Anayasa Tartışmaları Gölgesinde Cumhuriyete Darbe
Hangi siyasi düşüncede olursa olsun insanlar kendilerini belirli bir ideolojik kampın sınırları içerisine hapsetmiş durumdalar ve duymak istemedikleri doğrulara tahammül ve saygı gösterebilme erdeminden oldukça uzaktalar. Bu durumdan dolayı halkı suçlama kolaycılığı, birçok etkeni denklemin dışında bırakmak gibi bir tehlikeyi barındırıyor.
Seçim sonrasında iktidarın gündeminde 2024 Mart yerel seçimleri ve “Yeni Anayasa” konuları bulunuyor. Seçimlere ilişkin tartışmalar her platformda yapılsa da, Anayasa konusundaki tartışmalar ya hiç yapılmıyor ya da oldukça sığ kalıyor. Şunu kabul etmek gerekir ki, ülkede artık bir konuyu bilimsel düzleminde tartışabilmek oldukça zor. Hangi siyasi düşüncede olursa olsun insanlar kendilerini belirli bir ideolojik kampın sınırları içerisine hapsetmiş durumdalar ve duymak istemedikleri doğrulara tahammül ve saygı gösterebilme erdeminden oldukça uzaktalar. Bu durumdan dolayı halkı suçlama kolaycılığı, birçok etkeni denklemin dışında bırakmak gibi bir tehlikeyi barındırıyor. Ama yine de söylediklerimden halkın hiç kabahati olmadığı sonucu çıkarılmasını istemem. Şimdi aslında ülkenin geleceği açısından hayati öneme sahip olan Anayasa tartışmalarına birkaç açıdan bakmaya çalışalım.
Sorunun başlangıç noktası, egemenliğin tarihsel süreçte geçirdiği değişim olarak ele alınabilir. İlk devletli toplumlarda tanrısal olarak kabul edilen egemenliğin kaynağını, zaman içerisinde daha dünyevi bir oluşumla halktan almaya başladığı kabulünün öne çıktığı görülüyor. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, insanların topluluk halinde yaşamanın gereklerinden yola çıkarak bazı bireysel çıkarlarından toplumsal çıkarlar adına vazgeçtikleri bir sözleşmenin varlığının kabul edilmesi gerekiyor. Bu sözleşmenin günümüzün kurumsallaşmasını tamamlamış hukuk devletlerindeki karşılığı anayasadır. Bundan dolayı günümüzde anayasa konusunda genel kabul gören görüş, sözleşme yaklaşımıdır. Ancak her ülkede anayasa yazılı bir metin olarak bulunmayabilir. İngiltere bunun en bilinen örneklerinden biridir.
Toplumda farklı etnik, sınıfsal, dinsel ve ideolojik toplulukların ortak çıkarlarını ortak iyi adına gözeten böyle bir sözleşmenin ortaya konması, anayasanın yapımına bütün farklılıkların temsili açısından bakılmasını zorunlu kılar. Bu nedenle siyasi iktidarların “anayasa yapmak” gibi bir yetkisi yoktur. Ancak belirli şekil şartlarına uymak koşuluyla “anayasa değişikliği” yapılabilir. Anayasa yapımı, kurucu meclisi gerektirir ki, bu durum ancak büyük toplumsal değişikliklerin sonucunda ortaya çıkabilir. Kurumsallaşmasını tamamladığı kabul edilen hukuk devletlerinde eğer bu değişim toplum tarafından zorla gerçekleştirilirse adı devrim, belirli bir egemen güç tarafından gerçekleştirilirse adı darbe olur. Yine de bazı durumlarda bu nitelemeyi yapabilmek çok kolay olmayabilir. Örneğin 1961 Anayasasının ortaya çıkış koşulları ile 1982 Anayasasının ortaya çıkış koşulları aynı değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Genel Esaslar bölümünde yer alan ilk üç maddenin değiştirilmesinin teklif edilemeyeceği açıkça belirtilmiş olan “katı anayasa” sınıflandırmasına tâbi bir anayasadır. Buna karşın Anayasaya bağlılık yemini eden bazı milletvekilleri, ilk üç maddeyi hedef alan ve anayasal suç teşkil eden açıklamalar yapmaktan çekinmemektedir. Bir ülkede kim olursa olsun, insanların suç işlemekten çekinmediği durumda, yasaların uygulanmasında temel bir sorun vardır. Bu sorun bir boyutuyla Anayasanın 6. Maddesinde belirtilen, egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğu ilkesiyle çelişen bir durumdur. Aslında bu durum, uygulanmayan/ihlal edilen her hukuk metni için de, anayasaya uygun olmadan geçerlilik kazanan yasal metinler için de geçerlidir. Anayasa yargısı bu amaçla vardır ve yasamanın yargısal denetimini sağlar.
İktidarlar, millete ait olan egemenliğin sadece yürütüme boyutunu temsil eder. Anayasal yargının düzgün işlemesi durumunda, 2017 referandumunda halkoyuna sunulan maddelerin özünde anayasanın ikinci maddesinde sayılan cumhuriyetin temel nitelikleri ve 6. Maddeye aykırılıktan yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ama buna rağmen yasaya aykırı şekilde kabul edilen bu referandumun toplum tarafından kabul edilmesi, anayasal suça farklı bir boyut kazandırmaktan başka bir şey değildir. Ne yazık ki, iktidar ve muhalefet burada suç ortaklığı yapmıştır. Yasaların uygulanmadığı bir ortamda yasal yollardan yapılan itirazlar yeterli görülmüştür.
Gelelim, yeni anayasa yapma konusuna. Yeni bir anayasanın yapılması kurucu meclis tarafından gerçekleştirilebilecek bir konudur. Kurucu meclislerin yapısında farklı sosyal sınıfların, farklı grupların, farklı inançların, farklı siyasi görüşlerin temsili esastır. Ancak mevcut TBMM yapısına bakıldığında gereken adaletli katılımı yansıtmaktan uzak olduğu görülmektedir. Yani mevcut meclis kurucu meclis olarak isimlendirilse, ülkede siyasi bir darbe yapıldığı ve egemenlerin her şeye muktedir olduğu kabul edilse bile, 85 milyonun bir arada yaşama iradesini yansıtacak bir anayasanın bu yapıdan çıkması, hayal ürünü olarak kalmaya mahkûmdur. Son seçim sonuçları bunu açıkça göstermektedir.
Burada muhalefetin önünde birkaç yol bulunmaktadır. Ancak muhalefetin blok halinde hareket etmesi olasılığı da yok denecek kadar azdır. Gerçekten hukuk temelli bir yaklaşım tercih edildiğinde, hiçbir partinin “anayasa yapma” tuzağına düşmemesi gerekir ki, bu durumda hükümetin tek seçeneği kapsamlı bir anayasa değişikliği ile yola devam etmektir. Anayasa değişikliği tercihi de anaysa yapılması seçeneğinden daha az tehlikeli değildir. Meclis aritmetiği halkoyuna sunulmadan bazı değişikliklerin meclisten geçebileceğini göstermektedir. Burada özellikle laiklik karşıtı uygulamaların anayasal kimlik kazanması ihtimali belirdiğinde, AKP’nin yanında yer alması mümkün olan siyasal partilerin toplamının Anayasa değişikliğini mümkün kılacak sayıya ulaşması olası görünmektedir.
Anayasanın 175’nci maddesinin 4’ncü fıkrasında; “Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmî Gazetede yayımlanır” hükmü bulunmaktadır. Yani TBMM’de 360-400 arası kabul alan bir değişiklik teklifi, halkoyuna sunulmak zorundadır. Üçte iki (400) ve daha fazla oyla kabul edilen değişiklikte ise Cumhurbaşkanının onaylama veya halkoyuna sunma seçenekleri bulunmaktadır. TBMM’nin mevcut aritmetiğinde değişikliklerin 2/3 çoğunlukla kabul edilme ihtimali göz ardı edilemeyecek kadar mevcuttur.
Normal koşullarda Anayasanın ikinci maddesinde sayılan cumhuriyetin niteliklerine (“demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” ilkelerine) aykırı bir değişikliğin Anayasa mahkemesinden dönmesi beklenir. Çünkü bu ilkeler, işine gelenin işine geldiği gibi yorumlayabileceği belirsiz kavramlar değildir. Evrensel olarak her biri için oluşmuş devasa külliyat bulunmaktadır. Buna karşın Anayasa mahkemesinin değişikliklere ilişkin açılabilecek iptal davalarında “red” kararı vermeyeceğinin hiçbir garantisi bulunmamaktadır, çünkü Türkiye Cumhuriyeti yeni sistemle yapısal olarak hukuk devleti olma özelliğini kaybetmiş görünmektedir. Ne yazık ki, hukuk devleti ilkesinin Anayasada yazılı olması ülkenin sadece dışarıya karşı görünüş için yaptığı bir makyaj gibi durmaktadır.
Bütün bunların yanında, yaşanan ekonomik sıkıntılardan sonra yeniden seçim kazanma ihtimali zor olsa da AKP’nin anayasa değişiklikleri etrafında bir kutuplaşma stratejisi izleyerek siyasi partiler arasındaki ayrışmayı derinleştirebilir. Bunun sonucunda yaşanması muhtemel olan gelişme, seçim ittifaklarının tercih edilmediği bir ortamda AKP’nin büyük şehirlerde başarı kazanması olabilir. Sonuçta anayasa tartışmaları her durumda yerel seçimlere kadar gündemde tutulacaktır.
AKP’nin 1982 Anayasasını “darbe anayasası” olarak suçlaması ise tam bir anakronik söylem olarak görülebilir. Bugüne kadar Anayasa içerisinde yapılan değişikliklerde Anayasanın ruhunun özgürlükçü bir yaklaşımdan uzak olduğu açıktır. Ancak şu gerçek göz ardı edilmemelidir ki, AKP bu Anayasanın bir ürünüdür. Özellikle iktidarın son dönemde baskıcı uygulamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, AKP’nin özgürlükler konusunu bir arka planı gizlemek için kullandığına dair toplumda güçlü bir kanaat oluşmuştur.
Her fırsatta dillendirilmese de bu arka planın Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ulus devlet yapısını hedef aldığını düşünmemizi gerektirecek birçok uygulamaya ve söyleme şahit olmaktayız. Kabul etmek gerekir ki, bu noktaya birden bire gelmedik. Türk halkı “haşlanmış bir kurbağa” gibi normalde bir ulusu bir arada tutan değerlere yapılan saldırılara karşı savunmasız ve hissiz bir hale getirilmiştir. Demokratik tepkilerin bile terörle ilişkilendirildiği, bir ülkenin entelektüel birikiminin bir avuç Arap sermayesinin ayakları altına paspas edildiği bir ortamda, bilim tartışmak da zorlaşmıştır. Ülkenin demografisini değiştirecek ölçüde büyük bir göç dalgası adeta seyredilmiştir. Şimdi sırada mevcut durumu meşrulaştıracak bir Anayasa yapma hazırlığı bulunmaktadır.
Muhtemelen bütün itirazlara rağmen mevcut TBMM çatısı altında hazırlanacak ve halkoyuna sunulacak bir Anayasa, birtakım soslarla süslenerek Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet kimliğine ve laik yapısına son darbeyi vurmasa da bu kimliği önemsiz kılacak düzenlemeleri içerecektir. Ardından referandum öncesinde hiç görmediğimiz kadar büyük medya operasyonlarıyla ulus devleti savunanlar kriminalize edilmeye ve itibarsızlaştırılmaya çalışılacaktır. Bu milletin kalbinden asla sökülemeyecek olan Ebedi Önder ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün adının da metinde önemsizleştirilmeye çalışılacağına inananlardanım. Ama bunu başarabileceklerine ihtimal vermek istemiyorum, en azından kendi adıma…
Saygı ve sevgiyle…