Site İçi Arama

hukuk

Hukuk Devletinden Uzaklaşmak

Parlamenter sistemlerde, seçimler sonucunda aldıkları oy oranı çerçevesinde yasama meclisini oluşturan partilerden biri ya da bir kaçı, meclis çoğunluğunu oluşturarak yürütme gücünü elde eder. Hukuk devletinin belki de çözmesi gereken en önemli sorun, hükümeti yani yürütmeyi oluşturan partilerin yasamada da güçlü konumda olmalarının denetlenebilmesi sorunudur.

Sevgili dostlar, bir önceki yazımda hukuk devletinin toplumsal gelişmenin belirli ve önemli bir aşamasını temsil ettiğinden bahsetmiştim. Gelişmiş toplumlardaki gayri şahsi ilişkilerin düzenlenmesi ve herkesin kendi davranış kalıplarının sınırlarını görebilmesi, ancak hukuk devleti ile mümkün hale gelmiştir. Ancak devlet yönetiminde eğer başta anayasa olmak üzere yazılı kurallara sadık kalınmazsa, kanunlar hukukun çerçevesi dışında şeklen vücut bulursa, böyle bir ülkede hukuk devletinden bahsetmek asla mümkün olmaz. Böyle bir ülkede toplumsal alandaki ilişkilerin bireylerin hak ve menfaatlerine zarar vermeyecek şekilde düzenlenmesi ya da sürdürülmesi oldukça zorlaşır. Çünkü kişisel kanaatler ve onların temelinde oluşan toplumsal algı, her zaman hukukun önüne geçebilir. İşte bu nedenle toplumsal gelişmenin bir aşaması olan hukuk devletinin ilke olarak, devleti yöneten mekanizmalar ve devletin bütün kadroları tarafından içselleştirilmiş ve kabul edilmiş olması bir zorunluluktur. Burada devletin yönetiminde söz sahibi olan üst düzey yöneticilerin kullandığı dilden, davranışlarına kadar her konuda çok dikkatli olması gerekir. Aksi halde, toplumsal gelişmenin ulaştığı düzey, dışarıdan bakıldığında çok farklı algılanabilir.

Hukuk Devletinin Genel Gerekleri Nelerdir?

Hukuk devletinin genel gerekleri dediğimizde, yasama, yürütme ve yargı organlarının her birinin ayrı ayrı yasalarla kendine tanınmış alanlarda hukuka uygun hareket etmesi gerektiğini anlarız. Bunları tek tek örneklerle açıklamak mümkündür. Yasama organı, anayasada belirtilen ilkeler doğrultusunda belirli süre için, seçimlerle belirlenir. Siyasal partiler, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Parlamenter sistemlerde, seçimler sonucunda aldıkları oy oranı çerçevesinde yasama meclisini oluşturan partilerden biri ya da bir kaçı, meclis çoğunluğunu oluşturarak yürütme gücünü elde eder. Hukuk devletinin belki de çözmesi gereken en önemli sorun, hükümeti yani yürütmeyi oluşturan partilerin yasamada da güçlü konumda olmalarının denetlenebilmesi sorunudur. Yani hukuk devleti anayasaya o ilkeyi koyduğunuzda gerçekleşmez. Sistemin tasarımından başlar. Öyle bir yapı öngörülmelidir ki, yürütme hiçbir zaman kendini sorgusuz sualsiz kanunlar çıkaracak, kimseye hesap vermeyecek güçte görmemelidir, görememelidir. Burada tasarım konusuna girerek konudan uzaklaşmaktansa bunu bir başka yazının konusu olarak bırakmayı daha uygun buluyorum. Dolayısıyla yasama meclisinde “kayıtsız şartsız millete ait olan egemenlik” açısından bu egemenliğin halkın oylarıyla seçilmiş vekiller eliyle kullanılması söz konusudur. Ancak daha önce de üzerinde durduğum gibi, yasama, yürütme ve yargı, halka ait olan egemenliği asla tek başlarına kullanamaz. Her aşamada egemenliğin kullanımında kamu yararı olması adına her bir kuvvet faaliyet alanında kendi içinden ve diğer kuvvetler tarafından denetlenir, dengelenir. Yasamayı oluşturan siyasal partiler çeşitli ilkeleri benimseyebilirler ve ilkeleriyle uyuşmayan görüşlerden, yaklaşımlardan, tavırlardan uzak durmayı tercih edebilirler. Buraya kadar sorun yoktur. Ancak hiçbir siyasal parti diğer bir partiyi yasadışı ilan edemez, herhangi bir suçla ilişkilendiremez. Çünkü bu ancak yasamanın kendi denetim mekanizmaları ve yargı yoluyla yapılabilecek bir denetimdir. Hatta yürütme adına hiçbir bakan çıkıp söylem ve tavır olarak böyle bir suçlamanın içerisine giremez. Burada sorun suçla ilişkilendirilen siyasi partinin masumiyeti sorunu değil, hukuk devleti olabilmek ya da olamamak sorunudur. Gerekli mekanizmalar hukuka uygun şekilde işler, suç unsuru oluşturan söylem ve eylemler karşılığını bulur ve sorun çözülür. Aksi halde anayasanın ya da yasaların var olmasının hiçbir önemi yoktur. Gücün kendisinde olduğuna inanan her makam sahibi, kanunları kendisine göre esnetebilir ya da tanımayabilir. Önemli olan, denetleyici mekanizmaların bu durum karşısında çaresiz kalıp kalmadığıdır. 

Yürütme, belki de hukuk devletinin var olabilmesi için en önemli erktir. Çünkü devleti yönetirken icrai kararlar alabilen bir yapıdır. Bu yapı içerisinde kimsenin bir siyasi parti temsilcisi olarak konuşma hakkı yoktur, olmamalıdır. Çünkü yürütme, bütün millet adına egemenliği kullanan unsurlardan biridir. Bu nedenle, sadece halkın belirli bir kesiminin oy verdiği bir siyasi partinin yürütme gücünü kullanırken çok dikkatli olması gerekir. Ancak bütün iktidarlar döneminde bu ayrım gözden kaçabilmekte ve hükümeti yöneten kişi, adeta parti sözcüsü gibi konuşabilmektedir. Oysa partisiyle ilgili konuların konuşulacağı yer ve ortam belirlidir. Aslında burada temelde bir anayasal yanlış yapılmaktadır. Eğer anayasada  “hukuk devleti” temel bir ilke olarak yer almışsa, vatandaşlık bağı ile ülkeye bağlı olan hiç kimsenin bu ilkenin gerektirdiği çerçevenin dışına çıkmaması/çıkamaması gerekir. Buraya kadar yazdıklarımdan “öyleyse hükümeti oluşturan siyasi partinin farkı ne?” sorusu çıkabilir. İşte bu noktada, siyasal partilerin kamu hizmetine ilişkin olarak kendi görüşüne uygun kamu politikalarını uygulamak dışında yürütme konusunda bir farklılığı olmaması gerektiğini belirtmekle yetiniyorum. Diğer bir ifadeyle yürütme gücünü elde eden siyasi parti, yasama faaliyetlerinde kendi görüşlerini savunabilir ancak, yürütme gücünü kullanırken kamu politikası boyutunun ötesine geçerse sadece hukuk devleti ilkesini ihlal etmekle kalmaz, ortaya kriminalize olmuş bir yapı çıkar. 

Yargı, hukuk devletinin gerektirdiği etkin denetim mekanizmaları açısından en önemli erktir. Amerikan yargısının en yüksek mahkemesi olan “Supreme Court”un duvarında “Hukukun bittiği yerde tiranlık başlar” yazısı yer almaktadır. Bu nedenle yargının bağımsız olabilmesi için, yürütmenin müdahale alanının dışında olması gerekir. Yürütmeyi temsil ediyor bile olsa, bir kişinin yargı organlarını belirleyebilme gücünün olması, hukuk devletinin daha baştan, tasarım olarak bittiğini ortaya koyan bir göstergedir. “Hâkimler vicdanlarıyla karar verir” ifadesi çok yanlış anlaşılmaktadır. Orada kastedilen, hâkimin kişisel vicdan duygusu olamaz ve olmamalıdır. Zira bu tamamen sübjektiftir. Kastedilen yalnız ve yalnız “kamu vicdanı” olabilir. Kamu yararı gözetmeyen her karar, kanuna uygun olsa bile hukuka aykırı olacaktır. Çünkü hukukun temeli kamu yararıdır. Bu nedenle de kamu yararını gözeten kamu vicdanı önemlidir. Yargının yürütmenin boyunduruğu altına girdiği bir sistem, demokratik olamayacağı gibi, hukuk devletiyle de uzaktan ve yakından ilgisi olamaz. Hâkim güvencesinin olmadığı bir ortamda, kamu yararını ve onu gözeten kamu vicdanını korumanın çok zor olacağını herkes çok iyi bilmelidir. Yani kararı yürütme tarafından beğenilmeyen hâkim jet hızıyla görev yeri değişikliğine tabi tutuluyorsa, burada hukuk devletinin en temel ilkesi, hâkim güvencesi çiğnenmiştir. Bundan sonra anayasada hukuk devletinin ilke olarak bulunuyor olması, en fazla birileri açısından anayasa suçu oluşmuş olduğunu gösterir. 

Devlet-Sivil Toplum İlişkilerinde Hukuk Devleti Neyi Gerektirir?

Buraya kadar devletin kendi iç işleyişinden bahsettik. Ama konunun belki de en önemli aşaması, devletin bütün organlarıyla vatandaşla olan ilişkilerinin hukuk çerçevesinde işleyip işlemediğidir. Burada bireysel kararlar yerine, örgütlü sivil toplumun devlet karşısındaki özerkliğini veri olarak almamız, konuyu anlamamız açısından daha faydalı olacaktır. Örgütlü sivil toplum, siyasetin ve onun belirleyici olduğu yürütmenin denetimi açısından en demokratik ve en etkili unsurlardan biridir. Bu nedenle, yürütme gücünü elinde bulunduran siyasal iktidarlar, sivil toplum örgütlerinin kendi politikalarını desteklemesini ister. Bazen bunu kendi sivil toplum örgütlerini oluşturarak da gerçekleştirir. Dernekler genellikle maddi olarak daha büyük sorunlar yaşayan örgütlenme biçimidir. Ama sendikalar açısından durum farklıdır. Üye aidatları kaynağından kesildiği için sendikalar mali olarak daha güçlü sivil toplum örgütleridir. 

Sivil toplum örgütleri, kendi alanlarında savundukları fikirlerle kamu politikasının oluşumunda adeta bir bileşke kuvvet rolü görürler ve kamu politikasının kamu yararı doğrultusunda oluşmasını sağlarlar. Ancak siyasal iktidar açısından bu durum, kendi politikalarının değişmesi anlamına gelmektedir. Bunu temin etmek adına, ya kendi ideolojisi doğrultusunda manipülatif sivil toplum örgütleri kurulmasını teşvik ederler, ya da kurulu olan örgütleri etik olmayan yollardan destekleyerek onlardan faydalanırlar. Sivil toplum örgütlenmesinde var olan serbestlik derecesi aynı zamanda toplumun demokratik hukuk devleti olma derecesinin de bir göstergesidir aslında. Eğer hukuk devleti ilkeleri örgütlenmede geçerli olmazsa, gücü elinde tutan her türlü etik dışı yola başvurarak farklı örgütlenmelerin önüne geçmeye çalışabilir. Örneğin bir hastaneye örgütlenme çalışması için gelen sendikaya karşı, “siz kimsiniz, kime hizmet ediyorsunuz” şeklinde bir söylemle onları kriminalize etme çabası, en hafif tabiriyle hukukun gaspıdır. Herhangi bir yargı kararı yokken, kanunlardan kaynaklanan haklarını kullanan insanlara bile tahammül edemeyen bir zihniyetten demokratik bir hukuk devleti çıkarmak mümkün değildir. Örgütlenmenin önündeki her engel, bunu yasaklayanın hangi kamu yararı açısından bunu yaptığını açıklayamadığı sürece, hukuk devletin uzaklaşmanın bir adımı olarak görülmelidir. Hukuk devletinde kanunlar, bütün sivil toplum örgütlerine eşit uygulanır. “Kraldan çok kralcı” olan birilerinin çıkıp, örgütlenme çabasını baltalaması, vatanseverlik ya da mesleğine bağlılık gibi değerleri kullanarak meşrulaştırılmamalıdır. Devlet tüzel kişilikler karşısında onların savunduğu fikirlere bakarak hukuki bir tavır alamaz. Bu durum, açıkça hukuk devletinin yok sayılmasıdır. 

Sonuç

Görüldüğü gibi yaşamın her alanında hepimizin hukuka ve adalete ihtiyacı var. Hangi erk olursa olsun, her işlem ve eyleminin temelini kamu yararının oluşturduğunun bilincinde olmalıdır. Aksi halde her gücü ele geçirdiğine inanan, farklı şeyleri savunup bunlardan çıkar elde etmeye çalışabilir. Bu durum mikro ve makro düzey içi de geçerlidir. Örneğin hükümete yakın olan bir sendika, üye aidatlarının belirlenmesinde cömert davranan bir hükümete karşı, kendi üyelerinin hak etmediği kadrolara atanmasını sağlayabilir ve üyelerinin hakları konusunda hükümetin dayatmalarına boyun eğmek durumunda kalabilir. Bu genellikle sendika yöneticilerinin kazançlı, üyelerin çoğunun zararlı çıktığı bir denklemdir. Ya da makro düzeyde iktidar, kurumları siyasal nüfuz ve rant için kullanabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz; Tiranlığın başlamaması için hukukun bitmemesi gerekir. Hukukun bitmemesi için de, bütün bir sistemin hukuk temelinde oluşturulması gerekir. Eğer biz kamu isek, kamu yararının olup olmaması hepimizi yakından ilgilendirir. Hukuk devletinden uzaklaştıkça geri dönmek her adımda daha da zorlaşır. 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 20.11.2022
  • Süre : 5 dk
  • 1045 kez okundu

Google Ads