Lübnan: gezi-yorum (2)
Malumunuz Fransa, Afrika’nın yüzde 60’ını oluşturan 14 ülkeyi sömüren ülkedir. 1970 yılında kurulan Uluslararası Frankofon Örgütüne 88 devlet ve hükûmet üye bulunmaktadır.
Malumunuz Fransa, Afrika’nın yüzde 60’ını oluşturan 14 ülkeyi sömüren ülkedir. 1970 yılında kurulan Uluslararası Frankofon Örgütüne 88 devlet ve hükûmet üye bulunmaktadır. Bu üyelerden 54’ü tam üye, 7’si kısmi üye, 27’si gözlemci üye statüsündedir. Britanya’nın da İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) adıyla 16 ülkenin üyeliği adı altında etkisini fiilen sürdüğü de malumdur.
Eğer beni şanlı tarih sendromuna kapılmış biri olarak görmezseniz, bu birlikteliklerin tarihsel karşılığını ve niye her durumda bu yapıların Türk ve Türkiye düşmanlığı yaptığını belirteyim mi?
İşin püf noktası şu: Suriye, Irak ve Lübnan’ı biladüşşam olarak gören İç Asya, Afrika ve Arap dünyasında Farabi’nin ed-din ve el-Mille kavramları bağlamında söyleyecek olursak, bir Osmanlı Milletler Topluluğu” (Ottoman Commonwealth Countries) kuran Osmanlı devletidir. Yüzyıllar içinde çok dilli, çok dinli, çok ırklı yapıları koruyan Türk zihniyetini yani Arap ve Fars tasavvurlarının dışında gelişen ve bir dünya devleti olan Osmanlı’nın kültürel birikimini tevarüs eden Türkiye Cumhuriyeti ile bu sömürgeci güçlerin mücadelesini buralarda net bir şekilde görmek mümkün.
Bunu niye söyledin şimdi diyecek olursanız, bölgenin sadece Müslümanlar arası Sünni-Şii teo politik çatışmalarla istikrasızlığa devamının sağlandığı, Maruni Hristiyanların görece daha müreffeh yaşadığı söylenebilir ama bir gerçek var ki, ülke tam bir kaosun içinde. Üstelik Şii Hizbullah ile Şii Emel örgütleri de birbirleriyle çarpıştığını, Hizbullah’ın Maruni Hristiyan Lübnan Kuvvetleri partisiyle işbirliği yaptığını söylersem, teo politik çatışmaların griftliği de iyice ortaya çıkar sanırım. Hizbullah daha önce de Maruni Hristiyanların en büyük partisi olan Özgür Yurtsever Hareket ile işbirliği yapmıştı. Benim teo-politik çatışmalardan kastettiğim tam olarak bu, yani ekonomi politik hedefler için yapılan savaşların meşruiyeti teolojik açıdan değerlendirilmediği sürece üretilen fikirler hep eksik ve uygulanabilir olmaktan uzak kalacak.
İsrail’inde son gelişmeler ışığında yedek askerlerini çağırdığı ve Lübnan’a yönelik eylemler üzerinde durulduğunu da hatırlarsak, bu karmaşanın tekrar iç çatışmaya dönüşmemesi için Maruni Hristiyanlarından, Ketaib Partisi’nin kurucusu Piyer Cemayel’in oğlu olan 1982-1988 yılları arasında Lübnan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı yapmış Emin Cemayel, kaosun iç savaşa götürme ihtimalini engellemek gerektiğini bunun içinde Türkiye’nin elinden geleni yapmasını istedi. İşte şimdi Osmanlı Milletler Topluluğunu sağlayan Türk Zihniyetinin somut simgesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan çağrının temellendirmesini yaptım sanırım.
Biraz uzattım sözü ama Esat Arslan hocamın deyişiyle “Türkiye Cumhuriyeti, öncelikle Osmanlı Devleti’nin hükümran olduğu topraklarda ve uluslararası hukukta geçerli olan halefiyet (ardıllık) ilkesi gereği Osmanlı’dan devraldığı mirasın bilinciyle hareket etmektedir. Başta Balkanlar, Kuzey Afrika ve Sahra-Altı Afrika ülkeleri olmak üzere, Afrika, Asya Pasifik ve Latin Amerika bölgelerine yönelik açılım politikalarını derinleştirmek zorunda olduğu gerçeğinden hareket etmektedir. Bu görev bilinci Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle simgeleşmiş tarihsel arka planı olan misyonik bir görev olarak belirginleşmiştir.” Nitekim geçenlerde Lübnan’daki görevlilerimizin kalış süreleri TBMM kararıyla bir yıl daha uzatıldığını bu bağlamda düşünmek gerek. Tabii bu arada 2007 yılında NATO eski başkomutanının Irak, Suriye, Lübnan, Somali, Sudan ve Libya ile birlikte yedi ülkenin par parçalanacağını söylemişi unutmayın. Sırada hangi devletler var sizce?
4 Ağustos 2020 bölgenin en önemli ticaret merkezi olan Beyrut limanındaki patlama ülkede kaosun uzun süre daha devam edeceğini hatta artacağının da göstergesiydi. Çünkü yıllar önce el konulan bilmem kaç ton amonyum nitratın orada kalmasının bir anlamı olabilir mi veya nasıl açıklanır bu durum? Yani Irak’ın çökmesinden sonra kaybolan silahlar ve yer değiştiren paranın önemli bir kısmının Lübnan’a taşınması ve Hariri’nin körfez sermayesinde önemli etkisi olması, petrol dışında ekonomi politik bir hareketliliğin Beyrut merkezli oluşumunun yok edilmesi miydi?
Hariri’nin öldürülmesi İsrail ve ABD dediği gibi Suriye’nin mi işine gelir? Çünkü Katolik bir baba ve Ermeni bir anneden doğan Emil Cemil Lahud, o dönem (1998-2007) Cumhurbaşkanıydı ve Suriye yanlısıydı. Hariri’nin Başbakanlıkta başarılı olması, ülkenin yeniden yapılanmasına önemli katkıda bulunması, medya organları kurması, bankacılık sektöründe önemli atılımlar yapması, onu alternatif Cumhurbaşkanı adayı kılıyordu, dolayısıyla öldürüldü, denildi.
Gerçekten Sünni liderin toplumsal barışa katkı sağlamasından mı çekindi Suriye? Patlamanın okları Suriye’yi gösteriyor diyenlere, bundan en çok kimin faydalandığına bakın diye cevap vermişti Hafız Esed.
Bu gezi yazısı olmaktan çıkıyor gibi, haklısınız, Refik Hariri suikastıyla Lübnan önceden yaşadığı kaos ortamına yeniden döndü. Beyrut Limanı patlamasıyla durum iyice giriftleşti, ülke siyasi ve ekonomik açıdan oldukça zor durumda, işte bu durumların teolojik açıdan okunması şart diyorum. Diğer bir ifadeyle mezhepçilik tuzağına dikkat, bunların hepsi temelde ekonomi politik savaşlar/çatışmalar, ama meşruiyeti dinler/mezhepler üzerinden sağlanıyor diye yazmıştım, bundan birkaç yıl önce. Bunun üzerine İslamcı bir grup çıkardığı dergide benim resmimi Beşar Esad ile vermişti, onun için sözü burada keseyim en iyisi. Fakat hala garibime giden hususu belirtmeden geçemeyeceğim: Malum derginin yazarı modernist diye nitelediği Arap aydınlarıyla birlikte, mezhepçilik tuzağına dikkat dediğim için Türkiye’den sadece benim resmimi vermişti, ümmetin selameti bunlardan kurtulmakla mümkün olur diyordu ama orada resmi bulunanlardan sadece ben hayattaydım bir de Beşar Esed.
Lübnan’da Suriye, İran Etkisi, Maruni Hristiyanlar üzerinden Fransa, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin etkisini ve diğer Batı ülkelerinin bölgeye ilgisini düşündükçe Osmanlı’nın Biladüşşam’ı yüzyıllarca kendi özgünlüğü içinde kimlikleri, dinleri, mezhepleri bir arada nasıl tuttuğunu bir kez daha hatırlayıp mezhepçilik tuzağı üzerinden yapılan operasyonlara yine dikkat çekiyorum. Laiklik ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm diyeceğim ama Lübnan’a bakınca….
Biz Kaduşa vadisine doğru yönelelim ve muhteşem güzellikleri ile Halil Cibran’ın doğduğu yere ve dağda asılı gibi duran müze evine gidelim en iyisi. Lübnan dağlarında üretilen ipeklerin Fransa’ya gönderilmesinin Beyrut’un gelişmesinde önemli payı olduğunu da bu vesileyle söyleyelim. İç şavaşın bitmesini haykıran resimlerin yapıldığı duvarlar, gösterilerde öldürülenlerin resimlerinin asılı olduğu mekanlar ve Beyrut limanın patlamadan kalan yarım binanın önünden geçerek Lübnan dağlarına tırmanıyoruz, büyük bir hüzünle...
Halil Cibran ve Müzesi
Birçok kitabı Türkçeye de çevrildiği için Halil Cibran ülkemizde bilinen bir şair, yazar. Yani onun insanı insan erdemleri anlattığı Ermiş adlı hikâyesini okumayan yoktur sanırım. Yaşarken 20 dile çevrildiğini görmek bir yazar için çok güzel bir duygu olsa gerek. Sadece ABD baskısı 9 milyon satılmış, kitaptaki bir bölüm, düğünlerde okunan ritüel haline gelmiş bir eser bu. Doğu dünyasını ve içinde yetiştiği Hristiyan dünyasını eleştiren özgürlük ve kurtuluşa dair yazılarını içeren Madman yani Kaçık da oldukça önemli ve çok bilinen bir eseridir. Tabi ki onun eserlerinde materyalizmin ortaya çıkardığı sorunlarla yüzleşmenin yanında, Gazzali’den de İbn Sina’dan da hatta Maarri’den de etkilenmesi İslam Felsefesi açısından incelenmesi gereken bir âlim konumuna çıkarıyor kanaatimce. Usta’nın Sesi’nde ezeliyetten ebediyete mistik yolculuğu İbn Fariz’den mi mülhem hep merak ederim. “İnsanoğlu İsa” adlı eseri ise zaten ismiyle müsemma, fazla söze gerek bile bırakmıyor. Haa unutmadan onu önemsememin nedenlerinden birisi de sivil itaatsizlik okumalarımın önde gelen âlimi Ralf Waldo Emerson’dan etkilenmiş olması.
10 Nisan 1931’de New York’ta 48 yaşında hayatını kaybetmiş, düşünün bu eserleri bu kadar kısa ömründe vermiş biri. Lübnanlı Maruni (Katolik) Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak Amerika’ya göç eden, annesi ve kardeşleriyle oldukça zor bir hayat yaşayan Cibran, ana dili olan Arapçayı öğrenmek için ülkesine geri gelmiş.
Harika bir dağ kasabası olan memleketi Bişerrî’ye gittik Kadîşâ vadisinin yollardan kıvrılarak. Üzüm bağları, cennet hurmaları ve elmalarla bahçelerden geçerek 1500 m rakımla Bişarrî kabasına ulaştık.
Cibran burada gömülmesini istemesi son derece doğal, çocukluluğun geçtiği yer, sanırım dünyanın en güzel mekanlarından biri. Kültür Bakanlığı Manastır’ı almış mezarını buraya koymuş, eserlerini de yerleştirerek müze ev haline getirmiş.
Biz de müzeye doğru merdivenlerden çıkmaya başladık, önünde şırıl şırıl akan ve sağlıklı, içilebilir denilen sudan yudumladık; harika bir balkon/teras karşıladı bizi, Kadîşâ vadisi bütün muhteşemliğiyle ayaklarınız altındaydı. Hemen terasın yanında güller, ak güller, kırmızı güller. Kırgızistan Oş Fakültesinin ve caminin önündeki ak gülleri çektiğim andan itibaren gittiğim her yerde gördüğüm an kayda alıyorum. Çünkü Halil Cibran’ın şu ifadesini hatırladım gül ve vadiyi fotoğraflarken:
"Aşk güzel bir kuş/Yakalanmak için yalvaran/Ama yaralanmaktan korkan.”
İki katlı ve manastır olmasından dolayı olsa gerek iç içe geçmiş odalar, Cibran’ın eserleriyle doluydu. Kişisel eşyaları ve genellikle nü olan karakalem ve boya tablolarının sergilendiği odalar.
Dikkat ettim hemen hemen hiçbirinde imza yok, nerden bileceğiz bunun onun eseri olduğunu deyince, Meryem; “oo senin tabirinle söyleyeyim, eksik okumuşsun ağayı, o imza atmaz, çünkü eserleri her yerde belli olur” dedi. Az biraz mahcup olmadım desem doğru olmaz yani. Bodrum kata inince bir oyukta tabut gördük, orada yatıyormuş Şair ve yazar Cibran:
Senin gibi ben de diriyim,
Senin yanı başında duruyorum,
Gözlerini kapa ve etrafına bak,
Beni tam önünde göreceksin.
Tam bunu okurken geziden birinin tabloları görünce “Yahu biz bu adamı biraz abartmıyor muyuz, niye geldik ki, demesini duyar gibi oldum, ne diyecektim şimdi ona, Cibran’ın Shakespeare ve Lao-Tzu’dan sonra her dönem en çok okunan ve şiirlerini içeren kitaplarının satılan kişi olduğunu mu? Yok ya, Allah’ın verdiği nefesi boşa tüketmenin bir anlamı yok dedim, dönüşte tekrar şırıl şırıl akan sudan içerken. Şimdi rotamız Trablusşam, Emevi, Abbasi, ed-Devletü’t-Türkiyye diye anılan Memluklu ve Osmanlı şehri. Bu yazının başlığı olan Biladüşşam hakkında gezi-yorumun üçüncü kısmında bahsedeceğim nasipse...