tarih

Millî Mücadele Döneminde Atatürk’ün Faaliyetleri ile İlgili İddialar ve Bu İddiaları Çürüten Bir Belge

O zaman objektif bir araştırmacı olarak yapılması gereken şey, konu ile ilgili resmî belgelere bakmaktır. Bunları yapmadan hatıratlarda Atatürk aleyhinde söylenenleri doğru olarak kabul etmenin tarih metodolojisi açısından hiçbir değeri yoktur.

Atatürk aleyhinde ortaya atılan iddiaları duymayan yoktur. Bu iddialar daha o hayattayken ortaya atılmaya başlanmış ve öldükten sonra çerçevesi genişleyerek günümüze kadar devam etmiştir. Son yıllarda Atatürk ve cumhuriyet aleyhtarı çevreler oldukça güçlendiğinden bu iddiaları ortaya atanların sesleri daha gür bir şekilde duyulmaktadır. 

Bu çevreler, kurdukları youtube kanallarında, internet sitelerinde, facebook gruplarında ve hatta televizyon ekranlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Millî Mücadele’nin önderi olan Atatürk hakkındaki iddialarını sürekli tekrarlayarak birçok gencin aklını çelmiş/çelmekte ve bu gençlerin bir kısmını vatandaşı oldukları devletin kurucusuna düşman hale getirmişlerdir/getirmektedirler. 

Bu yayınlara cevap veren akademisyenler ve araştırmacılar ise hem kendilerine ekranlarda fazla yer verilmediği için hem de her türlü baskı ve hakarete maruz kaldıklarından seslerini yeteri kadar duyuramamaktadır. Hatta, bu kişilerin seslerini kesmek için değişik propaganda vasıtaları devreye sokulmakta ve gerçekleri değersizleştirerek söylediklerinin doğruluğu hakkında şüphe yaratmak için her türlü argüman kullanılmaktadır. 

Bu değersizleştirme kampanyasının en önemli argümanı, Atatürk ve Millî Mücadele hakkındaki belgelere dayalı gerçek bilgilerin resmi tarih tezi uydurmaları olduğu iddiasıdır. Bu çevreler, resmi tarihin yalan olduğunu, kendilerinin derin araştırmalar sonucunda gerçek tarihi yazıp anlattıklarını ileri sürmektedirler. Bu iddialarını geniş kitlelere duyurmak için “Yalan Söyleyen Tarih Utansın veya Derin Tarih” gibi isimlerle birçok internet sitesi ve sosyal medya hesabı açmışlardır. 

Bu site ve hesaplar, devlet arşivleri ve Millî Mücadele’ye katılanların hatıratlarındaki bilgilerin tamamen yanlış ve tek taraflı olduğunu iddia etmekte, onun yerine Millî Mücadele’ye karşı çıkmış ve hatta şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleri ile birleştirmiş olan kişilerin yazdıkları hatıratları sanki mutlak doğru ve tek doğru kaynakmış gibi kullanmaktadırlar.

Ayrıca, Millî Mücadele’den sonra 150’likler listesine giren kişiler ile Millî Mücadele’de yaptıkları düşmanlığın cezasını çekmekten korkan ve yurt dışına kaçan kişilerin hatıratları da aynı muameleyi görmektedir. Bunların yanında, 1924 ile 1927 yılları arasında Atatürk ve bazı yakın arkadaşları arasında yaşanan siyasi mücadele ve bu mücadelenin etkisi ile yazılan yazı ve hatıratlar da Atatürk ve Millî Mücadele’ye çamur atmaya çalışanların kaynakları arasında yer almaktadır.

Halbuki, tarih yazımında hatıratlar güvenilir kaynaklar olarak değerlendirilmez. Çünkü hatıratlar, çok kişiseldir ve savunma niteliği taşırlar. Yazarlar genel olarak kendi yaptıkları hatalardan bahsetmezler. Tam aksine, hedef aldıkları kişilerin hatalı olduğunu iddia ederler veya hataların sorumluluğunu onlara yüklerler. Yazıldığı dönemin kırgınlıkları, siyasi mücadelelerin izleri, düşmanlıklar, kişisel kavgalar ve buna benzer birçok husus hatıratlarda yazılanları etkiler. Bu sebeple, hatıratlar güvenilir kaynaklar değildir. 

Doğru ve gerçek bir tarih yazımı için hatıratlar, ancak hatıratta bahsedilen kişilerin hatıratları, demeçleri, beyanları ve anlatılanlarla ilgili resmî belgelerle karşılaştırılarak kullanılabilirler. Yani, bir kişi hatıratında Atatürk aleyhinde bir şey söylemiş ise öncelikle Atatürk’ün verdiği demeçler, gazetelerde yayınlanan hatıraları, çevresindeki insanların naklettikleri ve Nutuk’a bakmak gerekir. Muhtemelen Atatürk de onlar aleyhinde bazı şeyler söylemiştir. O zaman objektif bir araştırmacı olarak yapılması gereken şey, konu ile ilgili resmî belgelere bakmaktır. Bunları yapmadan hatıratlarda Atatürk aleyhinde söylenenleri doğru olarak kabul etmenin tarih metodolojisi açısından hiçbir değeri yoktur. 

Bu yaklaşım ahlaklı bir insanın yapacağı bir şey de değildir. Ama maalesef, aslında tarihçi olmayan ve tarih doktoru, doçenti veya profesörü gibi bir ünvanı olmadığı için inandırıcılığını artırmak maksadıyla kendine “Üstad” gibi ne idüğü belirsiz unvanlar yakıştıran/yakıştırılan kişiler ile bazı tarihçiler de siyasi, dini, ideolojik ve hatta kişisel saplantıları sebebiyle tarih kaynağı olarak tek başına hiçbir anlam taşımayan hatıratları temel ve tek kaynak olarak kullanıp Atatürk ve Milli Mücadele hakkında iftira niteliğindeki birçok iddiayı ortaya atabilmişlerdir. 

Kaynak olarak kullandıkları hatırat ve yazılar, Atatürk ile herhangi bir sebeple anlaşmazlık yaşayan, kavga eden veya siyasi bir mücadele içine giren kişilerin hissettikleri kırgınlık ve hatta düşmanlıkla yazdıkları hatıratlardır. Bu geçersiz kaynaklara göre ortaya atılan iddialar o kadar ileri gitmiştir ki yakın zamanda bir siyasetçi Atatürk’ün mandacılığı savunduğunu bile söyleyebilmiştir. Halbuki Atatürk’ün mandacılığa karşı olduğu ve Sivas Kongresi’nde mandacılık isteyenlere karşı var gücüyle mücadele ettiği, bu kongrelere katılan ve daha sonra Atatürk’le siyasi kavga içine giren kişilerin hatıratlarında bile açıkça belirtilmektedir. 

Atatürk’e mandacı yaftası yapıştırmaya yeltenen bu siyasetçi, muhtemelen diğer çamur at izi kalsıncılar gibi bilgilerini yanlış kaynaklardan okuduğundan veya kulaktan dolma bilgilerden edinerek bunu söylemiş olmalıdır. Halbuki biraz araştırsa, yayınlanan bazı hatıratlarda ve Nutuk’ta mandacılığı savunan ve Amerikan mandasının kabul edilmesi için dil dökenlerin kimler olduğunu öğrenebilirdi. 

Hiç olmazsa Wilson Prensipleri Derneği gibi Amerikan mandası taraftarı bir derneğin veya İngiliz Muhipler Cemiyeti gibi İngiliz manda ve himayesini savunan bir derneğin üyeleri ve taraftarlarının kimler olduğuna bakıp öyle konuşurdu. Ama bunların hiçbirini yapmamış, hiçbir dayanağı olmayan dedikoduların kesin doğru bilgi olduğuna inanarak konuşmayı tercih etmiştir. 

Bu tavır, Atatürk ve cumhuriyet düşmanlarının genel tavrıdır. İlginçtir, Atatürk ve cumhuriyet düşmanları yukarıda zikrettiğim hatıratlardaki her bilgiyi de kullanmamaktadırlar. Halbuki bu hatıratları yazan kişiler, her ne kadar Atatürk’e karşı kırgınlıklarından ve hatta düşmanlıklarından hatıralarında Atatürk’ü eleştirmeye ve hatta kötülemeye çalışsalar da bugün ortaya atılan iddiaların birçoğunu çürüten şeyler de yazmışlardır. 

Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Atatürk’ten hiç hazzetmeyen ve bunu hatıratlarındaki anlatımlara da yansıtan kişilerden biri de Avni Paşa’dır. Avni Paşa’nın hatıraları Osman Öndeş tarafından kitap olarak yayınlanmıştır. 

Peki, Avni Paşa kimdir?

Bilmeyenler için Avni Paşa hakkında kısaca bilgi verelim.

Avni Paşa, 1878 yılında Batum’da doğmuştur. Gürcü kökenli Müslüman bir aileye mensup olup Şahinbaşoğlu (Lortkipanitze) Süleyman Faik Paşa’nın oğludur. İstanbul’da Harp Okulu’nu okuyan Avni Paşa, subay olarak birçok birlik ve karargâhta görev yapmış, 1897 Türk-Yunan Savaşı, 1911 Trablusgarp Savaşı, 1912-13 Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’na katılmıştır. 1. Dünya Savaşı’nda yaptığı en önemli görev; 1915 yılında oluşturulan Lazistan ve Havalisi Umum Kumandanlığı’na bağlı Gürcü Lejyonu’nun komutanlığıdır.   

Savaşın sonlarında, Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığına getirildiği Yıldırım Ordular Grubu’nda menzil müfettişliği yapmış fakat başarısızlıklarından dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından görevden alınmıştır. Mütareke döneminde Padişah Vahdettin’in başyaverliği ve saray nazırlığı görevini de yapan Avni Paşa, 4 Mart 1919’da birinci Damat Ferit Hükümeti’nde Nafia Nazırlığı (Bayındırlık Bakanlığı), 2 Nisan 1919’da ise Bahriye Nazırlığı (Donanma Bakanlığı) görevlerine getirilmiştir. 

Mütareke döneminde Mustafa Kemal Paşa ile birçok kez görüşen Avni Paşa, görev alanına girdiği için Samsun’a gidecek gemiyi de ayarlayan kişidir. Fakat Millî Mücadele’de Anadolu’ya geçmemiş, padişaha yakın durmuştur. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924 yılında vatan haini olarak kabul edilen 150’likler listesine girince de yurt dışına kaçmış ve Vahdettin’in ölümüne kadar onunla birlikte San Remo’da yaşamıştır. 

Padişahın ölümünden sonra Lübnan’a yerleşen Avni Paşa, 1934 yılında vefat etmiştir. Avni Paşa, Yıldırım Ordular Grubu’nda astı olarak çalıştığı, İstanbul’da birçok defa görüştüğü ve Mustafa Kemal Paşa Samsun’a giderken Bahriye Nazırı olarak intikalinin koordinasyonu ile meşgul olduğu için Mustafa Kemal Paşa’yı oldukça iyi tanımaktadır. Ayrıca, bugün her mecrada dile getirilen bazı iddialarla ilgili olarak (olaylara bizzat şahit olduğundan) birinci elden bilgilere de sahiptir. 

Avni Paşa’nın hatıraları okunduğunda, gerek Yıldırım Ordular Grubu Menzil Müfettişi iken başarısızlığı sebebiyle görevden alınması gerekse 150’likler listesine yazılması sebebiyle Atatürk’ten pek hazzetmediği anlaşılmaktadır. Bu sebeple, bazıları tamamen gerçek dışı olan onun aleyhine birçok ifade kullandığı görülmektedir. 

Buna rağmen, bugün Atatürk aleyhinde propaganda yapmak için ortaya atılan iddiaların bir kısmının doğru olmadığını ispat eden ifadeler kullanmaktadır. Örneğin, bu günlerde gündemde olan Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya memleketi kurtarması için Vahdettin’in gönderdiği ve yola çıkmadan önce mücadelede kullanması için sandıklar dolusu altın verdiği iddiasının doğru olmadığına dair açık ve net bilgiler vermektedir.

Biz, “Atatürk’ü Anadolu’ya Kim Gönderdi?” başlıklı yazımızda, Atatürk’ün Anadolu’ya kim tarafından, niçin ve nasıl gönderildiğini anlatmıştık. Avni Paşa’nın hatıralarında anlattığı bilgiler de bizim yazımızda verdiğimiz bilgilerle örtüşmektedir. Ancak, Atatürk hakkında hikayeler anlatan kişiler, nedense Atatürk ve cumhuriyet karşıtı olmasına rağmen Avni Paşa’nın hatıralarındaki bu bilgileri görmezden gelmektedirler. 

O zaman Avni Paşa’nın bu konularda ne yazdığını noktasına veya virgülüne dokunmadan biz yazalım. 

“Mustafa Kemal Paşa, dört beş ay kadar İstanbul’da âtıl ve görevsiz kalınca, ikamet etmekte olduğu Pera Palas’ta paralarını bitirince, Şişli’de bir haneye nakle ve orada Makedonya mektebinde öğrenim ve talim eylediği eski sıfatı komitacılığa önem verdi.

Savaşmaktan ve hesap vermekten kaçan bazı subaylar ile yedek subaylardan bir kısmını ‘Ay Yıldız Cemiyeti’ namı altındaki teşkilata dahil ediyordu. Gayesi, bu suretle mevki ve memuriyete geçmek ve geçinmek idi. 

Bu gibi girişimlerinden ve hareketlerinden haberdar olan harici ve dahili güçler, hükümeti bilgilendirmeye ve ikaza başlamışlar idi. 

Bu mesele Encümen-i Vükela’da görüşüldü ve Harbiye Nazırı’nın nazar-ı dikkatini çekti.

Ben gerek Damat Ferit Paşa’ya ve gerek Şakir Paşa’ya Mustafa Kemal Paşa hakkında bildiklerimi söyledim.

Mustafa Kemal Paşa’nın zeki, yetenekli, kişisel ve medeni cesaret sahibi olup 1. Dünya Savaşı’nda açıktan servet edinmediğini, Enver, Talat ve Cemal Paşalara-velev ki kişisel olsun- husumeti bulunup bir gayesinin de Harbiye Nazırı olmak olduğunu anlattım. Özellikle Cevad Paşa’nın Harbiye Nezareti’nden küskün olan ve kendisinin ihmal edilmesinden ve değerinin bilinmemesinden müteessir olan Mustafa Kemal Paşa’nın bizlerle de çalışmaya hazır bulunduğunu söyledim.

Daha da ileri giderek ve fikrimi Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’e de açarak gerek Mustafa Kemal Paşa ile ve gerek yine mülkiyeden olan o seviyedeki arkadaşlarımdan Umumi Harb’te temiz kalabilen memurlar ile birlikte İttihatçılar ile birleşenlerin (sanıkların) hesabını görmenin daha uygun olacağını ifade ettim.

……….

Israrla iddia olunduğuna nazaran İzzet Paşa, Cevad Paşa ve diğer İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kalburüstü üyeleri ve yöneticileri arasında bazı özel meclislerde yapılan görüşmelere göre Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesi de konuşulmakta idi. Güzel bir rastlantı sonucu olarak Harbiye Nezareti’nce de Anadolu’da Üçüncü Ordu Müfettişliği’ne tayini uygun bulunmuş ve atamasına ait tüm müsaadeler alındıktan sonra Erkan-ı Harbiye Dairesi’nce düzenlenen talimatı mülki işleri ilgilendirildiği için Dahiliye Nezareti’nden Meclis-i Vükela’ya verilmiştir.

Sureti yukarıda dercedilmiş talimata nazaran Mustafa Kemal Paşa’nın asayişle ilgili konularda ve sorunlarda da yerel mülkiye makamlara karşı da nüfuz ve yetki sahibi olduğu anlaşılıyor.

…………

Bahriye Nezareti’nde dört saat kadar devem eden………… yemekte, eski silah arkadaşım Mustafa Kemal Paşa, bu defa benimle pek ihtiyatlı konuşmuş ve güçlükle meramını ifade etmiştir.

İçinde sakladığı şeyi bana açıklamaktan ziyade bazı özel ve resmi isteklerde bulundu………….

Harbiye’den ve Dahiliye özel bütçesinden biner lira ve birkaç otomobil verildiği gibi Bahriye’den de bir özel vapur tahsis edildi.”

Görüldüğü gibi, Atatürk’ü Samsun’a götürecek vapuru tahsis eden ve hükümet işlerine vakıf olan Bahriye Nazırı Avni Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı ordu müfettişliğine kimin, nasıl ve ne maksatla görevlendirdiğini ve kendisine görev için kaç para verildiğini açık bir şekilde anlatmaktadır. Konu ile ilgili anlatılanlar çok uzun süreceği için gereksiz gördüğümüz kısımları yazmadık. Arzu edenler, bahse konu anıların 2017 tarihli 3. Baskısının 198’inci sayfasından 205’inci sayfasına kadar olan kısmını okuyabilir.

Avni Paşa’nın anılarından anlaşıldığı ve bizim de daha önce konu hakkında yazdığımız yazıda açıkladığımız gibi ülkede ortaya çıkan asayişsizlik sebebiyle yeni bazı yerlerin işgal edileceğinden korkan hükümet asayişi sağlamak için dört ordu müfettişliği kurmuş, Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) de bunlara mevcut generallerinden en uygun olanları ordu komutanı olarak atamış ve bu kapsamda Mustafa Kemal Paşa’yı da 9. (Daha sonra numarası 3 olarak değişmiştir.) Ordu Müfettişliği’ne atamıştır. 

Yani atama padişahın iradesi dışında gerçekleşmiş ve padişah, en son işlem olan onay makamı olarak üzerine düşeni yapmıştır. Sadece Mustafa Kemal Paşa değil, diğer ordu müfettişleri de görev yerlerine gitmeden önce padişahın huzuruna çıkarılmış ve görev belgeleri padişah tarafından onaylanmıştır. Padişah ne diğer ordu müfettişlerine ne de Atatürk’e Anadolu’ya git ve bir Millî Mücadele başlat dememiştir. Zaten Atatürk’ün ve diğer ordu müfettişlerinin padişah ile ne zaman, nerede ve kaç defa görüştüğü bilinmektedir. 

Bu görüşmeler baş başa olmaktan ziyade diğer bazı kişilerin de katıldığı törensel bir havada yapılmıştır. Şimdiye kadar bu görüşmelere katılan hiç kimse Atatürk’ün veya diğer ordu komutanlarının padişah tarafından seçildiği ve kendilerine git memleketi kurtar diye bir şey söylendiğine dair herhangi bir şey söylememiştir. Tam aksine, iç karışıklıkları bastırmak, İtilaf Devletleri’ne Mondros Mütarekesi gereği verilmesi gereken silahları vermeyenlere engel olmak, doğuşa Ermeni ve İngilizlere karşı birçok şehirde kurulan şura hükümetlerini dağıtmak görevi verilmiştir. Bu hususlar, kendilerine verilen talimatlarla da açıklanmıştır.

Padişahın Atatürk’e büyük miktarda (Bazıları sayı verirken bazıları da bir sandık vb. demektedir.) para verdiği iddiasının da masaldan ibaret olduğu Avni Paşa’nın ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Onun ifadesine göre; Atatürk’e verilen para 2000 liradır. 1000 lirasını Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı), 1000 lirasını da Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) vermiştir. Bu para, Atatürk’ün şahsi harcamaları için değildir. Karargahıyla beraber yolda ve görevi esnasında yemekten arabaların yakıtına kadar tüm masrafların karşılanması için verilen ödenektir. 

1920 yılında TBMM’de milletvekillerinin aylık ödeneği (maaşı) 100 lira civarındadır. Yani 2000 lira o zaman için çok sayıda personeli olan bir ordu karargahının en temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile çok az bir paradır. Zaten bu yüzden, Erzurum’a gidene kadar bu para tükenmiş, Atatürk ve Heyet-i Temsiliye üyeleri Erzurum’dan Sivas Kongresi’ne gelebilmek için Erzurum’da yaşayan bir emekli subaydan (emekli ikramiyesini) borç olarak almak zorunda kalmıştır.

Dr. Mehmet ÇANLI
Dr. Mehmet ÇANLI
Tüm Makaleler

  • 22.09.2022
  • Süre : 5 dk
  • 527 kez okundu

Google Ads