Site İçi Arama

kultur-sanat

Kaş’tan Demre’ye (Bu Sadece Bir Gezi Yazısı Değildir)

Kıyılarla ilgili acil önlem alınmazsa, ülkemiz bütün güzelliklerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Burada öncelikle merkezi yönetimin sit alanları konusunda çok daha katı bir tutum izlemesi, yerel yönetimlerle işbirliği içerisinde tabiatın korunmasına öncelik vermesi gerekmektedir. İmar izni olmadığı halde turizm teşviklerinden yararlanarak kıyıları betonlaştıran zihniyet, bu ülkeye ihanettir.

Sevgili dostlar seçim sürecinde ülke gündemi, ülkesinin adına kaygı taşıyan herkesi çok yordu. Ben de bunlardan birisi olarak, biraz olsun siyasi gündemden uzaklaşmak ve doğada üç gün yaşamak için “Tarihi Likya Yolu”nun bir bölümünü yürümek amacıyla Kaş’a gittim. Likya, MÖ. 15. Yüzyılda kurulmuş ve yaklaşık 2000 yıl varlığını sürdürmüş bir uygarlıktır. Likya Yolu, Fethiye’den başlayan ve Antalya’ya kadar uzanan patikaların birleştirilmesi ve işaretlenmesi ile oluşturulmuş bir yürüyüş rotasıdır. Rota, Likya uygarlığının yerleşim merkezlerinden geçen ve Likya kentlerini birbirine bağlayan, 500 km.’den fazla uzunluğa sahip bir güzergâhtır. Daha önce Kaş’a kadar olan bölümünü yürüme mutluluğuna eriştiğim bu rota için bu defa belirlediğimiz güzergâh, Kaş’tan Demre’ye kadar olan bölümden oluşuyordu. Ancak ülkesini seven ve kendince çözüm üretme ihtiyacı hisseden herkes gibi, ben de bu yürüyüşte kafamda oluşan sorulara cevaplar aradım. Harika bir doğa parçasının güzelliğini ne kadar yaşasak da görüp üzüldüğümüz, ya da “daha iyi olamaz mıydı” diye sormaktan kendimizi alamadığımız anlar oldu. Bu nedenle bu yazımda güncel politikadan ziyade, uzun dönemde uygulanan politikaların yanlışlarından ve gelecekte üretilmesi mümkün politikalardan bahsetmek uygun olur diye düşündüm. Bunun yanında geziye ilişkin izlenimleri de paylaşmak istedim.

Yürüyüşümüz Kaş’ın içinden başladı. Zaten zor olan bu rotayı kamp yükümüzle yürümek ise yürüyüşün daha zorlu olmasına neden oluyordu. Normalde en çok Mayıs ayı başına kadar yürünen rotayı Haziran sıcağında yürümek, başlı başına yürüyüşü bir mücadeleye dönüştürüyordu. Ama yürüyüşü bir grupla değil, iki arkadaş olarak yapmanın özgürlüğü, bütün zorluklardan ağır basıyordu. Daha önceki kamp yüküyle yürüyüşlerimden edindiğim tecrübeyle yüklerimi azaltmış olsam da mesafeler uzadıkça, ağırlık artıyordu. İşte bu koşullarla güneşli bir Kaş sabahında yürüyüşe başladık. Çarşının içerisinden hafifçe yükselerek ilerleyen yolun iki tarafındaki begonvil çiçekli bahçelerin denizle birlikte oluşturduğu bir görsel şölen, yürüyüşün ilk anından itibaren yaşanacak güzelliklerin müjdecisi gibiydi. 

Likya Yolu dünyaca bilinen bir rota olduğu halde, yolun büyük yerleşim merkezlerinde sık sık özel mülkler nedeniyle kesintiye uğraması sıkça rastlanan bir durumdur. Bunun iki sonucu vardır. Yürüyüşçüler kırmızı beyaz renklerle yer yer işaretlenmiş olan rotadan çıkabilmekte ve temizlik sorunu olan bir rota oluşmaktadır. Her yerde inşaat artıklarının yanında, düzensiz ve izinsiz imar sorunu da dünyaca ünlü bir yürüyüş rotasına yakışmamaktadır. Bu düşüncelerle yoldan çıkıp, Kaş’ın hemen güneydoğusundaki yamaçlardan Limanağzı’na doğru ilerlerken, kaya mezarlarının yanından geçip muhteşem bir koy manzarasını seyre daldık. Az sonra ikimiz de aynı anda “hadi yüzelim” deyip kıyıya indik. Kıyıya yakın demirlemiş yatlardan biraz uzakta harika denizin tadını çıkardıktan sonra, sanki yürüyüşe yeni başlıyormuş gibi zinde bir şekilde yola koyulduk. Limanağzı olarak anılan yerin karayoluyla bağlantısı olmamakla birlikte, bir işletme tarafından bungalov tipi evlerle tatil köyüne dönüştürülmüş olduğunu da ifade etmekte fayda var. Bu tatil köyünde üç gün kalabilmek için gereken parayı tartışarak, yükselen arazinin ritmine kendimizi uydurduk ve sırtı aşıp kayalık bir yamaçta yolumuza devam ettik. 

Denizin berraklığı ve kıyıların insanlardan uzakta oluşuna ara sıra eşlik eden kuş sesleri, insana yaşama amacını sorgulatıyordu. Bu düşüncelerle yine karayolu ulaşımı olmayan Çoban Koyu’na geldik. Buraya genellikle kiralık tur tekneleri geliyordu. Kıyıda biriken atıklar, bir insanın kendi vatanına böylesi bir kötülüğü nasıl yapabildiği sorusunu aklıma getirdi. Sonra karaya adeta uzun bir bıçak gibi sokulmuş bu muhteşem koyu arkamızda bıraktık ve zorlu bir yolculuğun ardından Ufakdere Koyu’na (Yol gösteren levhalarda Fakdere olarak geçiyor) ulaştık. Burada da aynı manzara bizi bekliyordu; eşsiz bir doğa ve çöp yığınları. Bunun yanında ticari olarak işletilen iki üç yapı koyun biraz yukarısında yerini almıştı. Diğer koylardan farklı olarak buraya karayolu ulaşımı mevcuttu. 

Ufakdere Koyu’nda biraz dinlendikten sonra, bir müddet dik olarak çıkan toprak yoldan yürüdük. Artık yürüyüşün yorgunluğu, sıcakla birlikte artarak kendini hissettiriyordu. Yoldan sonra sert sayılabilecek bir araziye girip yolumuza sağımızdaki güzel manzarayı seyrederek devam ettik. İlk günün son noktası olan Üzümcü Koyu’na geldiğimizde bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Kenarda küçük iki katlı beton bir yapı ve etrafında bahçesi olan evin verandasında oturan bir kişi, sorgulama imkânımız olmadığını bilerek, tapu numarası ile Koy’un kendi özel mülkü olduğunu ve çadır kurmak için 100 TL vermemiz gerektiğini söylüyordu. Aklıma Kıyı Kanunun 5. Maddesinde yer alan “Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” ifadeleri geldi. Yerel yönetimlerin kâr hırsı, merkezi idarenin umursamazlığı ve insanların boyun eğen kabullenişi, ülkenin kıyılarında sessiz bir işgalin açıktan açığa büyümeye başladığını gösteriyordu. Elbette burada da karayolu bağlantısı vardı ve atıklar, bu güzel doğa parçasının görüntüsüne ihanet ediyordu. Her şeye rağmen, günü yorgunluğu ve saatin çok geç olmasından dolayı, çadırlarımızı kurduk. Arazinin sahibi olduğunu iddia eden şahıs Jandarma çağırma tehditleri ile çekip gitti. Sabah günün ilk ışıkları ile birlikte toparlanıp yola koyulduk. 

Bir müddet denize paralel olarak doğuya doğru ilerledikten sonra kuzeye doğru, denizden uzaklaşarak yürümeye başladık. Yaklaşık iki saatlik bir tırmanıştan sonra seraların arasından giden köy yoluna çıktık. Seralardan yol kenarına sökülüp atılmış ve üzerinde sayısız küçük biberlerin olduğu fidelerle karşılaştık. Daha sonradan öğrendiğimize göre belirli bir süre sonra ürünler küçülmeye başladığında üretim maliyeti ile satış maliyeti birbirini karşılamadığından böyle sökülüp atılıyormuş. Ancak kesinlikle yenilebilir durumda olan biberlerin yol kenarında çürümeye atılması, marketlerde kilosuna 30-40 TL ödediğimiz biberleri aklıma getirdi. Belki tonlarca biber yol kenarına atılmıştı. Az sonra Boğazcık köyüne ulaştık. Yarım saat dinlendikten sonra uzun ve zorlu bir inişin ardından, antik kent kalıntılarının bulunduğu ve karayolu ulaşımı olmayan Aperlai Koyu’na ulaştık. Konaklama yerimiz yine bir özel mülktü. İskelesinde lüks yatların demirlediği bu salaş mekânda güzel zaman geçirdiğimizi kabul etmem gerekir. Hem yüzüp yorgunluğumuzu attık, hem de güzel bir ortamın tadını çıkardık. 

Ertesi gün yine günün ilk ışıklarıyla toparlanıp yola koyulduk. Çok zor olmayan bir yolculuktan sonra Üçağız (Kekova) bölgesine geldik. Kısa bir dinlenmenin ardından, kurutulmak için toplanıp serilmiş adaçayının kokuları arasında, denizden içeride bir rotada yürüyüşümüzü sürdürdük. Yol boyunca Likya Medeniyetinin yapılarının kalıntılarını görerek yeniden deniz kenarına indik. Gökkaya Koyu’na geldiğimizde, hem yorgunluk hem de serinleme ihtiyacı ile kendimizi zümrüt yeşili berrak sulara bıraktık. Kıyıdan çok uzaklaşmadan Çağıllı Koyu’na geldiğimizde, hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden biri ile karşılaştım. Karayolu ulaşımı olmayan bu güzel Koy, diğerlerinden farklı olarak temiz kalmıştı. Hem kıyısı hem de denizin ilk metreleri küçük çakıl taşlarından oluşan bu güzel plajın keyfini yarım saat kadar çıkardıktan sonra dinlenmiş olarak yolumuza devam ettik. Kıyıdan patikayı takip ederken varış noktamız olan Çayağzı’nı birkaç km. uzaktan görebiliyorduk. Nihayet tahta bir köprüden geçerek Çayağzı’na vardık. Bir benzeri Patara’da olan tatlı su-tuzlu su buluşması burada da büyüleyici bir görüntü oluşturuyordu. Hemen üzerimizdeki ağırlıkları atıp, kendimizi buz gibi bir derenin sularına bıraktık. Çocukça kahkahalarla geçen 10-15 dakikadan sonra, çok güzel bir sahili yürüyerek geçtik ve dönüş yolculuğumuz başladı. 

Sonuç

Bu üç gün gerçekten yorucu ama bir o kadar güzel yürüyüşün tadı damağımızdayken, yarattığı sorgulamalar zihnimizi daha uzun süre meşgul edecek görünüyor. Ülkenin yorucu gündeminden kısa bir süre için de olsa kurtulmuş olduk. Ama sorunlar artarak devam ederken onları yok saymak, bizi güzel bir rüyadan kâbusa sürükleme potansiyelini de beraberinde taşıyor. Bu nedenle daha önceki yürüyüşlerimizde de gördüğümüz sorunları bir dizi halinde sıralamak istiyorum:

1. Kıyılarla ilgili acil önlem alınmazsa, ülkemiz bütün güzelliklerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Burada öncelikle merkezi yönetimin sit alanları konusunda çok daha katı bir tutum izlemesi, yerel yönetimlerle işbirliği içerisinde tabiatın korunmasına öncelik vermesi gerekmektedir. İmar izni olmadığı halde turizm teşviklerinden yararlanarak kıyıları betonlaştıran zihniyet, bu ülkeye ihanettir. 

2. Turizmi sadece otellerden ve beton yapılardan ibaret görmek, vizyonsuz bir sığlıktır. Bütün dünyadan sadece Likya Yolu’nu yürümeye gelen insanları pişman ederek turizm geliri sağlamaya çalışmak saçma bir hayaldir. Bunun için bütün Likya Yolu güzergâhındaki işletmelere, sıkı bir denetim ve standart getirilmelidir. Mevcut yapı, kurnazlıkla insanların acil ihtiyaçlarını istismar eden bir yağma düzeninden ibarettir. 

3. Kamp alanları belirlenmeli, buraları yürüyüşçüler için ücretsiz olmalıdır. Eğer ücretli olacaksa bunun bir standardı olmalı, insanlara ihtiyaçlarını makul biçimde karşılayabilecek fırsatlar sunulmalıdır.

4. Bütün Likya Yolu üzerindeki özel mülkler, yola etkisi olmayacak şekilde düzenlenmelidir. İnsanları tehdit eden zihniyetle mücadele edilmelidir. 

5. Bütün güzergâh boyunca, yön işaretleri ve tanıtıcı tabelalar yeniden ele alınıp, profesyonel olarak düzenlenmelidir. Yol güzergâhındaki tarihi ören yerleri, peyzaj düzenlemesine tabi tutulmalı ve koruma altına alınmalıdır.

6. Kıyıların temizliği konusunda merkezi yönetim ve yerel yönetimler birlikte hareket ederek tedbirler geliştirmelidir. 

7. Bölgede sayısız canlı türünün yaşama hakkına saygı gösteren bir anlayışla koruyucu tedbirler alınmalıdır. Hem endemik bitki türleri hem de sürüngenler ve diğer canlılar, rastgele açılan yollar nedeniyle tehdit altındadır. Bu güzergâh etrafındaki yapılaşma çok sıkı kurallara tabi olmalı ve bu kuralların idamesi mutlaka sağlanmalıdır. 

Belki söylenebilecek çok daha fazla şey vardır. Ancak ülkemizin dünya ölçeğinde değerli bir yürüyüş yolu, fırsatçı ve rantçı zihniyet yüzünden gittikçe kan kaybediyor görünmektedir. Bu topraklarda yaşamış kültürler bize bırakılmış tarihi bir miras olduğu kadar, bizler de bu kültürlerin bir ürünüyüz. Ülke turizminin kalkınması adına sadece Likya Yolu değil, benzer gelişmeleri yaşayan bütün tarihi güzergâhlar ve ören yerleri için bir proje kapsamında sistemli bir çalışma gerekmektedir. Kaybedildiğinde geri gelemeyecek olan güzellikler, kişilerin özel mülk hırsına, bu kişilere taviz veren siyasi zihniyete ve fırsatçı insanların insafına mahkûm olmak zorunda bırakılmamalıdır. Hem ülkenin hem de yöre insanının sürdürülebilir bir refahı hedeflemesi ve gerçekleştirmek için çalışması zorunluluktur. Kısacası turizm politikalarında her yönüyle ahlâki bir devrim gerekmektedir. 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 10.06.2023
  • Süre : 6 dk
  • 1390 kez okundu

Google Ads