Hukuk İnkılabı Hakkında Uydurulan Yalanlar Neler?
Uğur Mumcu'nun deyimiyle, “Türk vatandaşı; İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemelerine göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve sadece İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
“Türk vatandaşı; İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemelerine göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve sadece İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
Muhtemelen bu sözü daha önce duymuşsunuzdur.
Bu söz, merhum Uğur Mumcu’nun bir televizyon programındaki ifadesidir. Her ne kadar sözün ona ait olduğu söylense de bahse konu televizyon konuşmasında kendisinin de belirttiği gibi bu doğru değildir. Bu sözü, ismini vermediği bir mizah dergisinden alıntılamıştır.
Aslında bu sözün kime ait olduğunun bir önemi yoktur. Çünkü benzer anlama gelen ifadeler, Cumhuriyet rejimi ile herhangi bir sebeple sorunu olan veya olduğuna inandırılan binlerce insan tarafından da gerek sokakta gerekse sosyal medyada tekrarlanmaktadır. Hal böyle olunca, okuma alışkanlığı olmayan ve kamuya açık şekilde söylenen şeylerin doğru olduğu ön kabulü ile hareket eden milyonlarca insan, bu tür iddialara inanmaktadır.
Aslında sadece çıplak anlamı ile yetinilse belki bu ifadede pek bir sorun yok denilebilir. Ama bu cümle ile Cumhuriyet rejiminin Osmanlı Devleti dönemindeki şeriata göre yapılmış olan kanunları kaldırarak yerlerine Avrupalıların/Hristiyanların kanunlarını aldığı ima edilmekte ve bu konu üzerinden Atatürk ve Millî Mücadele’yi beraber yürüttüğü arkadaşları ile demokratik cumhuriyet anlayışına ve laikliğe karşı bir düşmanlık temeli oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Oluşturulmaya çalışılan bu temel tamamen çürüktür.
Çünkü bu maksatla kullanılan argümanlar ve iddialar kesinlikle doğru değildir.
Bu iddiaların neden doğru olmadığını aşağıda açıklamaya çalışacağım. Ama en sonda söyleyeceğim şeyi daha en başta söyleyeyim. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan hukuk inkılabıyla şeriat kanunları kaldırılıp yerine yabancı ülkelerden alınan kanunlar konulmamıştır. Çünkü kaldırılan kanunların tamamına yakını da şeriat kanunları değildir. Osmanlı’nın son döneminde Avrupa ülkelerinden alınan kanunlardır.
Aslında Osmanlı kanunları, kurulduğu günden beri de tamamen şeriata uygun olarak yapılmış kanunlar değildir. Çünkü diğer Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlıda da şeriat kanunları hiçbir zaman ülkeye tamamen hâkim olamamıştır. Bunun kökenleri 9. Yüzyıla kadar uzanmaktadır.
Türkler Müslüman olmadan önce İslamiyet, gerek kamu hayatını gerekse kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen ve dini temellere dayanan tek bir kanun tanıyordu. O da Şeriat’tı. Bir Müslüman hükümdar ister halife olsun ister sadece sultan olsun kanun koyucu sıfatını takınamazdı.
Şeriat kanunları yapılırken, Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas diye dört kaynaktan yararlanılıyordu. Kuran, peygamberimizin ölümünden sonra yeni ayetler inmediği için belli hususlardan bahsediyordu ve yeni durumlara yeni çözümler getirme imkânı yoktu. Sünnet de Peygamberimizin ölümüyle artık yeni esaslar getiremeyen bir kaynaktı. Bu sebeple Kuran’da ve sünnette bulunamayan bir hukuki durum için İcma’ya, orada da yoksa kıyasa başvuruluyordu.
İcma, İslam hukukuna göre, herhangi bir dönemde yaşamış İslam bilgini ve müçtehitlerin Kuran, sünnet ve bazı mezheplere göre kıyasın delillerine dayanarak şeriatın çeşitli konuları hakkında hükümler vermesi durumudur. Fakat 9. Yüzyılın sonlarına doğru büyük İslam uleması, içtihat kapısının kapandığını ilan etti. Böylece, peygamberimizin ölümünden sonra şeriat kanunlarının gelişmesini mümkün kılan tek kapı kapanmış oldu.
Bu durum, yeni ortaya çıkan gelişmeler için yeni hukuk kaideleri konulmasını zorlaştırdı ve hatta imkânsız hale getirdi. Hal böyle olunca, İslam ülkelerinde, kanunların yetersizliğinden dolayı bir kargaşa ortamı ortaya çıkmaya başladı. Bu sorunu çözen Türkler oldu. Çünkü Türkler, tam da bu dönemde kitlesel olarak Müslüman olmaya başladılar ve kısa süre sonra ilk Müslüman Türk devletleri kurulmaya başlandı.
Türkler, tarihin en eski dönemlerinden beri gelişmiş bir hukuk geleneğine sahiplerdi. Buna “Töre” diyorlardı. Töre, toplum tarafından genel kabul görmüş örf, adet ve geleneklerden oluşuyordu. Tahta geçen her hükümdar, yaşadığı dönemin şartlarına göre töreyi düzenler ve kendi katkılarını da ekleyerek yürürlüğe koyardı.
Bu durum Mete’den (muhtemelen çok daha önceden) beri bu şekilde gerçekleşiyordu. Örneğin Bilge Kağan, Orhun Yazıtlarında “Töreyi yeniden kuruverdim.” demektedir. Türkler, Müslüman olduktan sonra da bu kanunlardan, yani töreden vazgeçmediler. Şeriatı kabul etmekle beraber mevcut şeriat yasalarının kapsamına girmeyen ve hakkında bir hüküm bulunmayan hususlarda töreyi uygulamaya devam ettiler.
Şeriat haricinde kalan bu yasalar (yani töre), zamanla hükümdarların yayınladığı fermanlar ve koyduğu kurallarla daha da gelişti. Böylece, Türk-İslam devletlerinde şeriat haricinde zengin bir hukuk külliyatı oluştu. Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde eski İran devlet geleneğinin de etkisiyle şeriat dışı hukuk uygulamalarında yeni bir sentez ortaya çıktı. Buna, örf veya örfi hukuk denildi.
Daha sonra Anadolu Selçuklu Devleti, Timurlular Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu da bu geleneği sürdürdü. Bu devletler, kendilerinden önceki Türk-İslam devletlerinin kanunlarını kullanmakla kalmayıp yeni temas ettikleri veya ortadan kaldırdıkları Müslüman ve gayrimüslim devletlerinin bazı kanunlarını da alarak kullandılar.
Osmanlı İmparatorluğu bu hususta en büyük gelişmeyi sağlayan devlet oldu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, bu geleneği kurulduğu ilk günden itibaren takip etti. Böylece Şeriat’ı çok aşan bir hukuk düzeni geliştirdi. Buna imkân veren prensip, diğer Türk devletlerindeki gibi töre/örf, yani hükümdarın kendi iradesine dayanarak Şeriat kapsamına girmeyen konularda kanun koyma yetkisi olmasıydı. Bu durum, İslam dünyası için yeni bir şeydi. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, şeriata göre hiçbir hukuk oluşturma yetkisi bulunmayan devlet başkanına bu yetkiyi veriyordu.
Bu durum, bu gün bazılarının sürekli tekrarladığı gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda şeriat hukukunun hâkim olduğu iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu, sadece kendi örf/töre/geleneklerinde olan kurallar ve padişah fermanlarını kanun olarak kabul etmekle kalmamış, temasa geçtiği birçok Hristiyan devletinin kanunlarını da kendisine kanun olarak almıştır.
Mesela, Osmanlı toprak sistemi ve vergi kanunları Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu kanunları ile neredeyse aynıdır. Osmanlı bununla da yetinmemiş, Balkanlara ilerledikçe ortadan kaldırdığı Hristiyan devletlerin bazı kanunlarını da hiç değiştirmeden kendi kanunları arasına katmıştır.
Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu, Slav kökenli toplumlar ile temasa geçip Sırbistan gibi devletleri ortadan kaldırınca, Slavların yaşadığı bölgelerde uygulanmak üzere Sırp devletinin bazı kanunlarını değiştirmeden kabul etmiştir. Bu tür kanunlar genellikle devlet yönetimi, idari teşkilat ve vergi hukuku ile ilgili kanunlardır.
Bunun yanında devlet, görünürde Şeriata aykırı kabul edilebilecek bazı kanunlar da çıkarmıştır. Mesele Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı aldıktan sonra burada yetiştirilen üzümlerden üretilen ve Avrupa’ya ihraç edildiğinden büyük bir gelir sağlayan şaraptan vergi almıştır.
Şarap İslam dinine göre haramdır ve haramdan vergi alınamayacağı için şaraptan da vergi alınmaması gerekir. Ama şeyhülislamın da onayı ile bu vergi alınmıştır. Öte yandan, bu gün bile büyük bir tartışmaya sebep olan ve güncel siyasi literatüre “Nas var naaaas!” söylemleri ile giren faiz konusunda da Osmanlı’da şeriata aykırı görünen bazı uygulamalar bulunmaktadır.
Malum Osmanlı İmparatorluğu’nda çok sayıda vakıf kurulmuştur. İnsanlar vakıfları, belli bir amaç için vakfedilen malları (bina, arazi vb.) işleten kurumlar olarak bilirler. Ama Osmanlı’da, daha Fatih döneminden itibaren Para Vakıfları kurulduğu resmî belgelerle ortadadır. Yani bu vakıflara vakfedilen şey, mal değil paradır. Bu para ise faizle borç verme şeklinde işletilmiştir.
Daha çok öksüz ve yetimlerin ailelerinden kalan paraların işletildiği bu vakıflar, zaman zaman tartışma konusu olmuş fakat Ebusuud gibi oldukça mutaassıp bir şeyhülislam bile para vakıflarının şeriata aykırı olmadığını, yani caiz olduğunu bir fetva ile belirtmiştir. Ebusuud, bu kararına uygulamada kamu yararı bulunmasını dayanak olarak göstermiştir. Çünkü bu para sayesinde, öksüz ve yetim çocuklar hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Elbette buna karşı çıkanlar da olmuş ancak devlet para vakıflarını (bir nevi banka, hatta yüksek faiz oranlarına bakılırsa adeta tefecilik konumunda olan bu kurumları) kanunla yasallaştırmıştır. Yani Osmanlıda kanun yapmakta, devletin ve halkın (yani kamunun) yararı esas alınmaktadır. Bunlar şeriata uygun görünmüyorsa, bir nevi hilei şeriye ile uygun hale getirilmektedir.
Osmanlı’da bu tür kanunlar (örfi hukuk) o kadar genişlemiştir ki şeriat kanunları hemen hemen medeni hukuk alanıyla sınırlı hale gelmiştir. Bu konudaki en büyük gelişmeler Fatih döneminde yaşanmıştır. Fatih, Osman Bey’den itibaren yayınlanan ferman ve emirleri bir araya toplatarak düzenletmiş ve kendi kanunları olarak yayınlatmıştır. Hukuk külliyatının toplanması ve kodifikasyonuna ondan sonra da devam edilmiş, örneğin Kanuni döneminde büyük bir kodifikasyon çalışması yapılmıştır.
Tüm bunlardan anlaşıldığı gibi Osmanlı İmparatorluğu, hiçbir zaman sadece şeriat kanunları ile yönetilen bir devlet olmamıştır. Ama 18. Yüzyıldan itibaren, Osmanlı hukuk sistemi, örfi hukuku aşan ve Şeri hukuku çok dar bir alanla sınırlandıran yeni bir köklü değişim ve dönüşüm içine girmiştir.
Bu dönemde, gelişmiş Avrupa devletlerinin kanunları ve hukuk sistemleri Osmanlı hukuk sistemine ithal edilmeye başlanmış ve böylece Cumhuriyet döneminde kurulan hukuk sistemine varan süreç ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’nın askeri alanlarda başarısız olmaya başlaması bunun en temel sebebidir. Askeri alanda sürekli yenilgiler almaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu, bu kötü gidişi durdurmak için Avrupa’da temasa geçtiği modern Batı ordularını taklit ederek bazı yeniliklere başlamıştır. Bu kapsamda yabancı askeri uzmanlardan yararlanılması; yeni okullar açılması ve yeni askeri birlikler kurulması ile sonuçlanmıştır.
Batı tarzında açılan bu okulların kanun ve yönetmelikleri Batı’dan (Fransa’dan) alınmıştır. Böylece Osmanlı’da modernleşme, devlet ve toplum yapısında olduğu gibi hukuk alanında da ilk önce orduda başlamıştır. Örneğin Askeri Ceza Kanunu önce Fransa’dan, 1882’de Prusyalı askeri danışmanların ülkeye gelmesi sonrasında da Prusya (Almanya)’dan tercüme edilmiştir.
2. Mahmut döneminde bu süreç hızlanmış ordu dışındaki alanlara da yayılmıştır. Bu kapsamda, devletin idari yapısı değiştirilmiş, eyalet sisteminden vilayet sistemine geçilmiştir. Bu yeni yapı için Fransız idari hukuku Türkçe’ye tercüme edilerek kullanılmıştır.
Tanzimat döneminde, Batılı devletlerden tercüme edilerek kullanılan hukuk metinlerinin sayısı iyice artmıştır. Bunun sonucunda, devletin işleyişi ile ilgili hukuk metinlerinin tamamına yakını Batılı devletlerden tercüme edilip uyarlanan metinler haline gelmiştir.
Bu durum o kadar ileri gitmiştir ki Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk anayasası olan ve Abdülhamit ile Mithat Paşa arasındaki görüşmeler sonucunda yazılan Kanun-ı Esasi bile Fransız ve Belçika anayasaları esas alınarak yapılmıştır. Mondros Mütarekesi imzalanıp Osmanlının sonu göründüğünde, bu anayasa İttihatçılar tarafından yapılan bazı değişikliklerle hala yürürlüktedir. Bizim ilk yerli ve milli anayasamız, 1921 anayasasıdır.
Osmanlı’nın son dönemindeki Osmanlı ceza kanunu da Fransız ceza kanununun tercümesinden ibarettir. Ceza muhakemeleri kanunu ve idare kanunu da öyledir. Bir tek medeni kanun, yani Mecelle, Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1868-1876 tarihleri arasında yerli olarak hazırlanmıştır. Hazırlanması 8-9 yıl süren bu kanun şeriat ve örfe göre hazırlanmakla beraber yöntem olarak Batı hukuk metodolojisine göre yazılmıştır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım tüm hususlardan da anlaşıldığı gibi, Cumhuriyet döneminde yapılan hukuk İnkilapları, İslam hukukuna göre hazırlanmış hukuk metinleri kaldırılarak yerlerine Avrupa’nın çeşitli devletlerinden alınma hukuk metinlerinin kullanıma sokulduğu bir süreç değildir. Bunu söyleyenler yalan söylemektedir. Çünkü hukuk inkılabı ile kaldırılan kanunların da tamamına yakını Batı’dan, ağırlıklı olarak da Fransa’dan alınmış kanunlardır.
Peki ama Cumhuriyet kurulduktan sonra, oldukça eski dönemde yapılmış olan Fransız ceza kanununu kaldırıp yerine daha yeni olan İtalyan ceza kanununun uyarlamasını veya eski Fransız ceza muhakemeleri usulü kanununu kaldırarak yerine daha yakın zamanda yapılmış olan Alman ceza muhakemeleri kanununu koymaya karşı bu bitmeyen tepkinin sebebi nedir?
Fransız hayranlığı mıdır, İtalyan düşmanlığı mıdır?
Yoksa bu arkadaşlar Almanlardan mı pek hoşlanmamaktadır?
Ya da bunlardan haberi olmayan geniş kitleleri yalanlarla kandırarak bundan siyasi veya örgütsel bir rant mı elde etmeye çalışmaktadırlar?
Bilemem.
Ama bildiğim bir şey varsa ileri sürdükleri iddiaların doğru olmadığıdır.
“Türk vatandaşı; İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemelerine göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve sadece İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” diyerek Cumhuriyet devrimleri ile eski İslami hukuk düzeninin kaldırılarak yerine Hristiyanların hukuk düzeninin alındığını ima ve iddia etmek tamamen yalan ve palavradan ibarettir.
Çünkü, iptal edilen kanunlar zamanında da Türk/Osmanlı vatandaşı Batı’dan alınan kanunlarla idare edilmektedir. Aslında değişen pek fazla bir şey yoktur. Sadece, 100 yıldan uzun bir süredir devam eden hukukta modernleşme ve laikleşme çabaları kesin bir sonuca ulaştırılmıştır.