Yeni Çağın Sosyal Devleti
Tiyatro ve film sanatçısı Haluk Bilginer “Bana kalırsa insanlar sadece öğlene kadar çalışmalı. Öğleden sonra da dere kenarına gidip, resim yapmalı, felsefe yapmalı, tartışmalı. İnsanlık ancak böyle gelişir.
Tiyatro ve film sanatçısı Haluk Bilginer “Bana kalırsa insanlar sadece öğlene kadar çalışmalı. Öğleden sonra da dere kenarına gidip, resim yapmalı, felsefe yapmalı, tartışmalı. İnsanlık ancak böyle gelişir. İnsan 70 sene bir ev almak için çalışır mı kardeşim…“ demiş. İlk bakışta öylesine bir söylem diye düşündüm ancak güncel gelişen olaylarla ilişki kurduğumda söylediklerinden farklı bir anlam çıkardım. Aslında Bilginer günümüz insanının tıkanmışlığı ve tükenmişliğini birkaç cümlede özetlemiş. Sistemin insanları nasıl modern köleler haline getirdiğine parmak basmış. Yazımızın konusu da bu olacak, kapitalist düzende, her şeyin olduğu bir dünyada insanlar niye umutsuz ve mutsuz?
20 yüzyılın başlarında giderek yayılan sanayileşmenin ve artan kitlesel üretimin günlük yaşamlarına getirdiği değişiklikleri deneyimleyen herkes gelecek için umut doluydu. Ancak yüzyılın başında yaşanan ilk büyük savaşın devamında yaşanan büyük ekonomik krizi ikinci büyük savaş takip etti. İlk 50 yılın getirdiği savaş, şiddet, acı, ölüm ve yoksulluktu. İkinci yarıda, 50’li ve 60’lı yıllarda devasa savaş makinelerini besleyen sanayi hat değiştirip insan ihtiyaçlarına yönelik kitlesel üretime yöneldiğinde özellikle Batıda refah toplumunun işaretleri görülmeye başlamıştı. Ancak 70’li yıllarda dünya bu kez de petrol ve enerji krizi ile karşı karşıya kaldı. Diğer taraftan dönemin iki kutuplu dünyasında ekonomik krizlere koşut bölgesel savaşlar da hiç eksik olmadı. Sebebi ne olursa olsun her çatışmanın altında birtakım ekonomik gerekçeler yatmaktaydı. 80’li yıllarda kutupların temsil ettiği sistemler birbirini yokladı. Kapitalizmi Batı dünyası, teorisi ile pratiği arasında izahı zor farklılıklara sahip sosyalizmi ise Doğu bloku temsil ediyordu. 90’lı yıllar kapitalist Batının mutlak zaferini ilan ettiği küreselleşmenin başlangıç yıllarıydı. Özellikle iletişim ve ulaştırma teknolojilerinde yaşanan gelişmeler klasik deyimiyle dünyayı küçük bir köye dönüştürmeye başlamıştı. 21 yüzyılın refah ve özgürlükler yüzyılı olması kaçınılmaz görünüyordu. Ancak yıl 2021 ve beklenen bir türlü gerçekleşmiyor.
Bu özeti yapmamızdaki maksat zamanın ruhunu anlamamıza yardımcı olmanın yanısıra gelecekte de insanoğlunu rahat koşulların beklemediğini hatırlatmaktır. Peki bozuk olan ne? İnsanın kendisi mi, ekonomik sistemler mi, ideolojiler mi, hukuk mu, devletler mi, şirketler mi? Şu anda adil bir dünyada yaşadığını kim iddia edebilir? Analizimizin ilk boyutu ekonomik sistem yani kapitalizm ve onun piyasa uygulaması olan liberalizm üzerine olacak. Nedir kapitalizmin öngörüsü? Hak ve özgürlükler temelinde bireylerin teşebbüs hürriyetinin önünün açılarak, serbest piyasadaki pastadan yetenekleri ve katkıları ölçüsünde pay almasını sağlamak. Bu şekilde ilerlemenin ve gelişmenin önü açılacak , yığınsal üretime geçilecek, devletlerin gümrük duvarları kalkacak, mal ve hizmetler sınırsızca tüm dünyanın kullanıma açılacaktı. Piyasa koşullarını sağlamak için de devletin ekonomi ve finans sistemleri üzerindeki etkisi sıfırlanacaktı. Bozulmalarda ve dengesizliklerde serbest dinamikleri olan piyasalar “görünmez bir el” yardımıyla kendi kendisini düzeltecekti. Teorik olarak oldukça basit, anlaşılır ve uygulanabilir. Sosyolojik temellerini sosyal Darwinizmin oluşturduğu teşvik edici, seçici, çalışana, yetenekli olana hakkını veren bir sistem. Kapitalist sistemin başlangıçta, 18. ve 19. yüzyılda yaşadığı ekonomik krizleri durumsal olarak değerlendirebiliriz. Kıt kaynaklardan, kitleselleşmemiş üretimden, otomasyon ve uzmanlık eksikliğinden bahsedebiliriz ancak 1929 yılında yaşanan büyük ekonomik bunalımın sebepleri bugün bile tartışılmaktadır. İç içe geçmiş ve sarmal durumdaki üretim, tüketim, finans, işgücü ve piyasa ilişkileri birbiri ardına bozulmuştu. Elbette sonuçları insanlar için acı vericiydi. Hani görünmez el devreye girecek ve sistemi yeniden işler hale getirecekti? Oysa milyonlarca insan bir anda yoksulluğun pençesine düşmüştü. İflaslar ve intiharlar o günlerin en olağan ve kanıksanmış haberleriydi. Kapitalizmin ilk sınavı başarısızdı. Sonuç yeni bir savaş oldu. İkinci savaştan sonra kapitalizm hak ve özgürlükler ile takviye edildi. Kazananların bir bölümü ise sistemi tamamen reddederek adeta kendi içine kapandı. 1950-1990 arasında dünya ideolojik ve ekonomik olarak iki ayrı kutba ayrılmıştı. Kutupların arasındaki ilişki de yeni bir savaşın riskini taşıyordu ve dostane değildi. Gergin yıllar yaşandı. Kapitalizmin temsilcileri olan ABD ve Batı dünyası bu dönemde yaşanan ekonomik ve politik krizlere rağmen hür düşünce ve serbest piyasa ile desteklenen üretim güçlerini rekabet avantajına çevirdi.
Batı dünyası kapitalizmin pırıltılı modeli olmuştu. Modern şehirler, evler, arabalar, uçaklar, kültürel gelişim, teknoloji, uzay çalışmaları ve eğitilmiş toplum adeta Batının zaferini ilan ediyordu. 1990’dan sonra dünyanın en ücra köşelerinde bile küreselleşmenin etkilerini görmek mümkündür. Ulaşım imkanlarının gelişmesiyle mal ve hizmetler dünyanın her yerine ulaştırılabilmektedir. Otomasyon sayesinde üretim hacimleri görülmemiş boyutlara ulaşmıştır.
Ancak günümüz insanı yine de istenilen refah seviyesine ulaşamamıştır. Dünyanın değişik bölgelerinde halen açlık çekenler vardır. Sağlık ve eğitim hizmetlerinden yeterince yararlanamayan milyarlarca insan vardır. Barınma sorunları mevcuttur. Savaş koşulları altında yaşayanlar azımsanmayacak sayıdadır. Göç hareketlerine sıklıkla rastlanmaktadır. Peki neden? Onlarca sebep sayılabilir ancak kök sebebin tespiti önemlidir. Sistem açısından değerlendirdiğimizde görünmeyen elin düzeni sağlayacağını beklemenin yeterli olmayacağını yukarda bahsettiğimiz tarihsel süreçten anlayabiliyoruz. Kapitalizm inişli çıkışlı bir rota izlemektedir. Kendi içerisinde ayrımcılık üretmektedir. Sıklıkla krizlerle karşılaşmaktadır. Elbette dünyanın bütününde kapitalist sistemin olmazsa olmazları olan hukuk güvenliği, hak ve özgürlükler, demokrasi ve hür teşebbüs gibi unsurların bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Devletler arasında hatta kıtalar arasında farklı uygulamalar mevcuttur. İşte ikinci boyutta devletler var. Kapitalist sistemin en büyük sermayedarı olan devletlerin müdahaleleri sistemin istediği koşulların oluşmasına en büyük engeli teşkil etmektedir. İyi mi kötü mü henüz anlaşılamıyor ama özellikle pandemi döneminde devletlerin müdahalecilik ve koruyuculuk yaklaşımı daha da artmıştır.
Bu durumda önerimiz ne olacaktır? Devletler sorumluluk üstlenmelidir. Devletler en keskin toplumlararası kompartımanı oluşturmaktadır. En kurumsallaşmış yapılardır. Birer anonim şirket de değildir. Düzenleyici gücüne koşut sosyal sorumlulukları da vardır.
Her bir devletin kendi toplumunun refahı ve huzuru için ister Anayasalarında belirtilmiş ister belirtilmemiş olsun artık her biri birer evrensel değer olan aşağıda hususların uygulamaya sokması gerekmektedir.
Seçimle gelen seçimle giden iktidarlar
Kuvvetler ayrılığının istisnasız uygulandığı bir kurumsallaşma
Hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik
Kamunun faaliyetlerinin şeffaf ve denetlenebilir hale getirilmesi
Ücretsiz koruyucu sağlık ve temel eğitim hizmeti
Kamu eliyle yapılan yolsuzlukların önlenmesi
Sermaye hareketlerinin serbestçe yapılabileceği ekonomik ortamın sağlanması
Vergi güvenliği, kazanca uygun vergilendirme
Gelir dağılımında adalet
Çevre tahribatına ve iklim değişikliğine karşı duyarlılık
Mülkiyet hakkının korunması ve teminat altına alınması
Gıda güvenliğinin ve ucuz gıdaya erişimin sağlanması
Kentlerin yaşanabilir hale getirilmesi
Toplu taşıma ve kesintisiz internet hizmetinin minimum maliyetle sağlanması
Sendikalaşma ve örgütlenme hakkının korunması
Medya üzerindeki tekelleşmenin engellenmesi, haberleşme hürriyetinin sağlanması
Engellilerin ve toplumun mağdur kesimlerinin korunması
Kadınlar için fırsat eşitliği
Yukarıda saydığımız maddelerin her biri sosyal demokrat bir partinin programında olan ve olması gereken hususlardır ve toplumların haklı talepleridir. Her madde sosyal demokrasinin manifestosunun başlıklarıdır. Zannımca devletler ve toplumlar ortak bir yerde uzlaşmalı siyaset artık bu doğrular üzerinden yapılmalıdır. O ortak yer “insan”dır. Üreten, kendini geliştiren, okuyan, resim yapan, felsefe konuşan insan. Ötesi Bilginer’in dediği gibi bir ev alabilmek için 70 yıl çalışmaktır.