Lübnan: gezi-yorum (1)
Tarihçi arkadaşlarımız Fatih Erkoçoğlu ve Mehmet Azimli’nin ağırlığı akademisyenlerden oluşan bir grupla Lübnan'a ziyaretimizi gerçekleştirdik.
Teo-politik çatışmaların beşiği olarak Biladüşşam
Küresel salgın araya girmeseydi epeyden beri görmeyi arzu ettiğim Lübnan’a daha önce gidecektik Meryem’le birlikte. Tarihçi arkadaşlarımız Fatih Erkoçoğlu ve Mehmet Azimli’nin ağırlığı akademisyenlerden oluşan bir grupla en sonunda ziyaretimizi gerçekleştirdik. 29 Ekim Cumhuriyet bayramımızı da orada kutladık ve bir kez daha Türkiye Cumhuriyetinin kurucu felsefesinin önemini alanda kavradım diyebilirim. 28 Ekim sabahı otele ulaştık, bir kısmımız dinlenmeye çekilirken bazı dostlar Beyrut’un simgesi olan Güvercin kayalıklarına inmişler. Otele yüz metre yakınlıkta, meşhur bir sahil yolu, kafelerle dolu, yani buraya gelip de iki devasa nöbetçi gibi Beyrut’u bekleyen adı ise oldukça nazenin olan mekân burası. Duvarlarında umut yazan çizimlerin yanı sıra iç savaşın acılarını yansıtan çizimler de var, gösterilerin olduğu meydana girişi engellemek için tellerle çevrilmiş, velhasıl aşağıdaki fotoğrafta bunun özetini görebilirsiniz. Geziyorum notlarıma bir giriş olsun bu.
Suriye, Irak ve Lübnan, Osmanlı döneminde biladüşşam diye bilinen yerler ve durumları malum. Yakınlarda gerçekleşen Beyrut limanı patlaması, küresel salgın, ekonomi politik çatışmalardan dolayı gelen giden yokmuş, turizm gelirleri de düşmüş. Aslında turist deyip geçmeyin lütfen; yanılsamaya yani hazır paket programlarla bölgenin tarihsel ve kültürel kodlarını alelacele tüketmemeye dikkat ederek bana göre “modern seyyah”dır. Kendi çapımda İbn Battuta’yı örnek alıyorum kısmen, gittiğim gördüğüm yerlerin kültürel arka planı ve bu topraklar bir zamanlar yaşayanlara ne demiş, şimdi ne diyor sorularının cevaplarını arıyorum. Bir nevi jeo felsefe deneyimimi artırarak hakiki olandan sahte yolculuğa doğru ilerleyen bir değerler basamağında kaybolup gitmek yerine “olası en iyi” konumda olmaya çabalıyorum. Planlanan yerleri gezerken veya vakit bulduğumda alıp başımı ara sokaklara gitmemin nedeni de tikel-tümel ilişkisini kurma çalışması kendimce; gezi-yorumlarım da bunun üzerine kurulu zaten.
Her geziye bir roman
Her mekâna da bir kitap/roman götürüyorum, yollarda ve uçak beklerken okuyayım diye. Daha önce Vâkıflar Genel Müdürlüğünde arşiv uzmanı olarak çalışırken kıymetli bir edebiyatçı yoldaşımın önerdiği Oğuz Atay’ın “Tutanamayanlar”ı, yeniden okumak için yanıma almıştım. İngiltere Liverpool’a kurs için giderken Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’sini yeniden okumuştum. Yeniden diyorum çünkü bunlar bana göre artık klasikleşmiş eserler, hafıza-i insan nisyan ile maluldür deyip tekrar ünsiyet kurmayı deniyorum.
Jane Eyre’nin yeri ayrı, çünkü sevgiyi anlatırken toplumsal yapıyı, erkek egemen toplumda kadının direnişini ve dini yapının baskısını anlatıyor malumunuz. Bu aslında senin hikâyen ağaam diyorum, İslam dünyasında kadın ve erkek eşitsizliğinin gittikçe arttığı, Irak ve Suriye’ye şimdi Afganistan denilen benim Güney Türkistan demeyi tercih ettiğim bölgelerde çatışmalardaki kadının konumunu ve Jane Eyre gibi bir direnişin imkânını olur mu ki diyorum.
Sanmam, kadın ve erkek eşitliği ve laiklik üzerine kurulu Türkiye cumhuriyetinde bile Arap ve diğer İslam dünyasında baskın durumu özleyenler var. O kadar ki, Afganistan’a gidip oradaki hukuki yapıya katkı sağlamanın gerekli olduğunu düşünen akademisyenler bile var, oralarda özellikle Arap ülkelerinde kendilerinin gerçekten ciddiye alınacağını mı düşünüyorlar bilemiyorum. Felsefe kelam ve tasavvuf disiplinlerinin eş güdümlü okunması üzerine kurulu bir ilahiyat geleneğinin yüzyıllardır bu topraklarda devam etmesinden rahatsızlar ve felsefesiz bir ilahiyat düşünüyorlar. Ne alaka şimdi, gezi notu değil mi bu, diyorsanız evet gezi notu, bir zamanlar İbrahimi geleneklerin bir arada barışçıl bir şekilde yaşadığı ve bu tabiri tutarlı bulmuyorum ama genel kabul gördüğü için diyorum Ortadoğu’nun Paris’i olan Beyrut, üzerine şarkılar yazılmış olan Beyrut ve Lübnan, tam bir kaosun içinde.
Günde iki saat verilen elektrik sıkıntısını insanlar jeneratör ile çözmeye alışmışlar, ama o pırıl pırıl şehrin hava kararınca marketler ve kafeler hariç genelde karanlığa gömülmesi içimizi burkuyor. Bilmem kaç bin motorluk bu lüks araçların yakıtını da düşünülürse bu nasıl oluyor diye sorunca, Hizbullah, İran’dan aldığı yakıtı Suriye üzerinden ülkeye taşımış, bir kısmını dağıtmış bir kısmını satıyormuş. Bu ülkenin Suriye ile olan ilişkilerini nispeten yumuşatmış. Ama bunca gerilime rağmen ilk gün öğle sonunda çocuklarını okullarından alan ve oldukça güzel olan arabaları süren hanımları görünce, Jane Eyre’yi niçin hatırladığımı söylemiş oldum. Ne alaka, daldan dala atlıyorsun, okumayı bırakacağım şimdi mi dediniz, biraz sabır lütfen!
Buraya iki kitap götürdüm, Edward Said’in Oryantalizm ve George Orwell’in Burma Günlükleri. Said’in Filistinli bir alim olarak meşhur kitabını zaten biliyorsunuz, Cemil Meriç’in sömürgeciliğin yeni keşif kolu olarak niteliği oryantalizm hakkında okumalar yaparken, oksidentalizm denilen okumalarının tutarlılığını da konuşmak gerek. Diğeri 1993 yılında ilk Suriye ve Ürdün yolculuğuna çıkarken, Akabe üzerinden Mısır’a geçerken, Umre ziyaretini yaparken Orwell’in 1984 romanındaki ki “Büyük Birader Seni Gözetliyor” derdim hep. Hepsi bir muhaberat (istihbarat) devleti çünkü. Bu sefer Orwellin sömürge polisi olarak yaşadıklarını, bölgede İngiltere ile işbirliği yapan yerlileri, baskı ve sömürü düzenine karşı çıkanları, aşk nefrete e tutku bağlamında anlatıyor ya işte o romanı. Burada da durum aynı, ülke yanıyor, ama birileri saçını tarıyor ve hala ülkenin gelirlerini alabildiğine sömürmeye devam ediyor/muş. Pek okumada başarılı olamadım, gezi notlarında göreceksiniz zaten, dolu dolu ve sürekli hareket halinde, aralarda da uyuklayarak dinlenmeyi tercih ettim. Uyuklayan Uyanık’ın notları bunlar;
Yahu anladık, yeter gezi notuna geç artık demeyin, bu giriş Halil Cibran’ın hatırınaydı, çünkü ilk gün Refik Hariri meydanına gittik, ardından Cibran’nın doğduğu Beşarri kasabasına ve onun adına müze olarak kullanılan Mar Sarkis Manastırını ziyaret ettik. Refik Hariri’nin sürekli Kur’an okunan kabri başında dua ettik, hemen yanında suiskatta ölen diğer 21 yoldaşının kabirleri var, kendi yaptırdığı ve mimarisi çok aşina olan (Selçuklu Osmanlı esintileri taşıyor) büyük bir caminin avlusunda yatıyor.
Refik Hariri Suikastı ve Umudun Tükenişi: Teo-Politik Çatışmaların Yeniden Alevlenmesi
Refik Hariri, 14 Ocak 2015 günü yapılan suikast Türkiye’de Lübnan’ın Özal’ı manşetiyle verilmesi, (Sabah gazetesi) aslında ana hatlarıyla anlatıyor öldürülen başkanının konumunu. Geriye bıraktığı servete bakılınca, fakir bir ailenin çocuğu olarak Suudi Arabistan’a çalışmaya gidip, Kral Fehd’in kız kardeşiyle evlenmesinin ardından inşaat devi Saudi Oger kurması, bankacılık ve medya sektöründe ilerlemesi doğal bir süreç sonucu mu bilemedim. Ülkesinin 15 yıl süren iç çatışmadan sonra toplumsal barışı sağlayacağını özellikle Beyrut’un yeniden inşasını önceleyen ve önemli reformları başlatması, onu sevilen ve önemsenin birisi yapmış.
Bunun doğal olmadığını iddia edenlerin yanı sıra, ülkenin sevilen bir şahsının ve alternatif Cumhurbaşkanının ortadan kaldırıldığını söyleyenler de var. Ama şurası önemli, ülkenin belli bir kesimi Şii, belirli bir kesimi Sünni, önemli bir bölgede Hristiyan Katolik (Maruni) ve Hristiyan Ermeniler ile Dürziler olarak dörde ayrılmış. Dürzi, Hristiyan ve Şiilerin bir arada yaşadığı nispeten küçük bir bölgenin yanı sıra Dürzi ve Hristiyanların bir arada yaşadığı küçük bir yer de olduğunu söylersek, teolojik yapıların coğrafi dağılımı ve demografik yapı da ortaya çıkar.
Hristiyan Ermeniler de önemli sayıda, bir akşam yemeği çıkışında Meryem’in zahter aldığı hanım bizimle kırık bir Türkçe ile konuştu nitekim. Türkçe oldukça popüler, bu hanım ailesinin evde Türkçe konuştuğunu söyledi, ama özellikle Trablusşam ve Sur şehrinde karşılaştığımız arkadaşlar çocuklarının internet ve dizilerden Türkçe öğrendiklerini söyledi. Bu iki şehrin biri Sünni diğeri de Şii ağırlıklıymış. Şii Hizbullah’ın Beyrut’u, havalimanı ve deniz limanlarını kontrol altında tutması aslında onu paralel bir devlet konumuna çoktan getirmiş bile.
Bu demografik harita zihninizin bir kenarında dursun ve Suudi Arabistan’ın İran ve Hizbullah’ın bölgedeki etkisi, İsrail’in bundan rahatsızlığı Refik Hariri’nin ölümünde eş değer etkiler midir diye tekrar soralım. Bunu bilemem, ama oğlu Saad Hariri’nin Kasım 2017 tarihinde Suudi Arabistan’da başbakanlık görevinden istifa etmesi ve bir süre oradan ayrılamaması ya da dönemin Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın ifadesiyle rehin tutulmasının gerekçesinde Suudların yeğenleri olmasının etkisi var mıdır? Yukarıda serveti edinirken Suud ailesinden olmasının tetikleyici olduğu malum, buna bir de Suudi Arabistan vatandaşı olması nedeniyle doğal hak olarak gördüler mi acaba? Nitekim Lübnan Cumhurbaşkanı bu olayı rehin alma olarak görüp, oğul Hariri’nin yüz yüze görüşmeden istifasının kabul edilmeyeceğini söyledi. Başbakan Saad Hariri ancak 17 gün sonra ülkesine dönebilmişti. Acaba bu durumun nedeni, babasının sağlamaya çalıştığı toplumsal barış için hükümetinde Hizbullah’ın da yer alıp almaması meselesi miydi? Bunu da bilemem ama Refik Hariri 15 yıl (1975-1990) süren iç çatışmaları önemli oranda giderme yönündeki çalışmaları suikastla bitti, bir daha toparlanamadı ülke. İşte tek bildiğim bu.
11 Aralık 2020 tarihinde yani olaydan Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi 15 yıl sonra 5 kez ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Hizbullah örgütü üyesi Ayyaş'ın ise nerede olduğu bilinmiyor olsa gerek ki, Saad Hariri, bu şahsın teslim edilmesi çağrısında bulundu. İran’ın Lübnan’daki paralel devleti gibi hareket eden Hizbullah ise bu kararın doğru olmadığını söylüyor. Beyrut patlamasında kullanılandan çok daha fazlasının Refik Hariri suikastında kullanıldığı söylendiğine göre o olayın Lübnan için bir dönüm noktası olduğu kesin. Oğul Hariri'nin "İran'ın gidip de korku ve yıkım bırakmadığı bir yer yok. Hizbullah direniş savaşçısı olduğunu iddia ediyor ama silahlarını Suriyeliler ve Yemenlilere doğrultuyor. Bize uzanan habis eller kesilecek" sözleri de bu bağlamda okunabilir.
Birkaç gün önce Lübnan Enformasyon Bakanı Hristiyan George Kardahi’nin Yemen savaşını absürt olarak niteleyip halkın mazlum ve mağdur olduğunu söyleyip körfez ülkelerini suçlayan açıklamalarını Şii Husileri desteklemek olarak gören Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) ardından Yemen de Lübnan Büyükelçisini çekmesini bu bağlamda düşünün lütfen. Ya da ülkenin Dürzi lideri Velid Canbolat da aynı şeyi söylemişti, aynı ifadeyi başkaları da söylemişti, sorun o zaman başka bir yerde aranmalı diyenler de var. Nitekim Yemen’deki Husilerin Suud sınırlarında yaptıkları savaşları durdurmak için Riyad’ın Tahran’dan yardım istendiği, ama onların bu işe karışamayacaklarını, Hizbullah’a bir elçi göndermelerini tavsiye etmelerine bakınca teo-politik savaşın nasıl bir boyut aldığını da görebiliriz. Arap Baharı’nın patladığı zaman Yemen Sanaa Üniversitesinde görevliydim. Oradaki Şiilerin Zeydi olduğunu, Caferi fıkhına karşı mesafeli durduğunu, sadece Husi grubun Hizbullah ve İran tarafından desteklendiğini, savaşın Şii-Selefi teolojik temellendirmeyle sağlanılmaya çalışılmasının tutarsız olduğunu o zaman da belirtmiştim. Yemen cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in bombalı saldırıya uğramışından bir gün önce oradan ayrılmış ve bölgenin gittikçe artan bir iç savaşa sürüklendiğini, Arap Baharının kışa evrildiğini, temelde ekonomi politik savaşın mezhep üzerinden meşruiyetinin sağlanılmasının da bir anlamı olmadığını belirtmiştim yazılarımda. Aynı durumun Lübnan’da gerçekleşeceği gözüküyor; yani teo-politik çatışmaların yakında yeniden iç savaşa dönüşme riski iyice artmaya başladı. Sokakta acayip bir ağırlık var, o cıvıl cıvıl Beyrut, fırtınadan önceki sessizliği yaşıyor sanki. Refik Hariri’yi öldüren bombaların açtığı çukuru kapatmak yerine herkes elindeki kazmayla içine düştükleri bu çukuru derinleştiriyor gibi.
Lübnan’da Maruni Hristiyanlar üzerinden Katolik Kilisesisin, Fransa’nın etkisi de bu bağlamda düşünülebilir. Sur şehrinde Birleşmiş Milletlere ait askeri araçları ve dönüşte havaalanında İspanyol askerlerini görünce, Ortadoğu’daki Fransa İngiltere paylaşımını ve son günlerde ikisi arasındaki balıkçılık üzerinden krizi hatırlayınca, kadim sömürgecilerin hepsinin burada olduğu netleşti.
(Devam edecek)