Site İçi Arama

hukuk

Hak Etmek ve Vatandaş Olmak

Demokrasilerde bir iktidarın gücünü sınırlayan hukuksal ve yapısal birçok unsur bulunmaktadır. Ancak iktidarlar genellikle bu sınırlamalardan memnun olmazlar ve her buldukları fırsatta politikalarını daha kolay hayata geçirebilecekleri bir sistemi inşa etmeye çalışabiliriler. Eğer egemenliğin gerçek sahibi olan halk, olan bitenlere seyirci kalırsa, demokratik yollarla iktidara gelen bir hükümet tiranlığa giden yolları döşeyebilir.

Sevgili dostlar, insanoğlu belki de bugünkü gelişmişlik düzeyini topluk yaşantısını geliştirmedeki becerisine borçludur. Doğada topluluk halinde yaşayan birçok canlı türü vardır ancak insan, bütün bu canlılardan daha yüksek bir örgütlenme becerisine sahiptir. Bu örgütlenmenin kurumsallaşması bir takım yapıları ortaya çıkarmıştır. Elbette binlerce yılı burada birkaç satıra sığdırmak mümkün değildir. Bunun için bu kurumsal yapıların en önemlisinin devlet olduğunu söylemekle yetinelim. Devlet çeşitli ihtiyaçlardan doğmuş, sınırları içerisinde yaşayan halka birtakım hizmetler sunmuş, karşılığında onlara bir takım ödevler yüklemiştir. 

Tarihsel süreçte bu denklem farklı formüllerle yeniden kurulsa da bu basit gerçeklik değişmemiştir. “Türkiye’de Devlet Geleneği” kitabında Metin Heper’in kavramlaştırdığı şekliyle, araçsalcı ve aşkıncı devlet düşüncesi arasında büyük değişimler yaşanmıştır. Ancak tarihin akışı geri döndürülemez bir şekilde devlet adını verdiğimiz yapının değişmesine ve dönüşmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Belki de Marks’ın öngördüğü şekilde devleti oluşturan tarihsel koşullar ortadan kalktığında devlet de ortadan kalkacaktır. Bunu en azından yakın bir tarih için öngöremiyoruz. Bu nedenle günümüzde demokrasi ile yönetilen devletlerde vatandaş ile devlet ilişkisini biraz da vatandaş üzerinden okumaya çalışarak açmaya çalışacağım. 

Devletler, üst düzeyde kurumsallaşmış yapılardır. Kurumsallaşmayı öncesinden ayıran en önemli özellik, keyfiyetin ortadan kalkması, bütün toplumsal ilişkilerin hukuk çerçevesinde düzenlenmesidir. Elbette burada toplumsal sözleşme tartışmalarına girmiyorum. Neticede devlet mekanizmalarıyla vatandaş arasındaki görev ve sorumlulukları, ilişki dengesini belirleyen bir hukuk düzeni vardır. Devlet de, devleti yöneten hükümet de, vatandaş da kendilerini bağlayan kurallarla varlıklarını sürdürmektedir. Bu ilişkilerin anlaşmazlık doğurduğu noktada, ya hukuk adına bir karar verilir ya da yeni bir norm oluşturma ihtiyacı ortaya çıkar. Ama bütün bunların hangi yolla yapılacağı, keyfiyetten uzak bir kesinlikle kurallara bağlanmıştır. 

Diğer bir ifadeyle kurumsallaşma dediğimiz kavramın tam karşılığı, devleti oluşturan bütün unsurları bağlayan bir hukuk düzenidir. Hukuk düzeninin hukuktan uzaklaşması ise, yürütme, yasama ve yargının işleyişiyle ilgili bir konudur. Hukuka uymamayı kendi gücüne bakarak hak olarak gören yozlaşmış bir iktidarı durdurabilecek bir güç yoksa sistem kaçınılmaz olarak demokrasiden hızla uzaklaşır ve tiranlığa dönüşür. Ancak vatandaş açısından durum farklıdır. Vatandaş her durumda hukukun kendine çizdiği çerçevenin içerisinde kalmak zorundadır. Çünkü devletin baskı araçları ve güç kullanma tekeli (normal koşullarda) hukuk düzeninin devamını sağlamak için vardır. Bu durumda hukuk dışına çıkan vatandaş devletin mekanizmaları ile karşılaşır. 

Vatandaşlık Nasıl Oluşur?

Vatandaşların devlet karşısındaki konumları da devletin tarihsel boyutta değişimine bağlı olarak değişmiştir. Bunu devletin vatandaş karşısında güç kaybettiği şeklinde yorumlamak çok doğru olmayacaktır. Sadece ilişkiler ve boyutları değişmiştir. Ancak devletler merkezi gücün artışına bağlı olarak, diğer devletlerle güç mücadelelerine girip yüksek maliyetli savaşlar ortaya çıkınca, vergi ayrı bir önem kazanmıştır. 14. Yüzyıldan itibaren Avrupa’da burjuvazinin gelişmesi, ödenen vergilerin ne kadar alındığı ve nereye harcandığı konusunda monarkların tek başlarına karar veremeyecekleri bir döneme girildiğini göstermektedir. 

Bunun ilk işaretleri 1215 yılında Kralla soylular arasında imzalanan Magna Carta’da görüyoruz. Bu yaklaşımla birlikte halkın bütçe hakkı dediğimiz kavram ortaya çıkmaktadır. Vergisini veren halk, bu verginin devlet tarafından nasıl harcandığını sorgulayabilmeli ve hesap sorabilmelidir. Halkın bütçe hakkı, temsiliyet ve egemenlik kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Hiçbir iktidar, hesabını veremeyeceği bir harcama yapamaz, yapmamalıdır. Vatandaşlığın oluşumunda belki de en önemli kavram, bütçe hakkının tanınmasıdır. Günümüz demokrasilerinde artık bu konu oldukça tartışmaların uzağında kalmış olması gereken bir konudur. Halkın vergisini keyfi olarak harcayan bir iktidar, halkın bütçe hakkını ve egemenliğini tanımıyor demektir. Burada artık başka bir yönetim biçiminden söz ettiğimizi söyleyebiliriz.

15. Yüzyıldan itibaren ise devlet adını verdiğimiz politik yapıdan ayrı bir sivil toplumun varlığının önce kavramsal düzeyde, ardından teoride ve pratikte oluşmaya başladığı söylenebilir. Bu düşünceler aynı zamanda cumhuriyet adını verdiğimiz, meşruiyetini halktan alan yönetim biçiminin 17. Yüzyıldan itibaren yaygınlaşmasının maddi koşullarını oluşturur. Kısaca ifade etmek gerekirse halk artık devlet yönetiminin devletin asli unsurunu yok sayarak hareket etmesini istememektedir. Çünkü devletin asli unsurları; halk, egemenlik ve topraktır. Asli unsurlardan biri olan halkı oluşturan her bir birey de vatandaştır. Hükümet sadece halka ait olan egemenliğin (yasama ve yargı dışında kalan) bir boyutunu, yürütmeyi temsil eder. Eğer hükümet bundan fazlasına cüret ediyorsa, halk egemenliğinin gaspı söz konusudur. Halk egemenliğinin gaspı aynı zamanda tek tek bütün bireylerin vatandaşlık haklarının da gaspı demektir. Peki, tanımlamaya geldiğimizde bu kadar net sınırlarla tanımladığımız kavramlar, pratikte neden birbirine girmektedir. İktidarlar neden yozlaşmaktadır? Yozlaşmış bir iktidar gerçeği ortadaysa suç sadece yozlaşan iktidarın mıdır?

İktidarların Yozlaşmasında Vatandaşın Rolü Nedir?

Demokrasilerde bir iktidarın gücünü sınırlayan hukuksal ve yapısal birçok unsur bulunmaktadır. Ancak iktidarlar genellikle bu sınırlamalardan memnun olmazlar ve her buldukları fırsatta politikalarını daha kolay hayata geçirebilecekleri bir sistemi inşa etmeye çalışabiliriler. Eğer egemenliğin gerçek sahibi olan halk, olan bitenlere seyirci kalırsa, demokratik yollarla iktidara gelen bir hükümet tiranlığa giden yolları döşeyebilir. Bunun en somut örneği bütün dünyayı bir savaşın içine sokan Hitler’in Almanya’da iktidara gelişi ve sonrasında yaptıklarında açıkça görülmektedir. Unutulmamalıdır ki, bir tiranı devirmek, demokraside bir iktidarı değiştirmekten çok daha zordur. Şimdi halk ne yapabilir ya da ne yapmalıdır sorularına birlikte cevap arayalım.

Sivil toplum düşüncesinin oluşması, sadece bir insan topluluğunu tanımlama çabasının bir sonucu değildir. Sivil toplumdan kastedilen, örgütlü sivil toplumdur. Yani halkın demokratik sistemde sesini duyuramadığı, haklarını ve çıkarlarını savunamadığı noktada ona bu imkânı sağlayan örgütlü yapılara ihtiyaç vardır. Bu nedenle gelişmiş demokrasilerde sivil toplum örgütleri çok güçlüdür ve gerçek anlamda hak savunusu yapabilme kabiliyetlerine sahiptir. Bunun içindir ki, gelişmiş demokratik toplumlarda örgütlenme özgürlüğü, özüne hiçbir şekilde dokunulamayan bir haktır. 

Oysa gelişmemiş toplumlarda örgüt kelimesi bile başlı başına birilerinin rüyalarına girecek kadar tehlikelidir. Bu toplumlarda bazı bireyler için tehlikeli görülen örgüt kelimesi, o şahısların dar bilgi dağarcığı içerisinde “terör örgütü” ile eşleşmiş ve orada kalmıştır. Onlara göre örgütlü toplum devlete karşı örgütlenmiş toplumdur. Aslında bu bir anlamda doğrudur, sadece net bir farkla; yasallık. Örgütlü sivil toplumun amacı, kendi düşünce ve çıkarlarını devlet aygıtına karşı savunmaktır. Ama bu savunma, anayasanın ve yasaların izin verdiği ölçüde olur. Bu savunma, politika süreçleri için de son derece yararlıdır. Toplumun geleceğini belirleyen politikalar üretilirken, toplumun bütün kesimlerinin çıkarlarının sürece yansıma ihtimali vardır. Elbette süreci hükümetin izin verdiği ölçüde!

Sivil toplum örgütleri, bireyle devlet arasında katalizör görevi gören çok önemli yapılardır. Ancak bu çok geniş bir kavram olduğu için, burada birey üzerinde durmakta fayda vardır. Bireyin tutumunda da iki boyut söz konusudur. Birincisi, bireylerin örgütlenmeye bakış açısı nedeniyle uzak durması, ikincisi de bireylerin sadece kendi çıkarları ile ilgili alanlara odaklı yaşayıp başka sorunları göz ardı etmesidir. Her iki boyut da çözülmesi çok uzun zaman gerektirecek cinsten köklü sorunlara işaret eder. Ancak konumuz itibariyle ikinci durumu ele alacağım. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi bir atasözü kaç toplumun kültüründe vardır bilmiyorum. Ama bu sözün kolektivist niteliklere sahip bir toplumda bulunması ilginçtir. Sorunun belki de en can alıcı noktası budur. Herkes sorun kendi çıkarlarını ilgilendirene kadar soruna ilgisiz kalmayı tercih eder. Oysa ilgisiz kaldığı sorun bir başkasının hakkının gaspıdır ve bir süre sonra bu haksızlığa kendisinin uğraması çok kuvvetli bir ihtimaldir. Burada iki tür etki söz konusu olabilir. Ya devlet örgütlenmesi karşısında birey çok baskılanmıştır ve tepki göstermeye cesaret edemiyordur ya da ahlaki açıdan sadece kendini düşünecek kadar bencildir. Her ikisi de baskıcı toplumlarda yönetim tarafından koşulsuz uygun görülür. 

İşte iktidarların yozlaşması tam da bu aşamada başlar. Neticede haksızlıklar karşısında tepki gösteren yoksa haksızlık da yoktur. Bu hukuktan ve insanlıktan uzak bakış açısı, toplumun geneline yerleştiğinde iktidarlar hukuksuzluk yolculuğunda daha emin adımlar atabilme gücünü kendinde bulur. Tepkisizlik devam ettikçe yozlaşma devam eder.

Sonuç

Toplumları gelişmiş yapan, sadece zenginlik değildir. Zenginlik size çok şey verebilir. Teknolojiye sahip olabilirsiniz. Çok güzel bir altyapınız, araçlarınız, evleriniz olabilir. Ama toplumun eğitim düzeyi düşükse, toplumda bireyler arası bağlar çıkar ilişkileriyle örülüyorsa, yaşanan sadece geçici bir bahardır. Kaynaklar yetersiz olduğu anda bölüşüm ilişkileri bozulur ve bireysel şikâyetler artar. Ancak gelişmiş bir toplumdaki örgütlü sivil toplum yapısı oluşmadığı için bu sızlamalar, yöneticiler tarafından bir şekilde bastırılır. Ayrıcalıklı kesimler bu ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için baskı aygıtının yanında yer almayı tercih eder. Bir şekilde çıkarları zedelenen ve hakkı yenen kesimlerde bireysel olarak ortaya çıkan tepkiler, kurulu medya düzeni sayesinde ve toplumun örgütsüzlüğü nedeniyle cılız haykırışlar olarak kalır. İktidar daha da yozlaşır ve yandaşlarıyla beraber yozlaşmışlığın tadını çıkarmaya devam eder. 

Vatandaşlık bir ülkenin sınırlarında yaşayan halkın içerisinde doğarak elde edebildiğiniz bir unvandır. Ancak nasıl bir ülkenin vatandaşı olmak istediğiniz, eğitiminizle, örgütlülük düzeyinizle, ahlaki olarak haksızlıklara gösterebildiğiniz tepkiyle hak edebildiğiniz kadardır. Kim bilir belki de size dokunmayan yılan sizi o an fark etmemiştir. Her zaman o kadar şanslı olamayabilirsiniz…

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 26.12.2022
  • Süre : 5 dk
  • 1218 kez okundu

Google Ads