On birinci ayın on biri, saat onbir...
Yapılan pazarlıklar sonucu Üç Paşalar, gerek aziz ülkelerine bir tehdit olmadığı için gerekse hasta adamlığın getirdiği çaresizlikten Almanya'nın ittifak teklifini kabul ettiler. Öyle bir ittifak ki Osmanlı ordusu yazılı protokolle Alman Başkomutanlığının emrine girmişti. Almanların vereceği para, altın, silah, mühimmat ve teçhizatla savaşılacak, bütün kardeş İslam halkları özgürleştirilecekti.
Yıl 1914.
Balkan harbinin hazin çöküntüsü içinde tarihi ömrünü tamamlamak üzere olan yorgun, yenik, yalnız, askeri ve ekonomik varlığı ile tükenmiş bir imparatorluk.
Alıcı kuşlar gibi onun ölümünü bekleyen büyük güçler.
Başrolde olması gereken “Tanrının yeryüzündeki gölgesi padişah” sarayının bahçesinde dolaşamayacak kadar dermansız.
Başrolü, ihtiraslı ve hayallerine sınır tanımayan üç adama vermiş.
Üç adamın Başkanlık mevki ve itibarına sahip sivil Paşası, memleketi hain unsurlardan temizlemeyi devlet politikası haline getirmeye kendini adamıştı.
En genç Paşası en ihtiraslısı, egosu en yüksek olanıydı.
Sultanın yeğeni ile evlenmiş, ihtişam içinde yaşıyordu.
Vatanın her zerresi için bütün kuvvetiyle, ölünceye kadar çalışacak bir makine olmak istiyordu. Ülkesini korumak ve hatta kaybedilen toprakları geri almak en büyük hayaliydi. Almanya'da bulunmuş ve yüksek askeri okullarda Alman hocalardan ders almıştı. Milli varlığın asli dayanağı olan Ordumuzu yeni baştan düzenlemek için davet edilen Alman Askeri Heyeti ile İstanbul’da, işin başındaydı. İçinde generallerin de olduğu geniş ve şöhretli bir komuta kadrosunu ordu, kolordu ve tümen komutanlığına bakmaksızın liyakatsiz görerek emekliliğe sevk etmişti.
Yenileştirici, çalışkan, cesur, katı ve azimkar bir Harbiye Nazırı ve Başkomutan olarak ihtirasları ile doğru bildiği yolda umarsızca gidiyordu.
Bu ihtiraslı cesur yürek, bir tümen askerle ve Cenabı Hakkın yardımıyla bilmediği İran’da, Türkistan'da, Afganistan'da ve Hindistan'da Rus ve İngilizleri mahvedeceğine inanıyordu. Bu inanç kof bir hayal gözüküyordu ama gerçek olan devlet hazinesinin, silah depolarının ve cephaneliklerin bomboş olduğuydu.
Almanlardan temin edilecek silah, teçhizat ve malzeme göğsü iman dolu, Allah’ın itaatli kulları olan Ümmet-i Muhammed ile birleşerek muazzam bir güç kazanılacak, kaybedilen vatan toprakları geri alınacak ve kardeş İslam alemi kurtulacaktı.
Ne mutlu ümmete ki cephede canlarını, başlarını verenler şehit, kalanlar gazi ve mutlu olacaktı.
İslam alemi hakkında hiçbir ilmi bilgisi ve ilgisi olmayan birçok Osmanlı aydını ve menfaatperest ise, birden imanlı bir İslamcı ve mücahit sever olarak kalemlerini ve ceplerini güçlendirecek, cepheye gitmeden daha mutlu olacaklardı.
Avrupa bir miras kavgasının içindeydi. Çağdaş kapitalizmin gereği olarak Almanya sömürgecilikten hakkına düşen mirasın azlığından şikayetçi ve yeni paylar istiyordu. Bu payları alırken canının fazla yanmaması için; ortak düşman Rusya'nın kara ordusunu güneyde oyalayacak, deniz ordusunu Karadeniz’e hapsedecek Osmanlı'dan daha iyi konumda bir maşa müttefik yoktu. Ayrıca, Mısır ve Hindistan gibi İngiliz sömürgelerindeki Müslümanlar isyan ederse İngiltere çökecekti. Parayı değerli, insanı değersiz kılan bir teklifler silsilesi ortaya konuldu. Almanların kurgusunda İslam kartı oynanacaktı.
Yapılan pazarlıklar sonucu Üç Paşalar, gerek aziz ülkelerine bir tehdit olmadığı için gerekse hasta adamlığın getirdiği çaresizlikten Almanya'nın ittifak teklifini kabul ettiler. Öyle bir ittifak ki Osmanlı ordusu yazılı protokolle Alman Başkomutanlığının emrine girmişti. Almanların vereceği para, altın, silah, mühimmat ve teçhizatla savaşılacak, bütün kardeş İslam halkları özgürleştirilecekti.
Seferberlik ilan edilmişti ama hem devletin tepesinde hem de orduda dağınıklık ve karışıklık hüküm sürüyordu.
İstanbul sularında fes giyen Osmanlı görünümlü Alman donanması önce Rus Büyükelçiliği önünde demir atıp Alman savaş marşları söylediler, sonra da Karadeniz'de Rus donanmasını bombardımana tuttular. Osmanlı artık savaşın içindeydi.
Hayata doymamış taze bir gençlik, önce Doğu Cephesinde ihtiraslı Başkomutanın komutası altında eridi. Soğuk, tipi, açlık ve barut altında çaresizce tükendiler. Karlar eşelendiğinde altında gözüken artık toprak değil, bu çaresizlerin bedenleri olmuştu. Başkomutan bir ay kaldığı cepheden sağ kalan askerlerini Allaha emanet edip ayrılırken “Düşman sizden korkuyor!” dedi. Öyle oldu. Rus Çarı, İngiltere ve Fransa’dan yardım istedi.
İngiliz-Fransız birleşik deniz filosu Rusya’ya yardım için geçilmesi gereken Çanakkale’yi bombaladı. Geçemediler. Avustralya ve Yeni Zelanda kolordusunu alarak amfibi harekâtı denediler. Yine geçemediler. Ceset kokularının dayanılmazlığından ölüleri gömmek için ateşkes yapılan bir savaştı bu. Başarının sahibi aynı zamanda “Ölün!” emrinin de sahibi Mustafa Kemal’di ve Alman komutanlarına öfkeliydi. “Almanların kalpleri ve ruhları bizim gibi vatanımızı savunmaya odaklanmış değil!” diyordu.
Boğazları aşamayan İngilizler Ortadoğu’da bir güç gösterisi yapmaya, Araplara efendilerinin Türkler ve Almanlar değil, kendileri olduğunu ispata karar verdiler. Bağdat’a ilerleyen İngilizler Dicle’nin bir kıvrımı içindeki Kut şehrinde kuşatıldı. Kuşatma altındaki İngiliz askerleri açlıktan, iskorbütten ve zatürreden devamlı kayıp veriyordu. Envanterdeki at ve katırları yiyerek dayanmaya çalıştılar. Ölenler sadece İngiliz değildi, Irak’tan sorumlu 72 yaşındaki Ordu komutanımız Alman General de Kut’un düştüğünü göremeden tifüsten öldü. İngilizlerin kurtulmak için onurlu bir Türk komutanına teklif ettikleri devasa rüşvet nafileydi. 146 gün sonra Generalleriyle teslim oldular. Savaş bittikten sonra dahi bu yenilgilerin acısını çıkarmayı ihmal etmeyerek.
Muhteşem üçlünün Bahriye Nazırı ve Suriye Valisi ünvanlı üçüncü paşası Mısır Fatihi olmayı istemişti. Kahire’de al bayrağı dalgalandırarak Avrupa’da Almanların elini rahatlatacaktı.
Süveyş’te mükemmel donatılmış İngilizlere ilkel sallarla taarruz etti. Sonuç hüsrandı. Göz göre göre ölüme sürülen genç insanlar kanalda heder oldu. Başıboş bir bayrak gibi Arap illerinde dalgalanan birliklerimiz ilk fırsatta geri çekildi. Başarı ihtimali olmayan bir hayal, gerçeklerin ağır darbesini yemişti.
Cepheler insan öğütme makinesi gibiydi.
Serüven peşinde amaçsız ve sonuçsuz daha nice cepheler…
Tam 100 yıl önce on birinci ayın on birinde galip devletler, yenilmiş Almanya ile Birinci Dünya Harbinin Batı cephesindeki savaşların saat onbirden itibaren bittiğini ilan eden ateşkes anlaşmasını imzaladı. Yirmi milyon kişinin ve çok dilli hanedan imparatorlukların hayatını kaybettiği büyük savaş sona ermişti. İngilizlerin Birinci Dünya Harbine sebep oldukları gerekçesi ile yargılanmalarını istediği ihtiraslı üçlü ise tam on gece önce Osmanlı topraklarını meçhule doğru terk ettiler. Mustafa Kemal’in “Anadolu’nun temiz Türk evlatlarının kanlarını sonuna kadar kullanıyorlar.” dediği Almanların bir denizaltısı ile. Osmanlı ülkesi topraklarının üçte birini kaybetti. Yükünü Türklerin çektiği genç insan kadrosu sevmekten, sevilmekten, üretmekten ve en önemlisi yaşamdan plansızca kopartılmıştı. Topraklarımızda esen rüzgârın sesi, hayata doyamayan bu insanların uğultusu olmuştu.
Tüm savaş topraklarında hayatını kaybeden kahramanlar umarız huzur içinde uyuyorlardır.
On birinci ayın on biri saat on bir özellikle seçilmişti. Acıların unutulmaması için…