Ortadoğu’da Sykes-Picot Düzenlemesi Devam Ediyor mu? Türkiye’ye Etkisi Nedir?
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının ardından Ortadoğu, sürekli savaşların yaşandığı bir coğrafyaya dönüşmüş ve batılı devletler kendi çıkarlarını gözeterek burada böl-yönet planını uygulamıştır. Bu planın ilk tohumları Sykes-Picot ile anlaşmasıyla atılmıştır. Bu anlaşma, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında Birleşik Krallık ile Fransa arasında imzalanan ve Ortadoğu'da büyük devletlerin savaş bitmeden önce kendileri için nüfuz bölgelerini belirledikleri bir anlaşma olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’nın galip güçleri Ortadoğu’yu stratejik çıkarlarına uygun şekilde böldü. 1923 yılında diplomatik manevralar sona erdi ve Ortadoğu’da yeni siyasi haritacılık ortaya çıktı. Ortadoğu’nun adeta cetvelle çizilen siyasi haritası o günden bu yana aşağı yukarı aynı kaldı. Sonra çeşitli bölgeler bir gücün nüfuz alanı olmaktan çıkıp başka bir gücün eline geçti. Ortadoğu’yu şekillendiren başat güç İngiltere, Afrika’daki nüfuzunu artırmaya hizmet edecek şekilde, Sudan bölgesini Mısır’a bağlı olmaktan çıkardı ve bağımsız bir devlet haline, İngiltere’ye tabi bir ülke haline getirdi.
Şüphesiz Ortadoğu, özellikle Mezopotamya bölgesi, bereketli toprakları, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, sömürgeci güçlerin her dönem ilgi alanı oldu. Emperyalizm çağına, “üzerinde güneş batmayan ülke” olarak giren en büyük sömürgeci devlet İngiltere, bu hegemonyasını sürdürebilmek için, Ortadoğu üzerinde hâkimiyetini sürdürebilmek maksadıyla Ortadoğu haritasının sil baştan yeniden çizilmesine ve bu kapsamda Sykes-Picot düzenlemelerine öncülük etmiştir.
Sykes-Picot Düzenlemeleri
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının ardından Ortadoğu, sürekli savaşların yaşandığı bir coğrafyaya dönüşmüş ve batılı devletler kendi çıkarlarını gözeterek burada böl-yönet planını uygulamıştır. Bu planın ilk tohumları Sykes-Picot ile anlaşmasıyla atılmıştır.
Bu anlaşma, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında Birleşik Krallık ile Fransa arasında imzalanan ve Ortadoğu'da büyük devletlerin savaş bitmeden önce kendileri için nüfuz bölgelerini belirledikleri bir anlaşma olmuştur. Bugünkü Ortadoğu’nun sınırları büyük oranda bu anlaşma çerçevesinde belirlenmiştir. Ortadoğu’nun yeniden paylaşımının gündeme geldiği bugünlerde, Sykes-Picot anlaşmasının adı daha sık telaffuz edilmeye başlanmıştır. Bölgesel dinamiklerden ziyade taraf ülkelerin çıkarlarını gözeten Sykes-Picot anlaşmasının ruhu sonraki dönemlerde yapılan ve yeni ülkeleri ortaya çıkaran anlaşmalara da yansımıştır. Ortadoğu ülkelerinin, farklı kimlik ve inançtan unsurları bir arada yaşamaya zorlayan, toplumları suni sınırlar ile birbirinden ayıran bu anlaşmayla çizilen sınır hatları, her an kırılmaya hazır sosyal fay hatları olarak görülmüştür. Bölgede yaşanan savaşların ve gerilimlerin de temel kaynağı olarak gösterilmiştir.
Rus Çarlığının onayı ile imzalanan bu antlaşmaya göre; Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı, Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları, Britanya'ya Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.
Ortadoğu Bugünkü Sınırlarına Nasıl Ulaştı?
1917 Sovyet Devrimi, sadece bu gizli paylaşım anlaşmasını kitlelere açıklamakla kalmamış, ezilen halklar üzerinde yarattığı etkiyle de savaşın gidişatını değiştiren bir rol de oynamıştır. Sovyetler Birliği, anlaşmayı tanımadığını beyan etmiş ve bölge halklarını emperyalistlere karşı mücadeleye çağırmıştır. Sykes-Picot anlaşmasındaki bölüşüm, 1920 yılında Sevr ismiyle, bazı küçük değişikliklerle Osmanlı’nın önüne yeniden getirilmiştir. Ancak Ankara Hükümeti, Sevr’i tanımadığını açıklayarak, Lozan’la birlikte bugünkü sınırlarına erişmeyi başarmıştır.
İnsanlık tarihinin en eski uygarlıklarının beşiği olan bu coğrafyada, yani Ortadoğu’da, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında sınırlar yeniden çizilirken ve yeni devletler oluşturulurken bölge halklarına “nasıl bir gelecek istersiniz” benzeri bir soru hiç sorulmamış, onların iradesine başvurulmamıştır. Fakat o dönemde emperyalistlere karşı başlayan bağımsızlık mücadelelerinde, her şeyin emperyalistlerin planları doğrultusunda gerçekleşemeyeceği somut olarak görülmüştür. Türkler; İngiliz ve Fransızlar ile yardakçıları Yunanlara karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi neticesinde bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabilme iradesini ortaya koymuşlardır. Bu yönüyle mücadeleyi kazanan ilk ülke Türkiye olmuştur. Nitekim İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Türkiye örneğini takip eden birçok ezilen toplumda devrimler patlak vermiş, sadece faşizm değil, kapitalist-emperyalist sistem de büyük bir darbe yemiş, geriletilmiştir.
Arap toplumları ise ‘millet’ olma bilincinden ve emperyalistlere karşı bağımsızlık mücadelesi verme anlayışına henüz erişecek bir görüntü vermiyorlardı. Başlarına gelecekleri kurbanlık koyun gibi bekleyen Arap toplumlarının yaşadığı Arap yarımadasına son şekli 1923 yılında verildi.
Vehhâbilik'in kurucusu Muhammed b. Abdulvehhâb'ın fikirleri, Arap yarımadasında yaşayan toplumlar tarafından iyi bilinen, müşterek bir kültür olarak onlarca yıldır Araplar arasında yayılmıştı. Vehhâbilik, yeni bir toplum ve yeni bir devletin teşekkülünü sağlamış ve günümüzde Suudi Arabistan Krallığı olarak bilinen devletin ortaya çıkmasına inanç ve fikri yönden zemini hazırlamıştır. Böylece Suudi Arabistan yeni bir jeopolitik yapı olarak ortaya çıkabilmiş ve kısa sürede Şerif Hüseyin’in Hicaz’daki Haşimi Krallığını yutmuştur. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’ndaki hizmetlerinden dolayı, Hüseyin’in oğulları Faysal’a Irak’ı, Abdullah’a da Ürdün’ü verdiler.
Arap dünyasının bugünkü sınırlarının çoğu İngiltere ve Fransa tarafından çizilmiştir. Yine bu ülkeler tarafından seçilen krallar, emirler veya şeyhler, yeni oluşturulan ulus devletlere yarı özerk yöneticiler olarak yerleştirilmiş; kimileri yeni sınırları çizdikleri için, kimileri ise İngiltere ve Fransa’ya hizmet ettikleri için bu görevlere getirilmiştir. Mesela Mekke Şerifi Hüseyin böyle bir adamdı.
Zaman içerisindeki gelişmeler neticesinde İngilizler bölgeden fiziki olarak ayrıldıktan sonra Filistin Mandası, üç ayrı yapıya (İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi) ayrıldı. Gazze Şeridi Mısır’a ve Batı Şeria ise Ürdün’e katıldı. Balfour Deklarasyonu, Lloyd George'un başbakanlığındaki Britanyalı savaş kabinesinde dışişleri bakanı olan Arthur Balfour'un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin'de bir Yahudi devletinin (İsrail) kurulmasıyla sonuçlanan girişimdi. 1917 yılındaki bu deklarasyon, Sykes-Picot düzenlemesini tamamlayıcı bir rol üstlenmişti.
Öte yandan Suriye toprakları, bir yandan Fransa’nın böl ve yönet politikası, öte yandan farklı etnik ve dinî grupların yerel istekleri yüzünden bütünlüğünü koruyamadı. Bu arada Arap toprakları parçalanıp, ortaya çıkan yeni yapılar etrafında bölünürken, Türkiye ve İran gibi bölge ülkeleri, bağımsızlıklarını ve bütünlüklerini koruyabilme başarısını gösterdiler. İki dünya savaşı arası dönemde bazı Arap ülkeleri de sömürgecilere karşı verdikleri mücadeleden yarı bağımsız sömürgelere dönüşerek kısmen galip çıktılar. İngiltere ve Fransa, kendilerine önemli ayrıcalıklar tanıyan özel anlaşmalarla Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak’a bu kapsamda yarı bağımsızlık verdiler. Bu anlaşmalar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gözden geçirilse de anlaşmaların özü hep korundu, belirgin bir değişiklik olmadı. Yine Ortadoğu’nun bir parçası olan elini Kuzey Afrika’dan sömürgesi Avrupa ülkelerinin bir anda çekilip gitmeleri mümkün olamadı. Bu çerçevede, Cezayir, Tunus ve Fas toprakları, ikinci dünya savaşının sonuna kadar Fransa’nın ayrılmaz parçası olarak görülmeye devam edildi.
Ortadoğu’nun Tek Değeri ve Anlaşmazlık Kaynağı: Doğal Zenginlikleri
Emperyalistlerin Ortadoğu politikalarına yön veren ana faktör, yeraltı-yerüstü zenginlikleridir. Bunun da başında petrol ve su gibi enerji ve yaşam kaynakları gelmektedir. Bu durum, bugün de geçerlidir. Yine sınırlar, milletlerin iradesi dışında çizilmeye çalışılmakta ve yine her şey, bu kaynakları kimin ele geçireceğinde, kimin kontrolünde olacağı üzerinde düğümlenmektedir.
Petrol çağından önce, Ortadoğu’daki devletler bölgelerini/sınırlarını tarif etmek için çok az bir çaba harcamışlardır. Bedevi Arapların çoğu, kabilelerine veya şeyhlerine bağlılık gösteriyordu ve Arabistan Çölü’nde sürülerinin ihtiyaçlarına göre dolaşma eğilimindeydiler. Onlar için resmî sınırların çok az bir anlamı vardı ve belli bir politik birime mensubiyet kavramı yoktu. Organize otorite limanlara ve vahalara hapsedilmişti. Ancak petrol haklarının devri ve imtiyazlarının imzalanışı sürece yeni bir ivme kazandırdı. Bu da özellikle en değerli petrol yataklarının bulunduğu alanlarda anlaşmazlıklara neden oldu.
Sınırları Çizen Cetvelin Başında Kimler Vardı?
İsrail istihbaratı, MOSSAD, eski daire başkanı Efraim Halevy bir konuşmasında; “Eğer Ortadoğu haritalarına bakarsanız, ülke sınırlarının, o dönemde harita başına oturan İngiliz ve Fransız çizimcileri tarafından ancak cetvelle çizilebilecek düz hatlar olduğu görülür. Eğer cetvel herhangi bir sebepten, örneğin bir çizimcinin elinin titremesi nedeniyle kayarsa, sınırlar da kaymış oluyordu” demişti. Efraim Halevy bir başka konuşmasında ise; “Şeffaf kâğıt kullanarak Irak ile Ürdün arasındaki haritayı çizen Gertrude Bell isimli İngiliz konsolosla ilgili meşhur bir hikâye vardır. Bell, birisiyle konuşmak için döner, dönerken kâğıt hareket eder ve cetvel yerinden oynar ve böylece Bell, önemli bir bölgeyi Ürdün'e ilave etmiş olur”.
Newcastle Üniversitesi'nden tarihçi Jim Crow ise “O imparatorluk taksimatı olmadan, Irak bugünkü durumunda olmazdı. Gertrude Bell Ortadoğu'daki Arap devletlerinin İngiltere'nin lehine oluşturulmasında etkili olan iki ya da üç İngiliz'den biriydi.” demiştir.
Büyük Ortadoğu Projesi Kapsamında Ne Yapılmaya Çalışıldı?
20 yüzyılın başında İngiltere bölgeye yönelik geliştirdiği Sykes-Picot ve Sevr gibi projelerle Ortadoğu bölgesini kendisine göre şekillendirmişti. Şimdilerde ise Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bölgeyi kendisi için şekillendirmeye çalıştığını görüyoruz.
Osmanlı Devleti’nin dağılmasının ardından Batılı devletlerin girişimiyle onlarca ülkeye bölünen Ortadoğu coğrafyası, bugün yeniden haritalar üzerinden parçalanmaya ve bölüşülmeye çalışılıyor. Bugün yine Ortadoğu’ya yönelik haritalar üzerinden bir algı operasyonu yapılmaktadır. Haritalarla inşa edilmeye çalışılan siyasi, kültürel ve ideolojik plan uygulanmaktadır ve bunun bilinen adı da Büyük Ortadoğu Projesi’dir.
Bölgenin gelecekte alacağı parçalı şekli yansıtan muhtemel haritalarda, etnik ve dinî unsurların öne çıkarılması dikkat çekmektedir. Mesela 2006 yılında Amerika’da “Armed Forces Journal” dergisinde yayınlanan haritada, Ortadoğu’daki ülkelerin neredeyse tamamının sınırları değiştirilmişti.
2013 yılının Eylül ayında New York Times gazetesinde Robin Wright imzasıyla yayımlanan bir makalede ise sınırları 100 yıl önce sömürgeci güçler tarafından çizilen ve Arap otokratlar tarafından yönetilen 5 ülkeden 14 yeni ülke ortaya çıkabileceği savunulmuştur. Karşıt inançlar, kabileler ve etnik kimliklerin Arap Baharının öngörülemeyen sonuçlarıyla birlikte bölgeyi ayrıştırdığı savunulan makale ile birlikte yayımlanan haritada, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’deki etnik ve mezhepsel farklılıklar sınırlara yansıtılırken, federasyon, yumuşak bölünme veya otonomi ile ülkelerin çözülmeye başlayıp coğrafi ayrılıklarla yeni ülkelerin ortaya çıkabileceği ifade edilmiştir. Ayrıca haritada Suriye’nin kıyı kesimi boyunca uzanan topraklarda “Alevi Devleti” kurulması öngörülürken, ülkenin kuzeyi “Kürtlere” geri kalanı ise Irak’ın da büyük bir kesimini içine alacak “Sünni Devletine” bırakılmış olduğu görülmektedir. Irak ise “Şii, Sünni ve Kürt bölgesi” olmak üzere üç parçaya ayrılıyordu. Söz konusu haritada Yemen doğu-batı yönünde iki parça hâlinde Libya ise Trablus, Sirenayka ve Fizan olmak üzere üç ayrı devlet olarak gösterilmiştir.
ABD’de yayımlanan “The Atlantic” dergisinde yer alan “Ortadoğu’nun yeni haritası” başlıklı Jeffrey Goldenberg imzalı makalede, Ortadoğu’nun gelecekte nasıl görüneceğine dair 2006 tarihinde yayımlanmış haritaya yeniden yer verilirken, “Irak’ta bölünme kaçınılmazken neden savaşalım?” ifadesini kullanılmıştır. Makalede Arap Baharı öncesi dönemde çizilmiş haritanın geçerliliğini koruduğuna işaret edilirken “Ortadoğu’da istikrarın sonuna gelindiği ve Irak’ı hiçbir tutkalın bir arada tutamayacağı” savunulmuştur.
ABD’nin önde gelen yayın kuruluşlarından “Wall Street Journal”da yer alan bir değerlendirmede ise IŞİD’in Irak-Suriye sınırındaki aktifliğine dikkat çekilirken, “kumdaki çizgilere” benzetilen sınırların ortadan kalktığı görüşü dile getirilmiştir. Ben Winkley tarafından kaleme alınan makalede haritaya yer verilmezken, “IŞİD sonrasında Irak’ın üç parçaya ayrılma ihtimalinin muhtemelden çok kesin bir sonuç olduğu” değerlendirmesi yapılmıştır.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin bölgeye demokrasi, insan hakları, eğitim vs. getirmeyeceği artık çok net bir şekilde ortaya çıkmış, aksine bu proje çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edildiği/edileceği açıkça görülmüştür. Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine göre Irak, Suriye ve diğer bölge ülkelerinin alacağı yeni şekiller yakın gelecekte daha net olarak ortaya çıkacaktır. Irak’ta istikrarın (bilerek veya bilmeyerek) sağlanamayacağı, özellikle de kuzeyine göre güneyinde kargaşanın devam edeceği, bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre tamamen bölünebileceği, Musul, Bağdat ve Basra merkezli yeni siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır. Yine aynı şekilde Suriye’nin üçe bölünebileceği ve yeni siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali de var olacaktır.
Sonuç
Batı dünyası Ortadoğu bölgesini yüzlerce yıldır bir hammadde deposu ve bir pazar olarak görme eğiliminde oldu. İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında bölge ülkelerine özgürlük vadederek, onları Osmanlı “zulmünden” kurtarma bahanesiyle bölgeye yerleştiğini ve bölgedeki kaynakları ele geçirdiğini biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ise Birleşik Amerika’nın, ideolojik olarak mutlak bir şekilde ayrıştığı Sovyetler Birliği’ni ve Komünizmi bir büyük tehlike, kendisini ise özgürlüklerin koruyucusu olarak göstererek kendi ulusal çıkarlarını korumaya çalıştığını görüyoruz. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise bu defa bölgede İngiltere’nin yerini alan Amerika’nın kendi yarattığı ve beslediği terörü gerekçe göstererek bölge ülkelerini her anlamda sömürdüğünü görüyoruz. Bu sömürünün bilinen adı Büyük Ortadoğu Projesi’dir, tıpkı Sykes-Picot ve Sevr gibi. Fakat burada acı olan şudur; birincisinde bu sömürüye dur diyen bir Türkiye var iken ikincisinde maalesef bunu göremiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı’nda büyük devletler, Ortadoğu’da sınırları çizerken sadece petrole ve kendi nüfuz alanlarına bakmışlardır. Irak, Suriye, Ürdün, Körfez ve Suudi Arabistan sınırlarına bakın, cetvelle çizildikleri bellidir. Suriye, Fransa’nın, Irak, İngiltere’nin mandasıydı, sınırları da ona göre çizilmişti, diğerleri de öyle. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İsrail kurulmuş, Soğuk Savaş sonrası dönemde ise (yani günümüzde) sözde Kürdistan devletinin kurulmasına öncelik verildiği anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, Türkiye bugün bir yol ayrımındadır. Atatürk’ün millî dış siyasetine geri dönmesine, etrafında olup bitenlere dur demesine ihtiyaç vardır. ‘Türkiye Yüzyılı’ diyenlerin, bundan önce ‘Türkiye’yi parçalama, Kürdistan Kurma’ projelerine set çekme stratejisiyle hareket etmeleri beklenmektedir. Suriye’den kaynaklı göç hareketiyle 2015 yılından itibaren istikrarsızlaştırılan Türkiye, hedef ülke olmaktan çıkarılmalıdır. Mesele, Türkiye’nin mevcut yapısını koruyup-koruyamama meselesidir. Biz etrafımızda sergilenen oyuna seyirci kalırsak, Ortadoğu’da yaşanacak olan ne Arap ne Fars ne Türk ne de Kürt baharı olacaktır. Kanaatimce, yaşanan sadece ve sadece Amerika’nın ve bölgedeki uzantılarının baharı olacaktır.
Kaynakça
Ewam W. Anderson, International Boundaries: A Geopolitical Atlas, Routledge, London 2003.
Ilan Pappé, Ortadoğu’yu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul 2011.
Richard N. Schofield (ed.), Arabian Boundary Disputes, Cambridge University Press, Cambridge 1992.
Taha Akyol, Hürriyet Gazetesi, 20 Temmuz 2012