrası, halkın kötü yöneticiye karşı direnme hakkı olarak bilinen, siyaset biliminde de tarihsel süreçte tartışılmakta olan bir konuya gider. Eğer bu aşamaya gelinmeden siyaset kendi varlığını ülkenin refahıyla bağdaştırabilirse ilk yapılması gereken vergi reformudur. Vergi sistemi, her vatandaşın ödediği verginin her kuruşunun farkında olmasını sağlamadıkça, siyasetin keyfiyet alanı genişler. Öncelik seçme ve seçilme hakkının bir boyutu olan bütçe hakkının halk tarafından sahiplenilmesi için, halkın ödediği verginin farkında olmasıdır. Bunun da yolu, doğrudan vergilerin dolaylı vergilerden fazla olmasından geçer.
Ekonominin geleceği adına ikinci önemli aşama eğitimdir. Eğitim, siyasetin oyun olanı ya da ideolojik tarlası haline getirilmemelidir. Çağın gereklerine uygun bilimsel eğitimden uzaklaşıldıkça, ekonominin ihtiyaç duyduğu yenilikçi fikirlerin, liyakatli kadroların, katma değerli üretimin gerçekleşme ihtimali azalır, tüketim toplumuna doğru hızlı bir yönelim başlar. Eğer siyasi iktidar eğitimi bilimsel gerçeklerden uzak, hurafeler ve inançlar üzerine temellendirirse o ülkede bir müddet sonra geleceği tartışılacak bir ekonomi de olmaz, ülke de kalmaz.
Bir ülkenin Milli Eğitim Bakanı o ülkede eğitim politikalarının uygulanmasından ülkeye karşı sorumlu kişidir. Aslında bu sorumluluk parlamenter sistemde halkı temsil eden parlamentoya karşıdır ancak Türkiye’de mevcut durumda bütün bakanlar Cumhurbaşkanı’na karşı sorumludur. Milli eğitim Bakanı eğitim sisteminin temel unsuru öğretmenleri “devletin fonlaması” diye garip bir tabir kullanıyor ve yerinde oturmaya devam edebiliyorsa, bu ülkede ekonomiden önce tartışılması gereken şeyler var demektir. Devlet kamu görevlilerini fonlamaz, onları istihdam eder ve ücretlerini öder.
Vatandaşlık bilinci oluşturma ve eğitim politikaları, sonuçlarını uzun bir süreçte vermeye başlar. Toplum üretim temelli bir örgütlenme biçimine doğru evrilmeye başladıkça, siyasetin oluşumunda da dönüşüm ve değişim başlar. Siyaset daha iyiye gittikçe kamu politikası süreçleri daha doğru işler ve bilimsel gerçeklere aykırı, kişisel çıkarları önceleyen kararlar toplumun politik gündeminden yavaş yavaş çıkar. Bütün bunların kendini yeniden üretecek biçimde toplumda temellenmesi on yıllar alabilir. Ancak bu arada yapısal refomların konusu olan hukuk ve demokrasi, kendiliğinden işleyemeye başlar. Yeter ki, ülkenin geleceğini gerçekten düşünen bir siyaset kurumu olsun.
Yukarıda bahsettiğim adımlar atılmadan yapılacak her türlü ekonomik reform paketi, yamalı bohçaya yeni yamalar eklemekten farksızdır. Örneğin kamuda tasarruf denir, ciddi gider kalemlerine dokunmadan göstermelik önlemler alınır. Çok kazanandan vergi almak yerine halkın tamamının oluşmasından sorumlu olmadığı enkazın altına girmesi istenir. Osmanlının son döneminde Avrupa devletlerinden aldığı borçlarla saray yaptırmasının bedeli, kurtuluş savaşında kanla ödenmiştir. Bunu anlamadığımız sürece, “ne olacak bu ekonominin hali” der dururuz.