40 Asırlık Türk Yurdu Hatay
Birileri çıktı ve “Lozan zafer mi, hezimet mi?” diye saçma sapan bir soruyu ortaya attı. Bunu ortaya atan müptezel ve takipçileri, sanki Osmanlı İmparatorluğu Kanuni dönemindeki gücünde ve sınırlarındaymış da Lozan ile bunlardan vazgeçmişiz gibi anlatmaya başladılar. Halbuki Lozan, Sevr’i etkisiz kılan bir anlaşmadır. Ama, yabancı istihbarat servisleri tarafından içimize yetiştirilmiş veya devşirilmiş etki ajanları bundan hiç bahsetmezler.
Zaman zaman bazı insanların konuşmalarını duyunca, “Bu ülke nasıl bu hale geldi?” diye hayret içinde kalıyorum. Bu durum son yıllarda giderek artan oranlarda tekrarlanıyor. Öyle insanlar var ki ve bu insanlar öyle şeyler söylüyorlar ki insanın inanası gelmiyor. Bu sebeple; “Bu insanları dışardan ithal mi ediyorlar acaba?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Kim bunlar ve ne söylüyorlar diyecek olursanız, söyleyeyim. Hiç biri, bilmediğiniz kişiler değil. Söylediklerini de muhtemelen ilk defa duymuyorsunuz. Yani çok şaşırtıcı bir durum yok. Şaşırtıcı olan, bu tiplerin mantar gibi üremesi. Biri ölüp gidince, hemen yerine yenisinin gelmesi.
Malum, Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’ndan 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile mağlup olarak ayrıldı. Şartları çok ağır olan bu mütarekeye dayanarak önce İtilaf Devletleri, sonra da Yunanistan, Ermenistan ve Gürcistan silahlı güçleri ülke topraklarını işgal etmeye başladılar. 10 Ağustos 1920’de de Osmanlı Devleti’ne Sevr Antlaşması imzalatıldı ve bu antlaşma ile Anadolu’nun sadece orta ve kuzey kesimleri Türk milletine bırakıldı.
Neyse ki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) ve arkadaşlarının örgütlediği Millî Mücadele sonucunda Padişah Vahdettin’in ve hükümetinin kabul ettiği Sevr Antlaşması, tarihin çöplüğüne atıldı. Lozan Barış Antlaşması ile bu günkü sınırlarımız içinde kalan topraklarımız işgalci yabancı ordulardan temizlendi.
Sadece işgalci ordulardan da kurtulmadık. Osmanlı’yı yiyip bitiren kapitülasyonlardan da kurtulduk. Ayrıca; Osmanlı borçlarının önemli bir kısmından kurtulduk, altın para olarak alınan borçları kâğıt lira olarak ödemeyi kabul ettirdik ve Osmanlı Devleti’nden kalan daha birçok sorundan kurtulduk.
Buna rağmen birileri çıktı ve “Lozan zafer mi, hezimet mi?” diye saçma sapan bir soruyu ortaya attı. Bunu ortaya atan müptezel ve takipçileri, sanki Osmanlı İmparatorluğu Kanuni dönemindeki gücünde ve sınırlarındaymış da Lozan ile bunlardan vazgeçmişiz gibi anlatmaya başladılar. Halbuki Lozan, Sevr’i etkisiz kılan bir anlaşmadır. Ama, yabancı istihbarat servisleri tarafından içimize yetiştirilmiş veya devşirilmiş etki ajanları bundan hiç bahsetmezler.
Bunlar bu ülkeye, devlete ve millete her fırsatta kin kusarlar, düşmanlık ederler, hakaret ederler. Fakat buna rağmen, bazı çevrelerce el üstünde tutuldular. Hatta bunlardan biri olan fesli bir soytarı “Keşke Yunan galip gelseydi.” bile dedi kameralar karşısında ve buna rağmen saraylarda ağırlandı. Hâl böyle olunca, o layık olduğu yere gitti de kurtulduk derken hemen yenileri ortaya çıkmaya ve gidenin boşluğunu doldurmak için saçmalamaya başladı. Çünkü hainlik eden ceza değil övgü ve ödül buluyor.
Bunlardan biri geçenlerde, Hatay’ın ana vatana katılışının ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmış. İhanet içindeki bu etki ajanını, ajan olduğunu gizlemek için halkın dini duygularını istismar etmeye çalışmış, öncülleri gibi. Neymiş efendim, Fransız idaresindeyken Hatay’da ezan okunmasına hiç ara verilmemiş. Ama anavatana katıldıktan sonra ezan okunmamış. Böyle bir şeyin olmadığını herkes biliyor ama bu müptezel bu yalanını doğru çıkarmak için bazı ipuçları da vermiş konuşmasında. Ezan bir dönem Türkçe okundu ya, onu ezan saymıyor hain.
Hele bu şahsın söylediği bir şey var ki yenilir yutulur gibi değil. Bu zat, Hatay’da Arapların yaşadığını söylemiş. Yani Hatay Arap toprağı demeye getirmiş. Suriye’de Baas rejimi de yıllardır aynı iddiada bulunuyor. İngilizler ve Fransızlar da 1918-1922 yılları arasında aynı şeyi söylediler. Eğer bu adam Beşar Esat’ın muhaberatının ajanı değilse, Fransız ajanı veya İngiliz ajanı olmalı. Çünkü onların söylediği yalanları tekrarlıyor. Papağan, sahibinden ne duyduysa onu tekrarlar.
En vahim olan husus ise şu: Bu herif, kuran kursunda yetişmiş ve başka konuda eğitim almamış bir tarikat imamı değil, Diyanetin kadrolu imamı. İmam hatiplerdeki eğitimde bir sorun olduğu açık. İnkilâp Tarihi derslerinde öğretmenleri Hatay’ın ana vatana katılışını anlatmamış herhalde. Ya da bu dinlememiş veya dinlese de kafa kalın olduğundan anlayamamış. Halbuki Hatay halkı, Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmak için uzun ve çetin bir mücadele verdi.
Bu mücadeleyi Atatürk de destekledi. Bunu bilen Hataylılar, süreci hızlandırmak için her fırsatta kendilerini Atatürk’e hatırlattılar. Örneğin, 1923’teki Adana ziyaretinde. Atatürk 15 Mart 1923 Pazar günü, Adana tren istasyonunda trenden inmiş ve halkın yoğun sevgi gösterileri arasında şehir merkezine doğru eşi Latife Hanım ile birlikte yürümeye başlamıştı.
Bir süre yürüdükten sonra, birden bire sevinç gösterilerinin yarattığı hava değişti ve matem simgesi olarak baştan aşağıya siyah kıyafetlere bürünmüş bir grup kadın göründü. Bu kadınlar arasında iki levhayı havaya kaldıran dört kız yolun ortasına çıkarak Atatürk ve beraberindeki heyetin karşısına dikildi. Bu levhaların birinde İskenderun, diğerinde Antakya ve altlarında Atatürk’ün kendilerini de kurtarmasını istedikleri yazıyordu.
Atatürk yaklaşınca, kadınlar arasından bir başka genç kız levhaların önüne çıkarak Atatürk’ün kendilerini de kurtarmasını isteyen bir konuşma yaptı. Beş dakika kadar süren bu konuşmayı yapan Antakyalı kız, vatandan ayrı kalan söz konusu yerlerin dile gelmiş halkı ve o beldelerin ağlayan ruhu gibi konuşuyordu. Bu sebeple, dinleyenlerin çoğu kendini tutamayarak ağlamaya başladı.
Atatürk’ün de gözleri nemlenmişti. Duygulu bir şekilde gözlerini gök yüzüne dikti ve yüksek sesle tane tane şunları söyledi: “Kırk asırlık Türk yurdu, ecnebi elinde kalamaz.” Bu söz, o andan itibaren Hatay meselesinin sloganı haline geldi.
Atatürk, verdiği bu sözünü unutmadı. Hastalanıp yatağa düştüğü bir dönemde Fransa’dan bir doktor getirilmişti. Doktor kendisine hiçbir işle meşgul olmamasını ve dinlenmesini tavsiye etti. Fakat Fransızlar, Atatürk’ün hasta olduğunu İskenderun ve Antakya’da duyurarak halkın umudunu kırmaya çalışınca hasta yatağından kalktı ve trene bindi.
Başkomutan üniformasını giyerek Hatay’a yakın yerlerdeki askeri birlikleri gezdi. Askeri birlikler resmi geçit yaparken, çok ağır hasta olmasına rağmen dört saat boyunca ayakta durarak töreni kabul etti. Onun bu kararlılığı karşısında, Fransızların tavrı değişti ve Hatay’ın kurtuluşunun yolu açıldı.
Aslında sadece Hataylılar değil, Suriyeli Araplar da zaman zaman kendilerini kurtarması için Atatürk’e başvurmuşlardı. Örneğin 17 Mart 1923 Cumartesi günü Mersin’de, Hataylıların Adana’da yaptığı gibi Suriyeli birkaç kız ellerindeki bir levha ile Atatürk’ün karşısına çıktı.
Levhada “Suriyeli hemşerilerinizi de kurtarınız.” yazıyordu. Herkes ne diyecek diye merakla ona bakıyordu ama Atatürk hiçbir şey söylemeden yoluna devam etti. Sadece yanındakilerin duyacağı şekilde şunları mırıldandı: “Her millet, layık olduğunu elde eder.”
Atatürk, Hataylılara “Kırk asırlık Türk yurdu, ecnebi elinde kalamaz.” derken Suriyelilere neden böyle demiş olabilir? Acaba Yıldırım Ordular Grubu’ba bağlı 7. Ordu Komutanı olarak Halep’e çekilirken Arap köylerinin çekilen Türk askerlerine ateş etmeleri mi aklına gelmiştir? Yoksa, Halep’e karargâh kurduğunda dışarıdan gelen silahlı Araplar ile şehirdeki Arapların karargâhı basmaya çalışması mı aklına gelmiştir? Yada Hatay Türk olduğu için onu kurtarmaya layık görmüş de Arap Suriye için Türk kanı ve emeğini harcamak mı istememiştir?
Muhtemelen hepsinin etkisi vardır. Ama özellikle Türklüğü vurguladığına göre Hatay’ı kurtarmak için hayatını ortaya koymasının asıl sebebi, Hatay’ın Türk yurdu olmasıdır. Kim ne derse desin. Gerçek budur.